Terörle mücadelede strateji değişikliği ve sonuçları

Faruk Önalan / Yazar
10.09.2022

Türkiye ne zaman milli güvenliğini tesis etmek adına bir adım atmaya kalksa, sarsıcı olaylarla yüzleşmek zorunda kaldı. Kimi zaman taşeron bir terör örgütünün saldırısına, kimi zaman istihbarat kurumlarının "kayıt dışı" operasyonlarına, kimi zaman da üçüncü ülkelerin Türkiye'nin çıkarlarına yönelik direkt hamlelerine maruz kalındı.


Terörle mücadelede strateji değişikliği ve sonuçları

Türkiye ne zaman, milli güvenliğini tesis etmek ya da komşu ülkelerde barışı ve huzuru sağlamak adına bir adım atmaya kalksa sarsıcı olaylarla yüzleşmek zorunda kaldı. Kimi zaman taşeron bir terör örgütünün saldırısına, kimi zaman istihbarat kurumlarının "kayıt dışı" operasyonlarına kimi zaman da üçüncü ülkelerin Türkiye'nin çıkarlarına yönelik direkt hamlelerine maruz kalındı. Bunlardan bazılarına –özetle" değinmek isterim.

Sahte istihbarat raporları ile Irak'ın işgali, Ebu Gureyb'de gerçekleştirilen insanlık dışı uygulamalar sonrasında Bağdat'ın, mezhepsel Saiklerle hareket eden isimlere teslim edilmesi, bugün bölgemizde yaşanan sorunların ana kaynaklarından biridir. Terör örgütleri de burada açılan alan ile daha fazla etkili olmuştur. Baas rejiminin sert uygulamaları sonucu patlak veren Suriye iç savaşı ile terör örgütleri daha fazla mevzi kazanmaya başladı. Hem Irak hem de Suriye'ye sınır komşusu olan Türkiye olaylardan en fazla etkilenen ülke oldu. Önce sınır şehirlerinde sonra Ankara'da, İstanbul'da bombalar patlamaya başladı ve çok sayıda insan bu terör saldırılarında hayatını kaybetti. DEAŞ terör örgütü elebaşı Ebu Bekir el-Bağdadi, yayınladığı kayıtlarla özellikle Türkiye'yi tehdit ediyordu. Başta ABD olmak üzere bazı ülkeler dünya kamuoyuna bu cani örgütü "yenilmez" olarak göstermeye çalıştı. Bölgenin yeniden dizayn edilmesi adına, plan üstüne plan yapıldığı günlerde 15 Temmuz ihanet kalkışması cereyan etti. Sonrasında tutuklananlardan biri de ABD İstanbul Konsolosluğu çalışanıydı. Dönemin ABD Ankara Büyükelçisi John Bass, Kabil'e gitmeden düzenlediği basın toplantısında, -Amerikan medyasına göre- oldukça gergindi ve daha önce yaptığı gibi konuşmasında ara ara Türkçe cümleler kullanmıyordu. Konsolosluk çalışanı Metin Topuz'un tutuklanmasına tepki gösterirken aba altından sopa göstermekten de geri durmadı.

"Çok sevindirici bir şekilde, Türkiye, son 9 buçuk aydır kayda değer bir DEAŞ saldırısı yaşamadı. Bu, DEAŞ'ın Türkiye'de saldırı düzenlemekten vazgeçmesinden kaynaklanmıyor, DEAŞ, şu anda Türkiye'ye saldırı düzenleyemiyor. Hepimiz dün yıl dönümü olan iki yıl önceki Ankara'daki trajik saldırıyı hatırlıyoruz. DEAŞ'ın son dönemde böylesi büyüklükte saldırılar yapamaması, iki hükümet arasında ve diğer hükümetlerle bu konuda yakın yoğun işbirliğinden kaynaklanıyor. Bu da DEAŞ'ın Türkiye'de büyük saldırılara girişememesinin sigortası." Oysa terör saldırılarının bıçak gibi kesilmesinin sebebi çok daha farklıydı. Birinci neden olarak, içlerindeki hainlerden arınan güvenlik birimleri çok daha etkin olmaya başladı. İkinci neden de, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe teşebbüsünden sonra terörle mücadelede strateji değişikliğine gidilmesiydi. Bu kapsamda artık savunmada kalınmayacak sürekli taarruzda olunup terör kaynağında yok edilecekti.

Yenilmez denen örgüt...

Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı harekâtları da bu amaç doğrultusunda icra edildi. Başta Cerablus olmak üzere girilen bölgelerde "yenilmez" denilen terör örgütü çok kısa süre içinde yok edildi. Bu açıdan terör örgütü DEAŞ ile göğüs göğüsse çarpışan ve hezimete uğratan tek ordu Türk Silahlı Kuvvetleridir. Bu durumdan rahatsız olunduğu için Ankara'nın artık durması gerektiği hatta yirmi kilometreyi geçmemesi istendi. Zira o bölgelerde "Suriye Demokratik Güçleri" kılıfı giydirilmiş terör örgütü PKK vardı. Oysaki hem Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) hem de Ulusal Terörle Mücadele Merkezi (NCTC) raporlarında PKK'nın Suriye uzantıları terör örgütü olarak kabul ediliyordu. İşbirliği resmileşince bu raporlara erişim kısıtlanmıştır.

Suriye'yi üçe bölme planı

Mayıs 2013'de Beyaz Saray'da MİT Başkanı Hakan Fidan'ın da olduğu bir toplantıda Suriye'de kullanılan kimyasal silahlar, terör örgütü ile yapılan işbirliği belgeleriyle Obama'ya gösterilmişti. Başkan Obama dinlemediği gibi Fidan'ın sözlerini de iki defa kesmişti. (ABD medyası) Çünkü ABD'nin ta o günlerden Suriye'yi üçe bölme planı vardı ve bunun karşısında en büyük engel Türkiye idi. Hemen bir ay sonra başlayan Gezi olayları, 17/25 Aralık emniyet-yargı darbe girişimi, MİT tırlarının durdurulması olaylarının ardı ardına yaşanması oldukça manidardır. O günlerde Türkiye aleyhine yazılan yazılarda (ülke içinde İngilizce, Fransızca, Arapça yazılar, paylaşımlar dahil) en fazla "MİT tırları", "İŞİD", "El-Kaide", "Cihadist" vb. kelimelerin kullanılması şaşırtıcı değildir. Suriye'de iç savaşın durdurulması amacıyla toplanacak olan Cenevre II Konferansı öncesinde; 1 Ocak 2014 tarihinde Hatay'ın Kırıkhan ilçesinde MİT tırının durdurulması, 14 Ocak'ta insani yardım kuruluşu IHH'nın Kilis ofisinin basılması ve son olarak 19 Ocak'ta Adana'nın Ceyhan ilçesinde yine MİT tırının durdurulması olayları aynı aklın gerçekleştirdiği kirli operasyonlardır. Amaç ise netti: Cenevre II öncesi Türkiye'yi El-Kaide ile bağlantılı göstermek.

Seçenekleri çeşitlendirmek

Rusya-Ukrayna savaşı ile özellikle Avrupa, ortaya çıkan büyük enerji krizi karşısında alternatif enerji arayışlarına girmek zorunda kaldı. Bu noktada stratejik konumuyla kilit ülke olarak Türkiye ön plana çıkmaktadır. Ankara artan ihtiyaçlar karşısında seçenekleri çeşitlendirme yoluna gitmiştir. Burada şu noktayı belirtmekte fayda var, Türkiye'nin yaklaşan kış öncesi doğal gaz tedariki noktasında herhangi bir sıkıntısı bulunmamaktadır. Bunun yanında hem Kuzey Irak hem de İsrail sahalarında çıkarılan gazın Türkiye'ye ulaştırılması için görüşmeler de yapılıyor. Öte yandan, Rusya'nın gaz akışını kesmesiyle Avrupa için kış aylarının çok zor geçeceğini tahmin etmek zor değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna ziyareti dönüşünde Süleymaniye Çemçemal Bölgesinde çıkarılan doğal gaz ile ilgili önemli açıklamalarda bulunmuştu: "Irak'tan da belki doğal gaz noktasında Türkiye'ye bir arz olabilir. O da olursa zaten daha da farklı olacak. İnşallah Irak doğal gazıyla ilgili de anlaşmalarımızı yapıp oradan kazan-kazan esasına göre hem onlar kazanacak hem de biz kazanmış olacağız" (IKYB Başbakanı Dubai'de katıldığı bir panelde benzer cümleleri kullanmıştı.) Bu açıklamadan üzerinden çok bir süre geçmeden İran, Erbil'deki bir villayı "Mossad Üssü" diye vurmuştu. Reuters'de çıkan bir haberle asıl hedefin Türkiye'nin dolayısıyla Avrupa'nın çıkarları olduğu gözler önüne serildi. "Irak'ın Kürdistan bölgesinin, İsrail'in yardımıyla Türkiye ve Avrupa'ya gaz tedarik etme planı, İran'ı bu ay Kürt başkenti Erbil'i balistik füzelerle vurmaya iten şeyin bir parçasıdır."

Güvenli bölge için ilk şart

Suriyeli göçmenlerin gönüllü, güvenli ve onurlu bir şekilde ülkelerine dönmesini temin edebilmek için birinci öncelik bölgenin terör örgütünden temizlenmesidir. Bu kapsamda yapılacak bir operasyon konusunda kararlık tüm dünyaya duyurulmuştu. Bu noktada ilginç olan ise birbirleriyle "hasım" görünümü veren ülkelerin bu operasyon karşısında yekvücut olmalarıdır. Bu kararlılığın Tahran'da son kez vurgulanmasından saatler sonra Duhok Valiliğine bağlı Zaho'da piknik alanına bir terör saldırısı düzenlendi. Dakikalar içinde başta Bağdat ve Erbil yönetimi olmak üzere Türkiye'yi itham ettiler. Saldırının şekline, yöntemine bakılsa dahi bu saldırının TSK tarafından yapılmadığı net şekilde ortaya çıkacaktı. Ancak yukarıda bahsettiğim olaylardaki bir üst akıl Ankara'yı saldırının merkezine koydu.

Ege hesapları

Birleşmiş Milletler 'in tanıdığı Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yapılan deniz yetki alanları anlaşması başta Yunanistan olmak üzere Batı'nın, Akdeniz (dolaylı olarak Ege) üzerindeki tüm hesaplarını altüst etti. Plan, -kıta ülkeleri arasında eşit statüde olması gereken adaların- kıta sahanlığı bahanesiyle Türkiye'yi Antalya Körfezi'ne sıkıştırmaktı. Öyle ki Antalya'nın Kaş ilçesine 2 km, Yunan ana karasına 580 km uzaklıkta olan Meis adası gerekçe gösterilerek Türk kıta sahanlığı yok sayılmaktadır. Lozan anlaşmasının 6. maddesinde, "İşbu Antlaşmada tersine bir hüküm olmadıkça, deniz sınırları kıyıdan üç milden aşağı uzaklıktaki ada ve adacıkları kapsar" ve 12. maddesinde "Asya kıyısından üç milden az uzaklıkta bulunan Adalar, işbu Antlaşmada tersine hüküm olmadıkça, Türkiye egemenliği altında kalacaktır" ibarelerini ayrıca not edelim. Ankara'nın art arda yaptığı hamleler karşısında Yunan tarafı, adaları –Lozan ve Paris anlaşmalarına aykırı olarak- silahlandırmaya, birer Amerikan askeri üssü haline getirmeye başladı. Bununla da yetinilmedi, Türk hava sahası defalarca ihlal edildi. Ege ve Doğu Akdeniz'de uluslararası hava sahasındaki görev uçuşları sırasında Girit Adası'nda konuşlu Yunanistan'a ait Rus yapımı S-300 hava savunma sisteminden radar kilidi atılarak taciz edildi. Hâlbuki Rusya'dan alınan S-400'den dolayı Türkiye, CAATSA yaptırımlarına tabi tutulmuştu. Buna karşın ABD, ne Yunanistan'ın S-300'lerine ne de Hindistan'ın S-400'leri karşısında en ufak bir tepki dahi göstermedi.

Son olarak Yunanistan Yargıtay'ı Batı Trakya Türklerinin haklarının verilmesi konusunda AİHM kararını bir kez daha reddetti. Pasok Partisi İskeçe vekili Burhan Baran, Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu üyesi olduğunu belirtip, "Azınlık insanının birlik ve beraberliğini bir kez daha göstermesine fırsat olacak olan 09.09.2022 Cuma günü yapılacak olan seçime katılımı toplumumuz için önem arz ettiğinden, tüm halkımızın bu seçime katılmalarını şehrin bir vekili olarak kendilerinden istirham ediyorum. Saygılarımla" şeklinde bir paylaşım yaptı. Yunan milletvekilleri ayağa kalktı ve medya ile beraber bir linç kampanyası yürütüldü. Daha fazla dayanamayan Baran, geri atıp özür dilemek zorunda kaldı. Türk Dış Politikası açısından Batı Trakya Türklerinin, önümüzdeki süreçte daha fazla gündemde olması gerektiğini vurgulamak isterim.

[email protected]