‘Temiz süte kardeşlik mayası kattınız’

Ahmet Özcan - Yazar
23.11.2013

Habil ve Kabil, Habil’in ölümünden sonra karşılaştılar. Çölde yürüyorlardı ve uzaktan birbirlerini tanıdılar. Çünkü ikisi de çok uzun boyluydu. İki kardeş yere oturdular, bir ateş yaktılar ve yemek yediler. Günbatımında yorgun düşmüş insanlar gibi, sessizliği bozmadılar. Gökyüzünde, henüz adı konmamış birkaç yıldız belirdi. Yıldızların ışığında, Kabil, Habil’in alnında taşın izini gördü ve ağzına götürmekte olduğu ekmeği yere fırlatıp, suçunun bağışlanması için yalvardı.


‘Temiz süte kardeşlik mayası kattınız’

Habil yanıtladı:

-Sen mi beni öldürdün, yoksa ben mi seni? Anımsamıyorum; burada önceki gibi birlikteyiz yine.

-Şimdi biliyorum beni gerçekten bağışladığını, dedi Kabil, çünkü unutmak bağışlamaktır. Ben de unutmaya çalışacağım.

Habil yavaşça konuştu:

-Doğru, pişmanlıklar sürdükçe, suç da sürer.”

(Söylence, Jorge Luis Borges, Gölgeye Övgü’den)

Geçtiğimiz yıl Srebrenitza’da 1995 yılında Sırpların üç gün boyunca katlettiği 8500 Boşnak Müslümanı anmak için yapılan Marş Mira /barış yürüyüşüne katılmıştım. Üç gün boyunca dünyanın her yerinden gelmiş onbinlerce insanın katliamın yapıldığı dağ köylerindeki güzergah boyunca, masum sivillerin kaçtığı, saklandığı, yakalandığı ve vahşice katledildiği dağlar ve ormanlarda geceleyerek sessizce ve hüzünle yürümesinin o tarifsiz görkemi beni şok etmişti. Çünkü hala ölülerin kemikleri toplanıyor, tasnif ediliyor, DNA’larından yüzde 65 i tutan kemikler yakınlarına teslim ediliyor ve 11 Temmuz’da Srebrenitza mezarlığında defnediliyordu. Yani bu büyük acı, her yıl yeniden ve yeniden hatırlanıyor, cesetlerdeki vahşet izleri, zulmü bir kez daha sergiliyordu, ama ne maktul yakınları ne de onlara destek için aynı zahmeti yaşayarak bir nebzede olsa safını gösteren vicdanlı onbinler, hiçbir taşkınlık, öfke ve rövanş duygusu göstermiyordu. Türkiye’den katılan onlarca kişi gibi, bu metanet ve tevekkül karşısında, en az vahşete duyduğumuz öfke kadar duygulanmıştık. 

Suç ve pişmanlık

Ama asıl şoku Mostar’da Cuma namazı için girdiğimiz Cami’de imamın hutbesiyle yaşadık. Namaz öncesi haberlerde bir Sırp papazının açıklaması vardı ve ‘Srebrenitza bizim için bir zaferdir, bugün olsa yine yaparız, çünkü Boşnaklar bunu hak ediyor’ diyordu. Ama Boşnak imam, hutbede, bu papazın sözlerine atıf yaparak, ‘kardeşlerim, sakın kızmayın, öfkelenmeyin’ diye söze başladı: ‘Hepimiz Adem’in çocukları, İbrahim’in milletiyiz. Aramızda Habil-Kabil’den beri kimimizi kimimize şu veya bu sebeple düşman edip suç işleten şeytanın iğvası var ve bu hepimiz için sadece bir imtihandır. 

Normalleşme, politikanın Batılı paradigmayla zehirlenmiş yabancılaştırıcı dilini terk edip, toplumun kadim dilini kullanmaya başlamasıyla gerçekleşecek. İşte bu erdem, bütün yozlaşmalara rağmen inatla nöbeti tutulan değerlerin baş tacı edildiği yeni bir devlet ve düzen kuracaktır.

Biz Müslümanız ve asla şeytana uymayacağız. Sırpları her şeye rağmen komşumuz ve Adem’de kardeşimiz olarak göreceğiz. Yanlışa yanlışla cevap vermeyeceğiz. Düşmanlıkta da ölçüyü kaçırmayacağız. Allah bize zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur diyor. Ve bir kavme olan düşmanlığınız sizi adaletsizliğe sevk etmesin, diyor. İntikam bizim işimiz değildir. Bizim işimiz adalettir. Allah her şeyi görür ve bilir ve biz Allah’ın yargı gününde göreceği hesabı Allaha bırakıp, Habil’in yolunda sabırla yürümeye devam edeceğiz’

Yanımdaki rehberin sessizce kulağıma fısıldayarak tercüme ettiği bu sözler, o ana kadar ruhumu teslim almış olan öfke ve intikam duygularını silip, yerini o yürüyüş ve tören boyunca gördüğüm sessiz hüzündeki erdemin manasını düşünmeye bırakmıştı. Gözyaşlarım düğümlenmiş, ruhum teskin olmuş, yüreğim derin, çok derin bir manânın ritmiyle atmaya başlamıştı. O andan sonra kulağıma değen cümleleri bırakıp, tercümeye gerek kalmadan imam efendinin Boşnakça kelimelerinde gizli başka bir şarkıyı dinleyip anlamaya başlamıştım. Yüz yıldır dünyanın her yerinde ölülerimizin kemiklerini topluyor, tasnif ediyor, sayıyor, paylaşıyor ve sessizce defnediyorduk. Tam yüz yıldır, belki bin yıldır, acı çekiyor,  yokluğa, yoksulluğa, zulümlere, işgallere, maruz kalıyorduk. En önemlisi, düşman tarafından horlanmanın, itilip kakılmanın acısından çok, onurumuzu,değerlerimizi, geleneklerimizi, çiğneyenlerin yani bizi vuran okun arkasındaki kardeş tüyünü görünce yüreğimizden vurgun yeyip, lâl oluyorduk.. Kelimelerimiz kifayetsiz kalıyor, çığlıklarımız sessizleşiyor, nefretimiz boğazımızda düğümleniyordu. Öksüz, yetim, sahipsiz kalmanın o tarifsiz sızısı, sadece Allah’ın ve hesap gününün varlığıyla sükunet buluyordu. O varsa sorun yoktu ve bu dünyanın çilesi, müminler için insan olmanın ve insan kalmanın imkanından başka bir şey değildi. Acılara, katliamlara, haksızlığa ve yoksulluğa dayanmanın sigortası olan bu iman, ayakta tutuyordu bizi. Ve belki de, sonlu olanın içindeki sonsuzluğa kavuşmanın tek yolu buydu.

İyilik kötülüğe galip gelsin

Mostar’daki Boşnak imamın yaşattığı tarifsiz dersin bir benzerini, birkaç ay önce Bulgaristan Varna’da başka bir olay daha yaşattı. Türkçe’nin ve Türk kimliğinin yasaklanıp yüz binlerce Müslüman Türk’ün kovulduğu 1989 yılındaki kabus günlerini yeni atlatmaya çalışan Türkleri konuşurken, Müslüman mahallesinde tek kalan camii deki genç bir üniversite öğrencisi, bir hatırasını anlatmıştı.Todor Jivkov’un Türkleri tasfiye politikası başlayınca, Bulgarlar ne yaptı diye sormuştum; ‘hiç itiraz eden olmadı mı bu ırkçı politikaya?. ‘Tek tük olduysa sesleri duyulmadı’ dedi, delikanlı. Ve devam etti: ‘Karar TV ve radyolardan yayınlanınca, aynı apartmanda 30 yıldır karşı karşıya oturduğumuz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen karşı komşumuz, bir saat sonra kapımızı çaldı, ben küçüktüm, kapıyı açıp neredeyse kucağında büyüdüğüm, çocuklarıyla kanka olduğum Sergey amcaya gülümseyerek ‘buyur amca’ dedim. Ama birden gözlerinde daha önce hiç görmediğim soğuk bir ifadeyle ve sertçe ‘babanı çağır’ dedi. Tam o sırada babam arkada belirmişti zaten. O da kadim arkadaşını buyur etmeye yeltenirken, Sergey amca aynı soğuklukla ve sertçe, kapı zilimizi gösterdi, ve ‘bana bak Sabri, dedi. Yarından itibaren burada yazan Türk ismini kaldır ve sana verilecek Bulgar ismini buraya yaz!’  biz daha bu bir şaka mı ciddi mi diye şok halindeyken, ‘şaka yapmıyorum, komşuluk buraya kadar, bundan sonra Türk olarak burada yaşayamayacaksınız, ya devletimizin dediğini yapın ya çekin Türkiyeye gidin!’ dedi ve hızla dönüp evine girdi. Babamın yüzündeki o ifadeyi hiç unutamıyorum. Donup kalmıştı. Önce gözlerindeki fer söndü.Sonra ellerinde bir titreme gördüm. Benzi soldu, Yüzü sarardı. Ben hala o çocukça aklımla, Allahım bu bir oyun galiba, diyordum içimden, büyüklerimiz Jivkovla dalga geçme oyunu oynuyor galiba. Çünkü aklım havsalam almıyordu. Türk olmamız, Türkçe konuşmamız niye yasak olsundu ki? Ertesi gün, evet tam ertesi sabah birden büyüdüm. Sokakta, okulda, bakkalda, mahallede, onlarca yüzlerce yıldır bir arada yaşadığımız, ufak tefek sıkıntılar olsa da en azından kimliklerimiz yüzünden herhangi bir düşmanlık görmediğimiz Bulgarlar adeta bir canavara dönüşmüştü. Tanıyamıyorduk hiç birini. Hakaretler, tehditler, saldırılar aldı başını gitti.Bir günde ne olmuştu bunlara? Biz ne yapmıştık? Türk kimliğimiz onlara nasıl bir zarar veriyordu? Müslümanlığımızdan rahatsız olmalarını anlıyorduk ama Türklüğümüzü yok etme kararının sebebi neydi?’ Delikanlı gülümseyerek tane tane anlatıyordu. Sözünü kesmedim. Kendi sorusunu cevapladı: ‘Sonra anladım ki, kötülüğün bir mantığı yok. Ne için ve nasıl yapıldığının da bir önemi yok. Kötülük bir mikrop gibi birden türeyip salgına dönüşebilen bir şey. İnsanları aniden birer canavara dönüştüren kötülüklerin en kötü yanı ne biliyormusun, daima kendini iyilik adına sunması ve mutlaka meşru,mantıklı bir açıklamayla uygulanması.İşte şeytanlık burada gizli’ Bu ‘arif’ delikanlı sözlerini en vurucu cümleyle noktaladı: ‘Bizi en iyi Kürtler anlar aslında. Maalesef bizim Türkiye’deki devlette Kürtlere aynı şeyleri yaptı. Onları buradan bakınca çok iyi anlıyorum.’  Bulgaristan’da, Varna’da tek kalmış bir camide tesadüfen tanıştığım üniversiteli üstelik Türk milliyetçisi bir genç, Nazım Hikmet’in sürgündeyken Varna sahilinde İstanbul’a giden bir vapuru hasretle okşayıp yanan ellerini konuşturuyordu adeta. Bu hikmetli yürek, zoraki milliyetçiliğini çöpe atıp dünyaya iyilik ve kötülük penceresinden bakan, zalime ve mazluma kimlik sormayan bir imana sahipti. Boşnak imamı bir kez daha hatırladım. ‘Bir yangın ormanında’ sessizce yanan başka bir ateşin, sönmüş bir ateşin sıcaklığını hissettim. Ve işte bu ateş, geçen hafta Diyarbakır’a düştü. ‘Neden ağlıyorsun amca?’, diyordu bir muhabir, yere çömelmiş, sessizce gözyaşı döken yaşlı bir dedeye. ‘Sevinçten ağlıyorum kızım, gözyaşlarımı sevinçten toprağa salıyorum’.

‘Biz’i birarada tutan ne?

Törenler, konuşmalar, siyasi tartışmalar, büyük büyük ideolojik laflar bir anda tuz buz oluyordu bu yaşlı Kürt’ün gözyaşları karşısında. İçinde binbir acı, horlanma, dışlanma, işkence, ölüm, yas olan bir imtihanın, Kürtlerin ve Türklerin, İslamcıların, solcuların, milliyetçilerin, Kemalistlerin, Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin, Arapların, Arnavutların, Boşnakların, yerlilerin, muhacirlerin, TC’nin, PKK’nın topyekün içine sokulduğu şeytani bir fitneyle imtihanın sonuna gelmişken, bir damla gözyaşı, içindeki sönmüş ateşin ruhuyla toprağı suluyordu. O hepimizin mayası olan toprak, hepimize ait olan, hepimizin kanlarını da yutan toprak, şimdi bu yaşlı dedemizin gözyaşlarıyla yeşeriyordu. Acılara tahammül ve zulümlere isyanın da bir ahlakı vardı ve bu isyan ahlakı, ‘Biz’i asil kılan, ve bir arada tutan en temel, en temiz mayaydı. Kürt sorunu başlıklı, Kemalizmin ürünü milliyetçi fitne ateşini söndürecek olan da, batılı paradigmayla ezberlenmiş projeler, planlar, müzakereler, politikalar değil, bunlara da ruh ve yön veren sıradan insanın erdemiydi. Ve Türküyle Kürdüyle, bütün toplum, bu imtihanı başarıyla geçmişti. Acılardan intikam ateşleri yakanlara, mağduriyetlerden başka projeler üretmeye kalkanlara inat, sıradan milyonlarca insan, Diyarbakır’da olduğu gibi, o derin erdemle barışı, kardeşliği, eşitliği, ortak geleceği artık başka bir sayfada ve başka bir dille konuşmayı öğretiyordu. Devlete de ve örgütlere de, cemaatlere de, aydınlara da, ‘artık benim adıma konuşma, benim için savaşma, bana ne olduğumu, kim olduğumu öğretmeye kalkma!’ diyordu.

Diyarbakır buluşmasıyla ilgili haberlerin içinden işte bu dedenin sözlerini okurken, diğer haberlere de göz atıyordum. Eski Türkiye’nin bölünmüş, zehirlenmiş ve hala toplumu gütmeye ayarlı medyasında diğer haberler ise şöyleydi; ‘Dersaneler kapanırsa PKK güçlenir’,’Firavunlar, tiranlar sizinle uğraşacak’,’Rojava devrimi Kürtlerin onurudur’,’Şiwan Roboskinin katillerini onurlandırdı’, ‘Barzani hainine kırmızı halı serildi’, ‘Ahmet Kaya yaşasaydı gezide olurdu’, ‘Van’da depremzedeler hala üşürken şov yapılıyor’, ‘Lice katliamının hesabını ver Tayyip’’cezaevlerinde tutsaklar onurumuzdur’, ‘Kürtler ödedikleri bedelin hesabını soracak’,’seçim yatırımı olarak Kürtleri kullanamayacaksınız’, ‘İslamcılar Kürtlere sahip çıkmadı’,’Diktatör Tayip sonun geldi’….

Nedense, bu başlıklar Sırp papazın sözlerini getirmişti aklıma. Bir katliamın intikam içermeyen yasını bile barış eli uzatarak tutanlara hala öfke kusan Sırp papazın sözleri.. o kadar hakikatten, halktan, haktan uzak ve o kadar utanç verici… Neyse ki, Başbakan Erdoğan’ın yolunu kesip, ‘ne dağda ne de askerde ölmek istemiyorum ne olur barış gelsin’ diyen bir Kürt delikanlımız, Kürtleri en iyi biz anlarız diyen Varna’lı Türk gencimiz, katliama barış yürüyüşü ile cevap veren Boşnak’ımızla ümmetimizdeki bu saklı, sessiz ve onurlu ateşin, kin, öfke ve intikam kokan içimizdeki Sırp ruhlu kötüleri de yendiğini artık görüyoruz.

Bir Ortadoğulu filozof, ‘eskiden’, demişti, ‘aydınlar, örgütler ve devletler, topluma şekil verip, bir öğretmen edasıyla  doğruyu ve yanlışı tayin ederlerdi. Ama sonra anlaşıldı ki, halklara öncülük etme iddiasında olanlar o halklardan daha cahil ve daha çok öğrenmeye muhtaç. 21. yüzyıl, sıradan insanların, onlara sözde öncülük yapmaya kalkanlara çok şey öğreteceği bir çağ olacak’ 

Şimdi, buradayız. Sürekli topuma yukardan bakıp hizaya sokmaya çalışan kibirli devletler kadar, onunla güya toplum adına kavga eden kibirli örgütler, cemaatler, önderler de dizini kıracak ve o gütmeye kalktıkları sıradan, basit, iddiasız insanlardan insanlık dersi öğrenecek. İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, ne yapıp ne yapmamak gerektiğini, bir gözyaşından, bir duadan, bir atasözünden, bir demli çay etrafındaki basit muhabbetten çıkaracak. Büyük, köşeli, iddialı, tanrı buyruğu edalı lafları, ezberleri bırakıp, hikmetli, arifane ve sade kelama kulak verecek. Ortadoğu devrimleri de, Türkiye’deki sessiz devrim de, işte bu sıradan yığınların çok basit ama çok manalı eylemlerinin ürünü. Galiba Tayyip Erdoğan, ideolojisi veya projeleriyle değil, yüzlerce yıllık kırılmış onurumuzu hepimizin ortak acısı olarak görüp, bunu sıradan insanların ayağına giderek, onlarla birlikte tamir etme çabasıyla o dedenin, o delikanlının yüreğine ulaşabiliyor. 

Normalleşme, politikanın, Batılı paradigmayla zehirlenmiş yabancılaştırıcı dilini terk edip, toplumun bu kadim dilini kullanmaya başlamasıyla gerçekleşecek. İşte bu erdem, bütün yozlaşmalara rağmen inatla nöbeti tutulan değerlerin baş tacı edildiği yeni bir devlet ve düzen kuracaktır.

[email protected]