Yeni ulus devlet formu, artık klasik anlamda homojenleştirici bir “etno-ulusal” kimlik inşasından çok, kapsayıcı ve çoğulcu bir yurttaşlık anlayışıyla varlığını sürdürme eğilimindedir. Türkiye bağlamında da bu dönüşüm tartışması oldukça belirgindir.
Dr. Hamit Balcı/Siyaset Bilimci
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan Kızılcahamam Toplu açılış ve Anahtar teslim töreninde tarihe geçecek bir konuşma yaptı. Terörsüz Türkiye hedefi ile başlayan süreçte PKK'nın silah bırakması ve akabinde silahları teslim etmeye başlamasıyla yeni dönemin manifestosunu ilan etti. Türkiye uzun yıllar terörü bitirmek için hukuk ve meşruiyet dışı alanlara kayarak terörü adeta körükledi. Kısa dönemli tarihsel hafızayla terörün Türkiye'ye verdiği zararı vurgulaması, geçmiş dönemlerde Kürt meselesiyle ilgili iktidarların yaptığı yanlış politikaların sonuçlarını muhasebe etmesi ve bir gelecek ufku çizmesi toplumsal olarak bir heyecan uyandırdı. Erdoğan'ın iktidara geldiğinden beri Kürt meselesini çözme iradesi farklı konjonktürel gerekçelerle akamete uğratıldı.
Terör meselesi geçmişi ve bugünü de içine alan çok katmanlı sorun olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar terör meselesini 1984'te PKK'nın ilk eylemiyle başlatsak da Kürt sorunu daha eskilere dayanıyor. Kürt meselesini Cumhuriyet'in kuruluşuyla başlatmak mümkün. Erken Cumhuriyet dönemi çok uluslu (etnik köken) bir yapı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun aksine tek bir ulus yaratma çabası içerisine girişmişti. Bu geçiş sancısı Cumhuriyet'in ilk yüzyılında her daim kendini hissettirdi. Türkiye erken dönem Cumhuriyetle başlayan bu sorunu çözme konusunda önemli bir yol ayrımında. Ancak bu yazıda terör meselesinin çözümüyle başlayan adımlardan ziyade Kürt meselesi üzerinden ulus devlet algısının en azından Türkiye özelinde değiştiği vurgulanıyor.
Ulus devletin geleceği üzerine uzun süredir süregelen teorik tartışmalar, yaşadığımız yüzyılın değişen koşullarında yeniden alevlenmiş durumda. Küreselleşmenin zirve yaptığı 90'lı yıllarda, sınırların silikleşeceği, kimliklerin küresel değerler içinde eriyeceği, devletlerin giderek işlevsizleşeceği yönünde kehanetler dolaşıyordu. Devletlerin rolünün giderek azalacağı, onun yerine ulus üstü aktörlerin varlık göstereceği küreselciler tarafından sistematik olarak işleniyordu. Akademi çevrelerinden gündelik hayata kadar globalleşmeyi/küreselleşmeyi anımsatan kelimelerin olmadığı sohbetler değersizleşiyordu. Bu kadar güçlü ve tekrarlayan bir anlatı herkesi ikna etmiş ve zaferini erken ilan etmişti. Ancak son yıllarda yaşanan krizler –göç hareketleri, pandemi, savaşlar ve ekonomik çalkantılar– ulus devletin hâlâ merkezi bir siyasal yapı olarak varlığını sürdürdüğünü, hatta güçlenerek yeniden tanımlandığını ortaya koydu. Bugün ulus üstü kurumların etkisinin belki de en az olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu zayıflık kurumların işlevsizliğinden ziyade devletin yeniden güçlenmesiyle şüphesiz doğru orantılı.
Ulus devletler yeniden güçleniyor. Fakat bu yeni ulus devlet modeli, artık geçmişteki gibi etno-homojenliği dayatan değil; çoğulculuğu tanıyan, farklı aidiyetleri kapsayarak ayakta kalan bir forma doğru ilerliyor.
Köklü bir zihinsel dönüşüm
Türkiye'nin adım adım yaklaştığı yeni bir döneme işaret eden "Terörsüz Türkiye" perspektifi de yalnızca güvenliğe ilişkin bir umut değil; aynı zamanda ulus devlet anlayışında köklü bir zihinsel dönüşümü de içeriyor. Bu dönüşüm, özellikle Kürt meselesi ve kimlik politikaları bağlamında ele alındığında daha da belirginleşiyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında kurulan merkeziyetçi ve etno-merkezci ulus devlet yapısı, Türk kimliğini etnik temel üzerine inşa etmişti. Ancak çok etnili bir yapıdan tevarüs eden bu coğrafyada Cumhuriyet bu sorunla yüzleşmek durumunda kaldı. Dolayısıyla bugün "Terörsüz Türkiye" hedefi tarihteki o parantezi kapatmak için önemli bir fırsat sunmaktadır.
Ulus devlet modeli, 19. yüzyılda Avrupa merkezli milliyetçilik akımlarının etkisiyle şekillenen ve siyasal meşruiyetini ortak bir etnik, dilsel ve kültürel kimlik üzerinden tesis eden bir yapıyı ifade eder. Bu yapı, Batı Avrupa'da merkezileşme süreçlerinin ve modern bürokrasinin gelişimiyle beraber bir "devlet ulus" formuna bürünmüş; kendi halkını hem siyasal özne hem de kimliksel bütünlük içinde tanımlamayı amaçlamıştır. Türkiye özelinde ise bu model, Osmanlı'nın çok etnili yapısından Cumhuriyet'in erken döneminde Türk kimliğine dayalı bir ulusal formasyona geçişle kendini göstermiştir.
Cumhuriyet'in kuruluş döneminde hâkim olan etno-merkezci yaklaşım, siyasal birliğin sağlanması amacıyla Türk kimliğini merkeze almış; diğer etnik, dilsel ve kültürel aidiyetleri ya görünmez kılmış ya da asimile etmeye dönük politikalarla dışlamıştır. Özellikle Kürt kimliği bu süreçte, resmi ideolojinin dışında kalan ve zamanla siyasal çatışmanın konusu haline gelen bir unsur olmuştur. Bu dışlanmışlık hali, kimlik temelli eşitsizliklerin derinleşmesine, temsiliyet sorunlarına ve nihayetinde şiddet ortamının doğmasına yol açmıştır. Ancak son yıllarda Türkiye'de terörün toplumsal ve siyasal meşruiyetini yitirmesi, yeni bir sosyo-politik uzlaşının kapısını aralamaktadır. "Terörsüz Türkiye" kavramı, yalnızca silahların sustuğu bir güvenlik vizyonunu değil, aynı zamanda yeni bir siyasal ve toplumsal sözleşmenin inşasına olan ihtiyacı da işaret etmektedir.
Bu noktada, küresel ölçekte ulus devletin geleceğine ilişkin yürütülen teorik tartışmalar Türkiye özelinde yeni bir anlam kazanmaktadır. 1990'lı yıllarda küreselleşme süreçlerinin ivme kazanmasıyla birlikte, ulus devletin zayıflayacağı, sınırların silikleşeceği, küresel aktörlerin devletlerin yerini alacağı yönünde güçlü bir paradigma ortaya çıkmıştı. Bu yaklaşım, seyahat özgürlüklerinin artacağı, uluslararası göçlerin serbestleşeceği, çok uluslu şirketlerin ekonomik alanı yöneteceği ve bireyin kimliksel aidiyetlerinin devletten bağımsız hale geleceği bir gelecek tasavvurunu öne sürmekteydi. Ancak 2008 küresel ekonomik krizi, ardından gelen göç dalgaları, yükselen popülist hareketler ve COVID-19 pandemisi gibi küresel şoklar, bu beklentileri büyük ölçüde sarsmış ve ulus devletin halen merkezi bir aktör olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Dönüşerek güçlenen bir yapı
Bugün gelinen noktada, ulus devletlerin zayıflamasından ziyade dönüşerek güçlendiği bir süreç yaşanmaktadır. Devlet sınırları hâlâ göç, güvenlik, sağlık ve ekonomi politikalarında belirleyici bir rol oynamakta; devlet, sadece bir coğrafi alanı değil, aynı zamanda vatandaşlık, güvenlik ve kolektif aidiyet gibi soyut kavramları da düzenleyen en önemli kurumsal yapıyı temsil etmektedir. Ancak bu yeni ulus devlet formu, artık klasik anlamda homojenleştirici bir "etno-ulusal" kimlik inşasından çok, kapsayıcı ve çoğulcu bir yurttaşlık anlayışıyla varlığını sürdürme eğilimindedir.
Türkiye bağlamında da bu dönüşüm tartışması oldukça belirgindir. Cumhuriyet'in ilk döneminde Türk kimliği daha çok etnik temelli, dışlayıcı ve özcü bir temel üzerinden inşa edilmişti. Hatta bu dışlayıcılık Türk kimliğini var ederken diğer taraftan Kürt kimliğinin de oluşumuna katkı sunuyordu. Etnik temelli Türklük vurgusu Kürt kimliğinin taşıyıcı özelliğini zımnen belirliyordu.
Ulusal kimliğin Türklük temelli kurgulanışı bugün yeniden tanımlanmakta; Kürt kimliği başta olmak üzere diğer etnik ve kültürel kimliklerin tanınması, katılımı ve temsili gündeme gelmektedir. Bu yeni yaklaşım, Türkiye'yi hem toplumsal barış hem de demokratikleşme açısından farklı bir kulvara taşımaktadır. Terörün ortadan kalktığı bir siyasal iklimde, Kürtlerin kendilerini bu ülkenin asli ve kurucu yurttaşları olarak hissedebileceği bir siyasal zemin kurulması, yalnızca bir azınlık politikası değil, ulusun bütünlüğünü koruyan yeni bir döneme işaret ediyor.
Bu noktada, ulus devletin geleceği üzerine yapılan tartışmalar, salt devletin zayıflayıp zayıflamayacağına odaklanmaktan ziyade, ulus devletin dayandığı temelin niteliğine ilişkin sorulara kaymaktadır. Nitekim Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren izlenen katı dışlayıcı etnik politikaların aksine kuşatıcı ve kapsayıcı bir hüviyette Türkiye hem içeride hem de dışarıda daha güçlü olacaktır.
Ulus devletler ne tarihe karışmış ne de sabit ve değişmez yapılardır. Aksine, sürekli bir dönüşüm içinde olan ve toplumsal gerçekliğe göre yeniden şekillenen kurumsal yapılardır. Bugün şahitlik ettiğimiz süreç ulus devletin mahiyetinin değiştiğini göstermektedir. "Terörsüz Türkiye" hedefi yalnızca güvenlik paradigmasını değil, aynı zamanda siyasal aidiyetlerin tanımının da yeniden oluştuğu bir süreci zorunlu kılmaktadır. Türk, Kürt ve Arapların ittifak yapmasıyla geçmişte Çin Denizi'nden Adriyatik'e kadar hakim olabildiğini anımsatması Erdoğan'ın gelecekte güçlü Türkiye'nin etnik aidiyetlerin bir arada var olmasına bağladığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda Türk, Kürt ve Arap gibi etnik aidiyetlerin çatışan değil, birlikte var olabilen, ortak bir toplumsal sözleşmenin eşit paydaşları olarak yeniden konumlanacağını öngörebiliriz.