‘Tercüme Cumhuriyet’in nefret eden aydınları!

Selman Bayer/Yazar
16.03.2014

Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sinsice büyümeyi sürdüren; dönem dönem azıtan ve zamanla toplumun her kesimine sirayet eden ölümcül bir hastalıkla malul Türkiye: Nefret!


‘Tercüme Cumhuriyet’in nefret eden aydınları!

Türkiye’nin, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri devam eden kronik bir hastalıkla malul olduğu su götürmez. Millet olabilme sürecini tamamlayamamış, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olamayan irili ufaklı cemaatlerle devam ediyor hayatına. Haliyle bu belirsizlik içerisinde gelişen toplum da sürekli bir zihinsel parçalanmaya maruz kalıyor. Diğer yandan enteresan bir şekilde hudayinabit kimlikler türeyebiliyor. Fakat bu korsan kimliklerin hiçbirisinin iyi-doğru-güzele dair bir yorumu olamıyor. Öte yandan hepsinin birbirine benzediği hususlar da yok değil. Örneğin bütün tanımlamalar “öteki” üzerinden yapılıyor. Üstüne üstlük bu tanımlamalara hâkim olan duygu özellikle de entelijansiya tarafından görmezden geliniyor. Hülasası Cumhuriyetin ilk yıllarından beri sinsice büyümeyi sürdüren; dönem dönem azıtan ve zamanla toplumun her kesimine sirayet eden ölümcül bir hastalıkla malul Türkiye: Nefret! 

Nefret, öfke, kin, haset ve hepsini içeren bir bütüncül kavram olarak kötülük insana ve dünyaya dairdir. İyiye rağmen varlığını her daim koruyacağı bir mekânda kötülük ve nefret tam olarak yok edilemez. Bunlar hem mücadele edilecek, hem de bir yere kadar tahammül edilecek kavramlardır. Richard Sennett “Hangi kötülüğe tahammül edeceğimiz hangi iyiliğin peşinde olduğumuza bağlıdır” diyordu. Bitimsiz bir çocuklukla malul entelijansiyamızın görkemli tahammülsüzlüğü herhangi bir iyinin peşinde olunmadığını bilakis nefretle dolu olunduğunu göstermeye yeter. Bu haliyle de Terry Eagleton’un dediği gibi, kendisine yaşadığını ispat edebilmek için ötekini yok etmenin çirkin hazzına kaptırıveren ergenlerden ibaret bir intelijansiya çıkıyor karşımıza. Lakin kendilerinde bunu itiraf edebilecek bir irade, kuvvet ve istidat olmadığı için de, yine Eagleton’dan mülhem bir ifadeyle açıklamaya çalışırsak, zevksiz, kitsch ve banal bir üslupla yürüttükleri bu gösteride kendini imparator sanan bir palyaçonun gülünç fiyakasıyla temayüz ediyorlar. 

Her daim haklılar...

Daha da gülüncü her durumda kendilerinin haklı olması. Ahlak, adalet ve özgürlüğe ancak kendilerinin tarif edildiği yoldan yüründüğünde varılabilir gibi bir eminlik içindeler. Hasımları, kim olursa olsun, her daim akıl ve vicdan fakiri hasımlarıdır. Kendileri ise büyük, mucizevi bir akıl ve vicdanın rehberliğinde yol almaktadırlar. O yüzden de cehalet, kültürsüzlük, yolsuzluk, basiretsizlik, otoriterlik ve ahlaksızlık hep karşı taraftadır. Kendileri ise her daim adalet savaşçıları oluyorlar elbette. Zamanında, Zygmunt Bauman “Adaletin hikâyesi bugünün galiplerinden başka hiç kimse tarafından anlatılamadığı için dünya daima ahlaksızlığın ve cezalandırılabilirliğin eşanlamlı olduğu ve adaletin dağıtıldığı bir dünya olarak sunuluyor” diyordu. Cari olan sistem içerisinde adaletin bu şekilde tanımlanıp piyasaya sürüldüğünü bilen bu kurnaz intelijansiya, hercai bir paradigma üzerinde inşa ettikleri kaçak mefkurelerinin adalet şubesini de bu söylemle tefriş ederek sözümona kutsal bir savaşı yürütmekten çekinmiyorlar. 

Tüm iddialarına, ahlaki söylemlerine ve tezgâhlarına daha fazla müşteri toplamak için başvurdukları bir PR çalışması olarak düzenledikleri nedamet törenlerine yakından bakıldığında tamamıyla kitcsh bir zihniyete hizmet ettikleri anlaşılıyor. Ama yine de ezberlerine devam ediyorlar. Daha iyi bir dünya, daha özgür bir insan ve daha mutlu bir toplum için kesinlikle kendilerinin dinlenmeleri gerektiği inancından vazgeçmiyorlar. Fakat yumuşak yüzlü bir savaş makinesi olarak tebarüz eden o yüce akılları ne hikmettir ki şu toplumun basit sosyolojisini dahi çözmeye yetmiyor. 

Elbette ki böyle bir aklın meşrulaştırdığı arzu ve hevesin havanında dövülen her his eninde sonunda nefret, öfke ve hastalık olarak tezahür edecektir. Bu nefreti görebilmek için bütün bu süreçten haberdar olmaya da gerek yok aslında. Biraz kendinin dilini çözebilecek herkesin ister istemez kendine itiraf edebileceği bir durum bu. Fakat ne yazık ki bazılarının bundan nasibi yok. Çünkü her sabah güne afyonu patlamadan hasmına en galiz ifadelerle saldırmaya başlayan kurşun askerlerin ülkesi burası. İşte bu kurşun askerler hem medya hem de sosyal medyada türlü cambazlıklar ederek, bağırarak, söverek var olmaya çalışıyor ve ısrarla kendilerini entelektüel olarak lanse ediyorlar. Lakin hem ergen tavırları, hem çocuksu karakterleri, hem de bastırılmış arzu ve hevesleriyle havastan ziyade avamın safında oldukları görülüyor. Tuhaf olanı ise bütün bu seviyesizliklerine rağmen sahneye büyük birer usta olarak davet edilebiliyorlar. 

Bir iki sene evveline kadar, bırakın 40 yaş üstü kronik hastalıklarla malul entelijansiyayı, 30-40 yaş arası gecikmiş ergenliğini tatmin etmekle meşgul okuyan yazan kesim dahi bu ülkedeki gençliğin tahsilli cehaletle malul olduğundan ve gelecek vaat etmediğinden söz ediyordu. Fakat Gezi olaylarıyla, dev aynalarında kendilerini pazarlayan mutant romancılar, gazete köşelerinde Tarkovskicilik oynayan müşkülpesent jurnalistler, kendi ergen bunalımlarından başka bir şey anlatamayan kabız sinemacılar, yarı cahil piyesçiler ve en acısı bir zamanlar umut veren parlak aydınlar, bir sene kadar önce sövdükleri gençliğe methiyeler düzmeye başladılar. Buralarda üretilen gayrı meşru ironinin, rüküş mizahın ve küfürbaz müşkülpesentliğin geleceğin edebiyatını, sinemasını, sanatını inşa edecek veludlukta olduğunu utanmadan yazdılar. Bütün bu hastalıklı kehanet sahiplerinin mitolojideki Teiresias gibi kör oldukları biliniyordu. Fakat bırakın Sphenx’i yenecek kişiyi müjdelemeyi, bir fili kısmen de olsa tarif edebilecek basiretten de uzak oldukları anlaşıldı. 

Göz kamaştırıcı körlük

Peki, bu göz kamaştırıcı körlüğün, basiretsizliğin sebebi neydi? Elbette nefretti. Elbette bu nefretin sebep olduğu kibirle, geçmişten tevarüs ettiği irfanıyla var olan halkı aşağılayabiliyor, onun seçtiği iktidarlara her türlü hakareti edebiliyorlar.

Nietzsche “Cehenneme bakmak yürek ister” diyordu. Eğer o yürek yoksa sen de o cehenneme dönebilirsin diye de ekliyordu. Nefretin bir şekilde nefret edilene dönüştürdüğünü bilemeyecek kadar psikolojiden nasipsiz kötürüm entelijansiyamıza göre bir cehennemde yaşıyoruz. Oysa kendileriyle yüzleşecek yüreğe sahip olamayanların vehmettikleri cehennem ancak kendi cehennemleri olabilir. Her sabah hastalıklı bir şehvetle, hazla ve kibirle giriştikleri her saldırı da elbette ki kendi cehennemlerine odun taşımaktan başka bir şey değildir.

Türkiye’nin güya en amiral, en bağımsız, en muhalif, en entelektüel, en düzeyli gazetelerinde, televizyonlarında, mahfillerinde ahkâm kesen bu kolejli bahçevanlar Ece Ayhan’ın o harika tespitiyle tercüme bir cumhuriyetin ürünleridir. Bu yüzden de cumhuriyetin ithal ettiği sanatın, düşüncenin noterliğinden başka bir şey yapamıyorlar. Bundan dolayı da yazdıkları ve söylediklerindeki cilayı sıyırdığınızda ortada anlam diye bir şey kalmıyor. Ne diyordu Cioran? “Sadece kendini kıyıda tutan, ötekiler gibi yapmayan kişi, hakikaten bir şey anlama yeteneğini korur.” Bugün en histerik cümleler, en rüküş kostümleriyle meydana akın eden entelijansiyanın, onun havariliğine soyunan okur-yazar kesimin Cioran’ın müjdelediği bu hikmetten haberdar olmadığı ortadadır. Bu sebeple de kendi nefretlerinin kirli fırınlarında pişirip servis ettikleri zehirli somunları paylaşmaya bir süre daha devam edecekler. Fakat bu beraberinde bir yokoluşu da getirecek. Zaten hiçbir zaman insan olamamış bireysilerin oluşturduğu bir entelijansiyanın tarihi de, edebiyatı da, sanatı da müsvedde olarak kalmaya mahkûmdur. Oysa bırakın bu topraklarda yüzyıldır bizzat müntesiplerince boğdurulmaya çalışılan geleneği; aydınlanmanın vicdanlı avukatlarından Bauman dahi yalnızca tam insanların ahlaki anlamın taşıyıcıları olabileceğini tespit edebilmiştir.

Uyduruk devrimler

Batı’dan getirdikleri koltuk değnekleriyle kendi kararttıkları yolda yürüyenlerin tam insan olabilmeleri elbette mümkün değildir. Böylesi nefret dolu bir entelijansiyanın gördüğü devrim rüyası da, değişim hayali de elbette ki kötü bir kâbusla sonuçlanacaktır. Richard Sennett’in çok önceleri tespit ettiği gibi değişim kitlesel ayaklanmalarda değil ihtiyaçlarını birbirleriyle paylaşan insanların arasında yeşerir. Kendi sanal fildişi kulelerinde, değersiz manifestolar, uyduruk devrimler peşinde koşturan konformizm kölesi entelijansiya ve okur yazar kesimin böylesi bir paylaşımı gerçekleştiremeyeceği açıktır. En başta varoluşlarını borçlu oldukları nefret buna engeldir. Ayrıca her gün köşelerinde, taymlaynlarında ya da ekranlarda vaaz verip duran entelijansiyamız, bu haliyle, Walter Benjamin’in dediği gibi, kendi mahvını birinci sınıf bir estetik tecrübe olarak yaşamaktan başka bir şey yapamayacaktır. 

[email protected]