Tohum saç bitmezse tasarım tohum utansın!

Neslihan Mervenur Vural / Yazar
20.07.2019

Dünya üzerinde tarım ilaçları ve tohumları piyasası belli başlı şirketlerin elinde bulunuyor. Hal böyle olunca ‘Yeşil Devrim’ açlık sorununu çözmek odaklı değil, ticari tekelleşme faaliyetinin kamuflajıdır eleştirilerine maruz kalıyor. 2050’de dünya nüfusunun 10 milyar olacağı öngörüsü yeterli gıdaya kavuşmak için bizi rengarenk devrimleri izlemeye götürebilir.


Tohum saç bitmezse tasarım tohum utansın!

Dünya, sorunlardan oluşan bir dert yumağı. Öyle köklü problemler var ki yüzyıllardır katmerleşip bir türlü yumuşamayan, çözülemeyen. Bunların hiç şüphesiz en eskisi ve en çok acıtanı: AÇLIK! Evet yüzyıllardır tüm varoluşsal mücadeleler bunun üzerine kurulu: “Ekmek kavgası”. Çünkü açsan yoksun. Tüm bu savaşların, mücadelenin sebebi de bu değil mi? Daha çok tok olmak. Afrika tecrübesi gözler önündeyken, Yemen krizi gündelik telaşlarımız içinde yok olur giderken belki duydunuz belki duymadınız ama geçtiğimiz hafta BM 2019 Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Raporu açıklandı. Rakamlar “son derece üzüntü ve kaygı verici” ifadelerinin çok ötesinde. Can acıtıcı ve düşündürücü. Peki rapor ne yapmış? Ne sonuca ulaşmış? BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve diğer BM örgütleri tarafından ortak yayınlanan açlık raporuna göre 2018’de, dünya genelinde 821 milyon kişi açlık tehdidin altında. Peki dünya nüfusu ne kadar derseniz hemen söyleyelim 7 milyar 142 milyon civarı. Yani nerdeyse dünyanın yüzde 11’i, her 100 kişiden 11’i açlık ile karşı karşıya. 149 milyon çocuk ise açlık nedeniyle büyüme geriliği sorunu yaşamakta. Rapora göre bu rakamlar son üç yılda büyük artış göstermiş. Bunun sebebi olarak 2015’ten bu yana artan iklim değişikliği ve savaşlar gösteriliyor. Elbette söylemeye gerek yok aç olan bölgelerin başını yüzde 20’lik oranla Afrika, yüzde 12 ile Asya yüzde 7 ile Latin Amerika ve Karayipler çekiyor. Kıta Avrupa ve Amerika’nın sorunu ise obezite. Dünya Sağlık Örgütüne ve rapor sonuçlarına göre her ikisi de çözülmesi gereken sorun. Bunun için BM 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri başlığı altında çalışma planları ortaya koyuyor. Ancak BM Dünya Gıda Programı (WFP) Başkanı David Beasley’in öngörüsü 2030’a kadar sıfır açlık hedefine ulaşamayacağı yönünde. Bu yazıyı yazan kalem ise çok daha pesimist ve bu sistemle ilerlenirse çok ama çok daha uzun yıllar açlık makasının daralmayacağı hatta daha da artacağı kanaatinde. Bu kanaate iten temel motivasyon ise dünya tarım politikaları ve küresel çaptaki tohum genetik mühendisliği çalışmaları ile açlık çeken/çekmeye maruz bırakılan ülkeler arasında doğrudan bir ilişkinin bulunması. “Bir dakika bir dakika! Afrika’nın açlığından nasıl tohum politikalarına geldi mevzu?” diyorsanız, haklısınız. Konuyu biraz daha açalım. Artık siz de rüzgar ekenin fırtına biçmediğine inanıyorsanız, bu rüzgardan etkilenmemek için arkanıza yaslanın; başlıyoruz… 

BM raporuna göre açlık, özellikle ihracat ürünlerine bağımlı orta gelirli ve ekonomik büyümenin gerilediği ülkelerde artıyor. Bu ekonomide şu anlama geliyor: Emtia ihracat-bağımlılığı. Daha açık ifade edecek olursak, bir ülke mal ihracatı içinde emtia ihracatının oranını yüzde 60’ı geçmesi halinde, emtiaya bağımlı ülke olarak tanımlanıyor. 

İhracata bağlı ülkeler veya bölgeler, ihracat gelirlerinin büyük kısmını mineraller, madenler, metaller, yakıtlar, tarım hammaddeleri ve gıda gibi birincil ürünlerden almaktadır. Son ekonomik yavaşlama ve gerileme dönemlerinde açlığın artması ile ülkelerin yüzde 80’i (65 üzerinden 52), ekonomileri ihracat ve/veya ithalat için birincil ürünlere büyük ölçüde bağımlı olan ülkelerdir. Tüm dünya piyasası içinde de tohum en önemli ekonomik girdilerin başını çekmektedir. Tarım sektöründe stratejik bir güç halini alan yeni bir aktördür tohum. 

Tohumun tarihçesi 

Tohum, gıda zincirinin ilk halkasını, biyolojik ve kültürel çeşitliliğin ise yapısal göstergesini oluşturucu olarak tanımlanırken sanayileşme sonrası entansif üretim anlayışının ortaya çıkışıyla yeni bir boyuta geçmiştir: Sertifikalı tohumluk. Sertifikalı tohumluk, tohumluğun fiziksel, biyolojik ve genetik değer bakımından özellikleri belirlenen ve resmi makamlarca bu özellikleri belgelenen tohum demektir. Günümüzde tohum sadece tarımsal bir girdi değil aynı zamanda teknoloji kullanılarak elde edilen ve yüksek gelir getiren ekonomik değere sahip bir üründür. Böyle tanımlıyor tohumu TİGEM (Bkz. 2017 Tohumculuk Sektör Raporu)Yani amaç rekabetçi piyasada var olabilmek için düşük maliyete yüksek verimlilik ve üretimdir. Bu anlamda sertifikalı tohumculuk tarım sektörünün en önemli ve temel girdisi halini almaktadır. Öyle ki devletler artık sertifikalı tohumlar dışındaki tohumların desteklenmeyeceğini dile getirmektedir. Peki ne olmuştur da geleneksel tohum sertifikalı tohuma evrilmiştir?  Tohumun kısa tarihçesi şöyle: 

İnsanların mahsulden ayırarak tohum elde etmeleri, kendi aralarında takas edip farklı ekin yetiştirmeleri insanlığın toprakla teması kadar eski. O kadar da uzağa gitmeyelim, annelerimizin komşunun beğendiği çiçekler için tohumları peçeye sarıp tohum alışverişinde bulunduğu zamanlar da çok uzak değil. Ancak tohumun ticari bir alışveriş metaı olması ise hayli yeni. Son birkaç yüzyıllık geçmişiyle tohumun ekonomik değeri değişip yeni bir anlam kazanması, üzerinde oynanan küresel politikalardan bile anlaşılabilir. Çünkü zaman değişmiş, 19.yüzyıla gelindiğinde ABD ve bazı AB ülkelerinde çoğu ürünler giderek azalma göstermiş ve tohumluk ticari nitelikli bir özellik kazanmaya başlamıştır. Ticari nitelik kazanmasıyla özelikle gelişmiş ülkelerde özel sektör girişimciliğine dayalı tohumculuk kuruluşları yaygınlaşmıştır. Son zamanlarında ise kurumların özelleşme macerasında tarım sektörü de nasibini almıştır. 1970’lerden sonra özel tohumculuk kuruluşları Ar-Ge konusunda önemli yatırımlar yapmaya başlamıştır. Günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde yeni bitki çeşitlerinin geliştirilmesi ve biyolojik yenilikler özel tohumculuk şirketleri tarafından sağlanmaktadır. 19. yüzyılda temelleri atılan genetik bilimi, sistematik bitki ıslahı ve çeşit geliştirme faaliyetlerine giden yolu açmıştır. 20. yüzyıl başında uygulamaya konulan hibrit teknolojisi ise özel sektör girişimciliği ve ticari tohumculuk arasındaki bağı güçlendirmiştir. (TİGEM, 2017 Tohumculuk Sektör Raporu) 21. yüzyıla gelindiğinde ise tüm dünyada kaliteli tohumluk üretimi, kullanımı, pazarlaması ve ticaretinde önemli sıçramalar olmuştur. 

Ancak hiç şüphesiz sıçramanın büyüğü, tohumun anlamının yeniden inşasındaki en büyük kırılma, 1960’ların sonlarına dayanmaktadır. 1960’ın sonlarına doğru dünyada nüfus artış hızıyla beslenmede yetersizlik kaygısı yüksek sesle dile gelmeye başlamıştır. Öyle ki Paul Ehrlich, 1968 yılında yayımladığı Nüfus Bombası (Population Bomb) adlı kitabında, Dünya nüfusunun artmasından endişe ettiğini dile getirmekte bu artışın hemen durdurulması ve sonrasında da azaltılması uyarısında bulunmaktadır. Gerekçe olarak da dünya gıda üretiminin mevcut nüfusu beslemede yetersiz olduğunu ve gelecekte bu durumun daha korkutucu olacağını, insanların açlıktan öleceklerini ileri sürmektedir. Ne dersiniz Paul öngörüsünde haklı mı çıktı? Buraya yazının sonunda noktaya çevirmek üzere bir virgül koyalım o halde. 

Yeşil Devrim 

Bu kaygılar 70’lere yaklaşırken tüm dünyayı etkileyecek bir yaklaşımı doğurmuştur: Yeşil Devrim. Dünyadaki açlık sorununu çözmeyi amaçlayan Yeşil Devrim hareketi, tarım ve tohum politikalarında ıslah faaliyetleri, kimyasal ilaç ve gübre kullanımı noktasında yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Tam da bu sırada, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Örgütü’nün (USAID) eski müdürlerinden William Gaud 1968’de şu enterasan cümleleri sarf etmektedir: “Tarım alanındaki bu ve benzeri gelişmeler yeni bir devrimi simgeliyor. Bu, Sovyetler’in Kızıl Devrimi ya da İran Şahı‘nın Beyaz Devrimi gibi değil. Ben buna Yeşil Devrim diyorum.” 

Yeşil Devrimin ortaya çıkış hikayesi ise “tarımsal üretiminin nüfusun gıda ihtiyacını karşılamada yetersiz kalması” üzerine kuruludur. “Yani nüfus artıyor ve bu nüfusu doyuramıyoruz” bu motivasyonla ortaya çıkan düşünce, gübre ve bitki hastalıklarına karşı ilaç kullanımının yaygınlaşmasını esas almış, tarımsal ürünleri işleme, konserveleme, paketleme gibi uygulamaları doğurmuştur. “Devrim” yoluna daha rijit bir uygulamayla devam edecektir: “mucize tohumlar” (Yüksek Verimli Çeşitler: Higher Yielding Varieties ) Yeşil devrim daha fazla çeşitte ürün elde etmek amacıyla tohum ıslahı, pestisit ve herbisist, kimyasal gübre ve sulama gibi çeşitli teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılmasını da ön görmüştür. Bu yaklaşım sanayileşmiş ülkelerin çoğunda temel besin kaynaklarının üretimine yol açmış ve 1950-1970 bandı “Birinci Yeşil Devrim” olarak isimlendirilmiştir. Bu yaklaşımın tüm dünyada yaygınlık kazanması ise “İkinci Yeşil Devrim” dönemini doğurmuştur. Artık tüm dünya da “aç olanları doyurma, yetersiz besin ihtiyacını sağlama gayesi ile daha çok üretme endeksli entansif üretim kaygısı hakim olmuştur. Öyle ki bu üretimin ekonomik anlamda ihracat yansımaları da olmuştur. Örneğin; Meksika genetik araştırmalar sonucu elde ettiği Yüksek verimli buğday türlerini diğer gelişmekte olan ülkelere ihracata başlamıştır. 

Pekâla bu yaklaşımın olumlu ve olumsuz sonuçları neler olmuştur? İddia ettiği gibi Yeşil Devrim besin yetersizliği sorununu çözebilmiş midir? Tohuma müdahale açlığı ve nüfusu ne ölçüde etkilemiştir? İşte cevaplar: 

1960-2000 yılları arasında özellikle buğday, pirinç, mısır gibi tahılların üretiminde üç kata varan büyük artış sağlanmıştır. Elde edilen ürünler “tasarım ürünler” olduğu için olumsuz iklim koşullarına karşı direnç göstermiş, az hasara uğramışlardır. Islah edilmiş tohumun yanı sıra kullanılan kimyasal ve ilaçlarla büyük tarım işletmeleri maddi kazançları arttırmışlardır. Buraya kadar her şey iyi hoş da, bir de madalyonun diğer tarafına bakalım: HYV kullanımı, tohum giderlerini arttırmış, kullanılan kimyasal gübre ve pestisitler suların kirliliğine neden olmuştur. Kullanılan “mucize tohumlar” topraktaki azotu daha fazla tükettiğinden toprağı geleneksel tohumlara göre daha hızlı fakirleştirmiştir. Kullanılan tohumlar zamanla daha verimli olsalar da geleneksel tohumlara göre bir kez ürün veren forma dönüşmüşler, bu da çiftçinin tohum konusunda şirketlere bağımlı olmasına (sürekli bir tohum alma sirkülasyonuna) ve üretim maliyetinin artmasına sebep olmuştur. Buna bağlı olarak da gelişmekte olan ülkelerde tohum, gübre ve pestisit edinmek için borçlanmak zorunda kalan çiftçilerin, tarım işletmecilerin birçoğu iflas etmiştir. Bu durum büyük ölçekli üreticiyi daha çok zengin ederken, küçük çiftçiyi daha da fakirleştirerek sosyo ekonomik sınıf farklarının arasındaki mesafeyi daha da açmış, tarımsal girdiler bakımından gelişmiş ülkelere bağımlılığı arttırmıştır. 

Nüfus artıyor 

Tüm bunların yanı sıra Yeşil Devriminin uzmanlar tarafından iddia edilen en büyük olumsuz sonucu ciddi nüfus artışına sebep olmasıdır. Yaklaşımın başlangıcından bu yana yaklaşık olarak 4 milyarlık bir artıştan söz edilmektedir. 

Ne yaman çelişki değil mi? Artan nüfusun doğurduğu açlık sorununa karşı geliştirdiğiniz politika nüfus artışına bir artış daha ekliyor!!! 

Gelelim mevzunun en başına … 

2016 yılında yayımlanan Gıdada Sürdürülebilirlik Endeksi’nde dünya üzerinde yaşayan 1.8 milyar insanın gıdaya erişiminin yetersiz olduğu ifade edilmektedir. Yine aynı endekse göre 2 milyar insan da obezite hastası.   

İki uç nokta arasındaki fark ise muazzam. Yeşil Devrim, açlık sorununu önlemek için ortaya çıkmıştı. Evet, gıda üretiminde ciddi bir artış sağladı, birçok kimyasal- ilaç kullanımını yeni tarım ve ekonomi politikalarını da beraberinde getirerek. Ama dünya üzerinde halen 1.8 milyar insanın gıdaya yeterli erişimi yok. Yani açlık sorunu çözülmedi. Öyleyse bir düşünelim açlık sorunu diye dillere pelesenk edilen şeyin arkasında yatan başka neler olabilir? Acaba birileri bu açlığın, bu krizin sona ermesini istemiyor olabilir mi? Malum temel kural; birilerinin gücü-iktidarı hissedebilmesi için birlerinin daima aciz kalması gerekir. Sadece düşünülmesi gereken bir soru. 

Obezite rakamları 

Düşünülmesi gereken daha derinde bir şey var ki o da gıdaya erişebilirlik sorunu. Bir tarafta tüm bu “devrimsel” girişimlere rağmen, az maliyetle, yüksek verimler elde edilip, her türlü olumsuz şarttan ari, raf ömrü uzun gıdalar elde edilebiliyorken milyarlarca insanın aç kalması size de anormal gelmiyor mu? Bir de bunu üzerine obeziteyle uğraşanların rakamlarını eklersek, muazzam bir ironi. O halde burada şöyle bir resim karşımıza çıkıyor: Aç olanlar daha aç kalırken, tok olanlar tokluk paylarını arttırmada ısrarcı. Açlık ve yoksulluğun birbirleriyle iç içe kavramlar olduğunu da düşünürsek üretimin adil paylaşılmaması, güçlü olanın daha güçlü olmasının sömürge ve kolonyal sistem üzerine kurulmuş olması, alım gücü yetersizliği, genetik toplum mühendiliğinin sonuçlarını dünyadaki açlığın nedenleri arasında düşünmek gerekiyor. Yukarıda koyduğumuz virgüle geri dönelim, Paul’un öngörsüne. Kaynakları bölüşebilecek paydaşların varlığı tıpkı Paul Ehrlich gibilerini rahatsız ediyor hatta korkutuyor. Evet öngörüsünde haklı, insanlar açlıktan ölüyor. Ancak bunun sebepleri gerçekten yetersiz beslenme mi? Yoksa kapital ekonominin tezahürleri mi? Tüm bunları düşünürken dünyada çok uluslu şirketler zirai ilaç piyasasının yüzde 75’ine hakim, yine ilk 10 şirketin tohum piyasasının da yüzde 63’üne sahip olduğu bilgisine de yer verelim. Bu şu anlama geliyor: dünya üzerinde tarım ilaçları ve tohumları piyasası belli başlı şirketlerin elinde bulunuyor. Hal böyle olunca “Yeşil Devrim” açlık sorununu çözmek odaklı değil de ticari olarak tekelleşme faaliyetinin kamuflajıdır eleştirilerine maruz kalıyor. 

Hasılı; dumanı üstünde tüten BM raporuna göre dünyanın durumu içler acısı. Tüm bu veriler ışığında aç olan aç kalacak gibi gözüküyor. Ta ki daha çok üretme, rant sağlama politikasından insan merkezli adil dağıtım ve erişebilirlik politikalarına geçinceye kadar. Yoksa 2050’ de dünya nüfusunun 10 milyar olacağı öngörüsü yeterli gıdaya kavuşmak için bizi rengarenk devrimleri izlemeye götürebilir. Tabiatı, tohumu, toprağı kendi haline bıraktığımız zaman, fıtrata müdahale etmenin bizi akıl almaz kısır döngülere hapsettiğine inandığımız zaman, insan odaklı paylaşma stratejileri geliştirdiğimiz zaman, belki doymaya başlarız. 

[email protected]