Tünelin ucundaki ışık

MUHSİN KIZILKAYA Yazar
23.02.2013

Başbakan karanlığın ucunda beliren bir ‘ışık’tan bahsetmeye başladı. Yavaş yavaş o ışık büyüdü. Şimdi hepimiz tünelin ucundaki o ışığı bekliyoruz. Ve sanırım herkesin aklında Goethe’nin o meşhur sözü: “Işık, biraz daha ışık...”


Tünelin ucundaki ışık

Bu ara bence herkesin biraz daha sükunete ihtiyacı var. Hiç kimse hiçbir durumdan vazife çıkarmasın. Önce barış iklimine ihtiyacımız var. Şairden ilhamla, hele önce o iklim “Akdeniz olsun”, o zaman hep birlikte, memleketin her yerinde boy gösterip “gülümseyebiliriz!”

2009’un Mart ayında, daha Newroz’a on gün kalmışken, Cumhurbaşkanı Gül, Tahran yolunda yanında seyahat eden gazetecilere, “yakında güzel şeyler olacak” dedi.11 Mart günü bu sözler Türkiye’deki gazetelerin manşetlerini süslediğinde, sanki memleketin dağlarına bahar erken geldi, o sert iklim yumuşadı, herkes nefesini tutarak “o güzel şeylerin” olmasını beklemeye başladı. Newroz daha görkemli kutlandı o yıl!

Güzel şeyler oluyor!

Aslında o “güzel şeylerin” bir kısmı, o yılın yılbaşında olmuştu. 2009 yılbaşında, 24 saat Kürtçe yayın yapan “TRT Şeş” açılmıştı. İlk gündeme geldiğinde, muhalifler de dahil bütün Kürtleri sevince boğmuştu. Kandil Dağından gelen sert bir açıklamadan sonra ise girişime sevinip tebrik mesajlarını ileten, girişimi cani gönülden desteklediklerini söyleyen bazı BDP milletvekilleri demeçlerini geri aldı, yasal alanda mücadele veren aynı siyasi çizgideki bir sürü kişinin bu girişimi akamete uğratmak için canını dişine taktığı görüldü.

Ne olmuştu, devletin kafasına taş mı düşmüştü? Durup dururken neden günün yirmi dört saati Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalını açmaya karar vermişti? Bu işin içinde mutlaka bir iş vardı. Yerel seçimlerin eli kulağındaydı, hükümet Kürtlerin elindeki belediyeleri geri almak için başlatmıştı galiba bu girişimi. Hem yasası yoktu, seçimden sonra da kapatacaklardı. Yasası olmayan bir televizyon kanalı kimin yarasına merhem olurdu ki? Sonra Kürtleri bir televizyon kanalıyla kandırmaya kalkışmaları doğru değildi. Söz konusu kanalda günün yirmi dört saati Kürtlere küfretmeyeceklerinin garantisi var mıydı?

PKK’ye yakın mahfillerde siyaset yapan Kürtlerin Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalına bu kadar şiddetle karşı çıkmaları, orada program yapmaya meyilli bazı Kürt yazar ve sanatçıları ‘hain’ ilan etmeleri, meseleye sempatiyle yakalaşanlara “kültürel korucu” yaftası yapıştırmaları, PKK’ye mesafeli Kürtleri çok şaşırttı. Yahu Kürtçe televizyon öteden beri Kürtlerin taleplerinin başında yer alan bir şey değil miydi? Şimdi bu hakkı devlet vermişken, buna neden sahip çıkılmıyordu? Yasasının olmaması çok mu önemliydi; girişimin hukuka uygun olması yeterli değil miydi? Hukukla yasa arasında tercih mi yapmak gerekirdi? Hem onların yaptığı hangi eylem yasaldı ki, şimdi burada yasallık aranıyordu? “Hain” ilan edilen sanatçılar, TRT’nin Türkçe yayın yapan öteki kanallarına çıktıklarında sorun yoktu, Kürtçe yayın yapan kanala çıkmak mı sorundu? Kürtçe sadece bir grup Kürtün mü malıydı? Hangi Kürtün, hangi televizyon kanalında şarkı söyleyip derdini anlatacağına başka Kürtler mi karar verecekti? Benzer soruların ardı arkası kesilmiyordu.

Açılımı tökezletmek

Ancak kısa süre içinde durum netleşti. Devlet eliyle Kürtçe televizyon yayınına gösterilen bu kadar şiddetli muhalefetin temelinde, siyasal iktidarın, yani AK Parti’nin Kürtleri PKK’den koparma girişiminin yattığına dair güçlü bir inanç yatıyordu. Ne yapıp edip Kürdün kalbini kazanacak, devlete yakınlaştıracak, örgütten uzaklaştıracak her türlü girişimin önüne geçmek gerekiyordu. PKK’ye her şey yapabilirsiniz, bir tek Kürtleri elinden almaya kalkışmazsınız... Sanırım TRT Şeş yayına başladıktan üç ay sonra, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sözüyle start alan, 2009’un 1 Ağustosunda resmen başlatılan, adına kısaca “Açılım” denilen hamlenin tam da böyle bir amacı olmalıydı. Şiddet ve bastırma yoluyla PKK’yi yenemeyen devlet, büyük bir dönüşüm kararı almıştı. ‘İnkar’ ve ‘asimilasyon’ politikasından vazgeçme olarak özetlenebilecek bu hamle kısa sürede umutlu bir havanın esmesine yol açtı. Tarihte hiç olmadığı kadar Kürt meselesi ülke gündemine geldi. Televizyon kanallarında her gece bu konu konuşuldu, gazetelerde makalelerin sayısı çoğaldı, sivil toplum kuruluşlarının gündemine bu mesele oturdu, sempozyumlar, paneller, toplantılar yapıldı.

Her gün bir hükümet yetkilisinin ağzından herkesi şaşırtan cümleler duyulmaya başlandı. Değiştirilen yer isimleri iade edilecek, seçimlerde Kürtçe propaganda serbest bırakılacak, üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılacak, Kürt enstitüleri faaliyete geçirilecek, Kürtçe seçmeli ders olacak, kısacası bundan sonra “Kürde Kürt” denilecekti. Yıllardır kimliğinden dolayı “olağan şüpheli” konumuna düşmüş olan birçok Kürt, yavaş yavaş kendisini bu ülkenin “gerçek yurttaşı” hissetmeye başladı.

Bir yandan “açılım” sürerken, Nisan ayında bir sabah ülke “KCK operasyonu” haberiyle uyandı. Birçok belediye başkanı, siyasetçi ve yazar, sabaha karşı evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı. Daha sonra elleri kelepçelenerek ardı ardına dizili halde mahkemeye giderken çektirilen fotoğraf, bir dönemin çelişkili sembolü olarak hafızalarda yer aldı. Başta hükümetin de sahiplenmediği, hatta bu fotoğrafla ilgili olarak Başbakan Erdoğan’ın iki emniyet görevlisi hakkında soruşturma açtıklarını söylediği operasyon, bir süre sonra hükümetin de onayıyla genişleyerek büyüdü. Buna rağmen barıştan çok az kişi umudunu kesti.

Sonbahara geldiğimizde umut memleketin dağları kadar büyüdü. Habur’dan bir grup PKK militanı, “barış elçisi” olarak ülkeye girecek, ardından başka bir grup da Avrupa’dan memlekete gelecekti. Ekim ayında Habur’dan gelen grup, artık acemilikten mi, basiretsizlikten mi, adına ne derseniz deyin, askeri üniformalarla, BDP’nin seçim otobüsleriyle, mahşeri bir kalabalıkla iki gün süren bir uzun yürüyüşle Diyarbakır’a ulaştıklarında, bahar havası yerini sert rüzgarlara bıraktı. Böylece bir otobüsün damında taşındığı sanılan barış güvercinleri, aniden birer cesede dönüşerek Şêx Sait’in asıldığı Dağkapı Meydanı’na kanatları kırık uçamaz halde bırakılmış oldu.

Ülke 2010 yılı Eylülünde anayasa değişikliği için yapılacak olan referanduma bu keşmekeş, bu hayhuy içinde girdi. İçinde parti kapatmayı zorlaştıran, darbecilerin yargılanmasına yol açan maddelerin de bulunduğu değişikliğe, MHP ve CHP ile hareket ediyorlar görüntüsünü vermemek için “hayır” diyemeyen PKK, “boykot” gibi bir tuhaf yolla karşı çıktı. BDP’ye oy veren Kürtlerin büyük bir çoğunluğu bu karara uydu, bu durum da AK Parti ile BDP’nin arasını daha da açtı. Saflar keskinleşti.

Öcalan’ın ‘taşeron’ sitemi

Ancak bu arada hem Oslo’da, hem de İmralı’da birtakım görüşmeler sürüyordu. İmralı’da hapis yatan Abdullah Öcalan, örgütü var eden, hareketin tek belirleyeni, her şeye veto yetkisi olan kendisi dururken, kendisinin “atadığı” birilerini muhatap alıp görüşmeleri onlarla sürdüren devlete “kırgın” bir halde, görüşmeleri “kerhen” yürüttü. Bu memnuniyetsizliğini de zaman zaman “hem devlet, hem de PKK beni taşeron olarak kullanmak istiyor” sözleriyle dışa vurdu. Bütün bu “memnuniyetsizliklere” rağmen, 2011 Temmuz ayında artık devletle bir “Barış Konseyi” kurma aşamasına geldiklerini, bundan sonra sürdürülecek direnişin bir anlamını olmayacağını açıkladı.

Yeniden umutlar yeşerdi! Elimizden avucumuzdan uçup gitmiş olan barış güvercininin tekrar semalarımızda dolaşmaya başladığına dair bir umut kırıntısı daha oluştu. Ancak bu umut uzun sürmedi. Öcalan’ın sözlerinden bir hafta sonra 14 Temmuz’da PKK, daha önce kaçırmış olduğu bir kaymakam adayı ve bazı sağlık görevlilerini aramaya çıkmış olan bir askeri birliğe pusu kurdu; eylemde 13 askerin bir kısmı yanarak can verdi. Artık söz bitmişti hükümete göre. Devlet yeniden askeri hazırlıklar yapmaya başladı. Çok kısa bir süre zarfında devlet tekrar başa, 1984 yılından beri uygulamakta olduğu “askeri çözüm” noktasına, yani “fabrika ayarlarına” geri döndü.

Abdullah Öcalan’la görüşmeler kesildi. Ardından Öcalan’ın avukatları KCK operasyonu kapsamında tutuklandı. Öcalan’dan uzun bir süre irtibat kesildi. Savaş kızıştı. İşte 2012 yazına memleket böyle girdi.

PKK’nin, gerçek amacını hiçbir zaman halka anlatamadığı, amacının ne olduğu konusunda kendilerinin de doğru düzgün bir cevap veremedikleri “devrimci halk savaşı”, halka rağmen başladı. Kafileler halinde örgüte katılan ve hiçbir eğitimden geçirilmeden savaş alanına sürülen yüzlerce yoksul halk çocuğu çatışmalarda can verdi.

Savaş, sinsi bir yol aldı her yere sokuldu; zehirlemediği kimse kalmadı. Kurak, kanlı, umutsuz, berbat bir yazdan, ülkenin çeşitli cezaevlerinde yüzlerce PKK’linin ölüm orucuna başlayıp her yere umutsuzluk tohumlarını saçtıkları bir sonbahara girdiğimizde bir ara Başbakan Erdoğan, karanlığın ucunda beliren bir “ışık”tan bahsetmeye başladı. Sonra yavaş yavaş o ışık büyümeye başladı. Bir tünel vardı şimdi önümüzde ve uzun tünelin ucunda, solgun, ölgün bir ışık... Bu ışığın adı yeni “İmralı” veya “çözüm süreci”ydi. Devlet, Abdullah Öcalan’la bu kez gerçek bir barış için görüşmelere başlamıştı. Şimdi hepimiz tünelin ucunda belirmiş olan o ışığı bekliyoruz. O ışık ya büyüyecek, ya da yavaş yavaş sönerek hepimizi aynı daracık tünelin içinde koyu, bıçak işlemez kör bir karanlığa mahkum edecek.

Işık, biraz daha ışık!

Şimdi sanırım herkesin aklında Goethe’nin bir sözü var: “Işık, biraz daha ışık...” Büyük ustanın ölüm döşeğinde bu sözleri mırıldandığı rivayet edilir. Bir insan ölürken ve sonsuz bir ışık diyarına göç etmek üzereyken, neden daha fazla ışık ister ki? Sorular çoğaltılabilir, binlerce mantıklı cevap bulunabilir. Goethe ne demek istemiş olursa olsun, artık şunu çok iyi biliyoruz. Karanlık fenadır! Işık ise mutluluk! Işık aşktır, hayattır, kudrettir, soylu bir özgürlüktür. O yüzden Allah hiçbirimizi ışıktan mahrum etmesin! Buna o kadar çok ihtiyacımız var ki: “Işık, biraz daha ışık!”

Tam bu sloganı haykırmışken, bu ışığı söndürecek çok tehlikeli bir dizi olay oldu Sinop’ta. BDP içinde siyaset yapan Türk solcularından müteşekkil bir heyet, Halkların Demokratik Kongresi’nin çalışmalarını yürütmek için (her ne kadar yeni süreci anlatmaya gittiler diyorlarsa da doğru değil, çok önce planlanmış bir gezi olsa gerek) çıktıkları Karadeniz turunda Sinop’ta yolları, provokatör oldukları her halinden belli bir grup tarafından kesildi. Öğretmen evine sığınan milletvekillerini polis değil Allah korudu. Böyle bir ortamda, herkesin sinir uçlarının açıkta kaldığı, neyin ne olacağı daha iyice netleşmemişken böylesine bir gezi programını sürdürmek, hatta bunu Karadeniz’de “barış sürecini anlatmaya” dönüştürmek Allah aşkına hangi aklın, hangi siyasi öngörünün ürünüdür? Allah korusun o binanın içinde, o milletvekillerinin başına Sivas’ta yaşanana benzer bir şey gelmiş olsaydı, orta yerde “barış süreci”, “İmralı”, “Halkların demokratik kurultayı” veya ne derseniz deyin, hangi iyi niyet kavramı kalırdı? Erken dönemde patlayacak bir isyanının altından kim kalkabilirdi? Çok değil kısa bir süre önce Hırant Dink’i öldürmek için oradan bir kafile adam yola çıkmadı mı? Bu süre içinde ne değişti de Karadeniz’e sosyalizm götürmeye kalkışıyorsunuz? Aslında bu ülkede herkes ülkenin her yerine gitme hakkına sahiptir. Devletin görevi de onların canı güvenliğini sağlamaktır. Ama bu boş bir laftır. İdris Naim Şahin Hakkari’de taşlandı, bir pastaneye sığınarak canını zor kurtardı, Deniz Baykal Van’da yumurta yağmuruna tutuldu, BDP otobüsü İzmir’de taşlandı, Başbakan Erdoğan Hakkari’ye gittiğinde oranın altını üstüne getirdiler. Bunlarından her bir hadise, her siyasi gruptan birilerini üzüp birilerini sevindirdi. Oysa hepsi birdir, hepsi faşistçe saldırıdır, hepsi bu ülkenin ekmeğine kan doğramaktır. İdris Naim Şahin de Hakkari’ye gidebilmeli, BDP’liler de Sinop’a. Ne Baykal yumurta yağmurunu hak ediyor, ne Ahmet Türk burnuna yumruk yemeyi. Ne BDP şemsiyesi altında politika yapan Türk sosyalistleri linçi hak ediyor, ne de MHP lideri Diyarbakır’da karşılaştığı muameleyi...

Bu ara bence herkesin biraz daha sükunete ihtiyacı var. Hiç kimse hiçbir durumdan vazife çıkarmasın. Önce barış iklimine ihtiyacımız var. Şairden ilhamla, hele önce o iklim “Akdeniz olsun”, o zaman hep birlikte, memleketin her yerinde boy gösterip “gülümseyebiliriz!”

[email protected]