Terörsüz Türkiye sürecini; bir güvenlik soruna çözüm bulmak amacıyla atılan pragmatik adımlardan ibaret saymak, meselenin asli anlamını ıskalamak olur. En temelde mesele; ümmet coğrafyasının emperyal tasarımlara karşı kendini yeniden konumlandırma mücadelesi meselesidir.
Mehmet Hasip Yokuş / Sosyolog
Bir yılı aşkın süredir devam eden Terörsüz Türkiye süreci, artık "operasyonel adımların" ötesine geçen yeni bir safhaya girmiş görünmektedir. Meclis'te oluşturulan komisyonun çalışmalarını tamamlamak üzere olması ve İmralı temaslarının ardından nihai bir raporun açıklanmasının beklenmesi, sürecin siyasal–hukukî kurumsallaşma aşamasına ilerlediğine işaret etmektedir.
Bu aşamayı önemli kılan husus, meselenin artık yalnızca güvenlik bürokrasisinin dar alanında değil; yasama zemini ve hukuki meşruiyet kanalları üzerinden ilerleyecek bir vasata taşınmış olmasıdır. Bu safha, yalnızca çatışmanın sona erdirilmesini değil; devletin meseleyi kalıcı biçimde yönetebilecek kurumsal ve hukukî bir çerçeve inşa edip edemeyeceğinin de sınavını oluşturmaktadır.
Bu bir yıllık süreç içerisinde dikkat çekici olan husus, hem iktidar kanadının hem de örgütün süreçle kurduğu istikrarlı sahiplenme ilişkisidir. Sürecin kamuoyunda görünürlük kazanmasında kilit rol oynayan siyasal aktörlerin, farklı tonlarda ama aynı istikamette pozisyon almaları, süreci "kişisel inisiyatif" olmaktan çıkarıp devlet aklına eklemlenmiş bir strateji zeminine taşıdı. Kamuoyunda zaman zaman dile getirilen "süreci ağırdan alma" iddialarının aksine, kritik eşiklerde verilen net mesajlar, sürecin bilinçli bir stratejik sabırla yürütüldüğünü göstermektedir.
Aynı şekilde bu kararlılığın örgüt tarafında da karşılıksız kalmadığı görülmektedir. Türkiye sınırlarından çekilme ve fesih yönünde atılan adımlar, örgütün sürece bağlılığını teyit eden önemli göstergelerdir. Örgüt tarafından önümüzdeki dönemde bunu destekleyen daha ileri adımların atılması sürpriz olmayacaktır.
2013–2015 döneminden farklı olarak, bu kez güvenlik bürokrasisi ile siyasal irade arasındaki koordinasyonun kesintisiz olduğu, sürecin çeşitli aktörler tarafından manipüle edilmesine izin verilmediği anlaşılmaktadır. Açıklamaların içeriği, zamanlaması ve muhatabı dikkatle belirlenmiş; sürecin ritmi komplo teorilerinin ve manipülasyonların insafına bırakılmamıştır. Bunun en net göstergesi de bazı siyasal riskleri göze alma pahasına hükümetin İmralı ziyaretindeki kendinden emin ve kararlı tutumuydu.
Devletin, örgüt liderliği üzerinden süreci ilerletme tercihi, dış müdahalelerin manevra alanını daraltırken; aynı zamanda örgüt tarafında veya örgütün sivil kanatlarında mazeret üretme kapasitesini zayıflatarak çöküş ihtimalini düşürmektedir.
Meclis Komisyonu'nun İmralı'ya gitmesi/gitmemesi etrafında oluşan tartışma, bu sürecin önemli bir eşiğiydi. Ancak Komisyon'un oy çokluğuyla bu yönde irade ortaya koyması ve görüşmenin gerçekleşmesi, sürecin kritik bir eşiği daha aştığını ve artık geri döndürülmesi taraflara ağır maliyetler yükleyecek bir düzleme taşındığını göstermektedir. Zira süreç ilerledikçe tarafların bağlanma düzeyi artmakta, diğer bir ifadeyle çöküş senaryolarının maliyeti yükselmektedir.
Geri dönülmezlik nasıl inşa edildi?
Bahse konu bu süreçle ilgili geri dönülmezlik üç düzeyde inşa edilmektedir.
İlk olarak siyasal düzeyde: Sürecin Meclis zeminine taşınması, alınan kararların kurumsal bir nitelik kazanmasına yol açmaktadır.
İkincisi hukukî düzeyde: Muhtemel yasal düzenlemeler, süreçle ilgili adımları normatif bağlayıcılığa kavuşturacaktır.
Üçüncüsü örgütsel düzeyde: Örgütün Türkiye içinden ve sınır hattından çekilme adımları, yeniden silahlanma ve eski pozisyonlara dönme kapasitesini fiilen zayıflatacaktır.
Süreç bu istikamette ilerledikçe aynı zamanda kurumsal risk paylaşımı üretmektedir. Tarafların her bir adımı, yalnızca karşı taraf için değil, bizzat kendileri açısından da bağlayıcı maliyetler doğurmaktadır. Bu durum, süreci klasik müzakere ve taktik pazarlık alanından çıkarıp, siyasal aktörlerin geri çekilmesini rasyonel olmaktan uzaklaştıran bir noktaya taşımaktadır. Başka bir ifadeyle, süreç artık bir "deneme alanı" değil; başarısızlığı halinde kurumsal ve siyasal bedeller üretecek bir tarihsel yükümlülük olarak tarafların omuzlarına yüklenmiştir.
Son olarak, sürecin bu safhası, Türkiye açısından yalnızca iç güvenlik ya da iç siyaset meselesi olmanın ötesinde, bölgesel denklemleri etkileyebilecek stratejik bir model üretme potansiyeli ve imkânı da barındırmaktadır. Bu yönüyle Terörsüz Türkiye süreci, yalnızca terörü bitirme çabası değil; aynı zamanda devletin yeni bir siyasal model inşa etme kapasitesinin somut bir göstergesi olacaktır.
İmralı'dan Şam'a uzanan hat: Sürecin Suriye boyutu
Tüm bu umut vadeden tabloya rağmen Suriye sahası, Türkiye'de atılan adımların test edileceği en kritik eşik olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, Suriye hattındaki yapıların Türkiye'deki süreçle uyumlu bir yol haritası geliştirmemeleri, bu süreçteki tüm iyi niyet ve kararlılığa rağmen bizi bambaşka senaryolarla karşı karşıya getirebilir.
Meclis Komisyonu ile Öcalan arasında 2 saat 50 dakika sürdüğü belirtilen görüşme notları 10 yıl boyunca kamuoyuyla paylaşılmayacağı için detaylarını tam olarak bilmiyoruz ancak, Meclis Başkanlığının ve DEM'in ilk açıklamalarına bakılırsa Komisyon tarafından Öcalan'a sorulan sorular arasında Suriye meselesi de var.
Her ne kadar Suriye meselesine dair ilk değerlendirmeler iyimser bir tablo sunsa da, ihtiyatı elden bırakmamak gerekir. Zira Öcalan'ın silah bırakma ve örgütün feshi yönündeki çağrısının üzerinden yaklaşık on ay geçmesine rağmen PYD, süreci belirgin biçimde ağırdan almaktadır. Mart ayında Şam hükümetiyle bir mutabakat metni imzalamasına rağmen, DEAŞ Karşıtı Koalisyonu adres göstermeye devam etmekte ve esasen Suriye'deki siyasal tablonun seyrini gözeterek kendi pozisyonunu farklı partner arayışıyla yeniden tahkim etmek istemektedir.
PYD kanadından farklı zamanlarda yapılan açıklamalarda;silah bırakmanın muhatabı olarak uluslararası koalisyonun işaret edilmesi, süreci muğlaklaştırmaktan başka bir şey değildir. Esasında, ilave zorlayıcı faktörler olmadan yalnızca Öcalan'ın talimatlarına dayanarak PYD'nin tutumunda bir değişiklik beklemek safdillik olur.
Suriye özelinde ortaya çıkan tablo, aktörlerin iradeleriyle birlikte bölgesel ve uluslararası bağlamın hala risk skalasında hesaba katılması gereken önemli faktörler olmaya devam ettiğini göstermektedir. Bu gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda, Suriye sahasında sürecin istenilen sonuca doğru evirilmesi, yalnızca İmralı merkezli çağrılarla değil; Türkiye'nin bölgesel güç dengelerini domine etme kapasitesiyle de bağlantılı olduğunu göstetmektedir.
Bu noktada Suriye sahasının yalnızca bir dış dosya olmadığını; sürecin inandırıcılığını ve bağlayıcılığını test eden asli bir laboratuvar işlevi gördüğünü teslim etmek gerekir. Türkiye'de örgütsel çözülme ve siyasal kurumsallaşma ne kadar ileri bir noktaya taşınırsa taşınsın, Suriye hattında belirsizlik devam ettiği müddetçe sürecin nihai anlamda tamamlandığından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Terörün ötesi: Yapısal ve ontolojik bir okuma
Terörsüz Türkiye sürecini yalnızca bir güvenlik politikası yahut çatışma çözümü girişimi olarak ele almak, meselenin en derin katmanını ıskalamak anlamına gelir.
Son iki yüzyıldır İslam coğrafyasının yaşadığı en derin kırılma, sadece toprakların işgali ve sınırların parçalanması değil, kalplerin ve zihinlerin de parçalanmasıyla ilgilidir. Sömürgecilerin masa başında kanlı ellerle çizdiği bu ulus-devlet sınırları, sadece coğrafyamızı değil; tarih bilincimizi, ümmet tasavvurumuzu ve vahye dayalı toplumsal düzen anlayışımızı da köklü biçimde tahrip etmiştir.
Bu zihinsel ve coğrafi parçalanmanın ete kemiğe büründüğü alanlardan biri de Kürt meselesidir. Coğrafyamızdaki etnisite veya mezhep eksenli çatışmalar, ümmet fikrinin tasfiye edildiği; yerine seküler, baskıcı ve homojenleştirici politikaların ikame edilmeye çalışıldığı siyasal zeminlerde filizlenmiştir. Bu hareketler, ulus-devlet tarafından bastırıldıkça ve ulus-devletin adalet üretme kapasitesi zayıfladıkça güç kazanmıştır.
Bu noktada Terörsüz Türkiye süreci güvenlik kaygılarının ötesinde, Türk ulus-devletinin kendi siyasi, kültürel ve gönül coğrafyasını yeniden okuma ve tanımlama çabası olarak dikkat çekmektedir. Zira coğrafyamızdaki yaraları teşhis ederken en temelde medeniyet temelli bir ontolojik hastalıkla malul olduğumuzu görmemiz gerekiyor.
İlave olarak bölgedeki ulus-devletlerin paradigmal ve ontolojik anlamdaki yetersizlikleri, küresel ve bölgesel güçler için kalıcı bir müdahale alanı üretmiştir. PKK, bu sözünü ettiğimiz tablonun en somut göstergesidir.
Bu sebeple, Terörsüz Türkiye sürecini; bir güvenlik soruna çözüm bulmak amacıyla atılan pragmatik adımlardan ibaret saymak, meselenin asli anlamını ıskalamak olur. Dolayısıyla en temelde mesele; ümmet coğrafyasının emperyal tasarımlara karşı kendini yeniden konumlandırma mücadelesi meselesidir.
Ümmet fikri, modern dünyanın kriz ürettiği her başlıkta (adalet, meşruiyet, birlik, anlam) İslam'ın hâlâ söyleyecek güçlü bir sözü olduğunu hatırlatma çabası olarak İslam siyasal ahlakının merkezinde yer alan; adaleti, kardeşliği ve izzeti bir arada düşünebilen yegâne ontolojik çerçevedir. Ulus-devlet ise, sömürgecilik sonrası dönemde bu coğrafyaya ihraç edilen, aynı zamanda bu coğrafyanın tarihsel hafızasıyla derin çatışmalar yaşayan modern bir kurgudur.
Özetle, Terörsüz Türkiye süreci, yalnızca "terörün sona erdirilmesi" değil; modern ulus-devlet ile tarihsel ümmet ontolojisi arasındaki çatışmanın yönetilmesi ve bölgesel denklemlerde yeni bir istikrar ve meşruiyet üretme girişimi olarak okunmalıdır. Silahların susması, sürecin yalnızca yüzeydeki eşiğidir; asıl başarı, bu eşiğin hangi tarihsel ve ontolojik meşruiyet temeli üzerinde aşılacağı ile belirlenecektir.