Türk aydınının Batı'ya teslimiyet sorunu

Akif Çarkçı/ Yazar
7.03.2024

Avrupa toplumlarının özellikle Ortaçağ ve sonrasında yaşadıkları tecrübeler neticesinde ortaya koydukları çözümlerin, ürettikleri fikirlerin, bağlandıkları ideoloji ve akımların bütün dünyada evrensel kabul gören birer çözüm paketine ve çıkış yoluna dönüşmesi olağan değildir.


Türk aydınının Batı'ya teslimiyet sorunu

"Gevûrda akıl olsa Müslüman olurdu" der İsmet Özel. Bugün, ülkemizdeki aydınlar, "gevûr aklını kendine saklasın, bizim aklımız bize yeter" diyemedikleri için Batılı merkezlerde üretilen teorilere taparcasına sadakat göstermektedirler. Bu tutum ise sosyolojik olarak tam bir "alinasyon" halidir. Alinasyon, "Kendinden uzaklaşma, kendini tanımama, aklını yitirme, kendinde olmama, bir başkası olma" durumudur.

Tanzimat'tan sonra kendinden uzaklaşan, kendi kendini tanıyamaz hale gelen/getirilen aydınlarımız, akıllarını yitirmişçesine Avrupa'da ortaya çıkan düşünce sistemleri ile tanışmışlar ve bu düşünceleri tefekkür hayatlarının merkezine almışlardır. Elbette bir aydının dünyadaki çeşitli felsefi akımlar hakkında malumat sahibi olması, çeşitli ideolojiler hakkında araştırmalar yapması son derece normaldir. Entelektüel faaliyetin temelini zaten bu gayret teşkil eder.

Sihirli formül olarak sundular

Ancak anormal olan şu: Osmanlı-Türk toplumunun tarihsel tecrübeleri ile herhangi bir noktada kesişmeyen bu akımlar ve felsefi yaklaşımlar sadece aydınların bir inceleme ve araştırma konusu olmamış, çeşitli ideoloji ve eğilimler toplumun sosyal, siyasi, kültürel, dini problemleri için birer çözüm reçetesi olarak savunulmuştur.

Rönesans, Aydınlanma, Vestfalya süreci, Fransız, İngiliz, Amerikan devrimleri sonrasında ortaya çıkan düşünce yapıları ve akımlar gerek imparatorluk gerekse cumhuriyet dönemlerinde Müslüman/Türk Osmanlı toplumunun problemlerini çözecek birer sihirli formül olarak sunulmuştur.

Osmanlı toplum yapısı ve içinden geçtiği süreçler, kıta Avrupası'nda baş gösteren gelişmelerle ve Avrupa toplum yapısı ile kıyaslanmayacak kadar farklı tecrübelerle doludur. Aynı yüzyıllarda tarım toplumu sürecini yaşayan Osmanlı ile endüstri devrimini yaşayan Avrupa arasında dağlar kadar fark vardır. Ya da Ortaçağ kilise despotizmi ile Osmanlı dini ve siyasi düzeni arasında ilişki kurmak hakikaten zordur. Tarihsel tecrübeleri farklı olan iki ayrı medeniyetin, düşünce, inanç ve kültür dünyalarının farklı şekillenmesi ise son derece olağan karşılanmalıdır.

Olağan olmayan husus, Avrupa toplumlarının özellikle Ortaçağ ve sonrasında yaşadıkları tecrübeler neticesinde ortaya koydukları çözümlerin, ürettikleri fikirlerin, bağlandıkları ideoloji ve akımların bütün dünyada evrensel kabul gören birer çözüm paketine ve çıkış yoluna dönüşmesidir.

Neden merkez Batı?

Avrupa merkezci görüş elbette kendisini merkeze almayı ve başkalarını, kendisini merkeze alarak tanımlamayı ister. Avrupa ya da Batı dünyası hakikatin kendisi tarafından tayin edildiğini, başkalarının ise bu tanımlanan hakikate tabi olması gerektiği fikrini yüzyıllarca kendi dışında kalan dünyaya dikte etmiştir. Bu tutum Doğu ve İslam dünyası söz konusu olduğunda kendisini oryantalizm, sömürgecilik ve emperyalizm olarak açığa vurmuştur.

Aydınlanma sonrasında ortaya çıkan pozitivizm, materyalizm, sekülerizm, bilimselcilik/bilimcilik, laiklik gibi pek çok kavram aslında Avrupa toplumunun içinden geçtiği tarihsel süreçlerle ilişkilidir. Kilisenin baskısından kurtulan Avrupa toplumu aklı ve bilimi merkeze alan yeni bir anlayışla düşünce hayatını ve toplumsal/siyasi pozisyonunu yeniden tanımlamıştır. Aklın ve bilimin merkeze alındığı bu yeni fikri düzende elbette dini otorite tabii olarak geri plana atılmış, pozitivist/materyalist anlayış Avrupa bilim ve düşünce hayatına damgasını vurmaya başlamıştır.

Avrupa, toplumsal ve siyasi sorunlarını kilise üzerinden çözemeyeceğini anlayınca aydınlanma dönemi sonrasında ortaya çıkan ideolojiler ve ideologlar bu boşluğu bilim ve akıl ile doldurmak istemişlerdir. Gerçi Ortaçağ Hristiyanlığı bırakalım bazı toplumsal sorunları çözecek kapasitede olmayı kendisine tabi olan geniş kalabalıkları akıl almaz felaketlere sürüklemiştir. Mezhep savaşları bunun en bariz örneğidir. Engizisyonlar, kadının şeytan olarak görülmesi, insanların giyotinlerde ikiye bölünmesi ise başka feci örneklerdir.

Aynı zaman diliminde Osmanlı toplumu ise bambaşka bir dünyada yaşamaktadır. Bir defa İslam'da ruhban sınıfı olmadığı için dini ve siyasi otorite meşruiyetini direkt tanrıdan alan bir teokratik düzen kurmamıştır. Din devleti ya da teokratik devlet kavramı Osmanlı için geçerli bir kavram değildir. Teokratik devlet modeli meşruiyetini tanrıdan alan Avrupa kralları ve kilise ile ilişkilendirilebilecek bir husustur. Kilise ve kralın toplum üzerindeki baskısından kurtulan Avrupa, kaçınılmaz olarak laikliği icat etmiştir. Oysa İslam toplumlarının laiklik gibi bir problemi hiçbir zaman olmamıştır.

Aydınlanma sonrası dönemde bilimin "yeni kilise" olarak ortaya çıkmasıyla birlikte kilise baskısından kurtulan insanlar bu yeni pozitivist dinin siyasal ve toplumsal sorunlara çare olacağı zehabıyla hareket etmişler ancak Avrupa'nın bu "yeni kilisesi" yeni bunalımlar üretmekte geç kalmamıştır. Savaşlar, çatışmalar, huzursuzluklar hem Avrupa'da hem de Avrupa dışı dünyada insanlığın baş belası olacak yeni canavarların, yeni savaş makinalarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Irkçılık, şovenizm, sömürgecilik, emek sömürüsü, totalitarizm ve bu totaliter rejimleri ayakta tutacak faşizan ideolojiler Avrupa'nın ve insanlığın yeni baş belaları olarak ortaya çıkmışlardır.

Türk aydını ise bu bunalım toplumunun ürettiği ideoloji ve düşünce sistemlerini, Tanzimat'tan başlayarak, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de, içinde bulundukları toplumun sosyolojik, siyasi ve dini durumunu ya da pozisyonunu hiçe sayarak içselleştirme yoluna gitmiş, sadece kendilerine değil yetiştikleri toplumun gerçeklerine de sırt çevirerek Batıcılık, liberalizm, sosyalizm, ırkçılık, pozitivizm, laiklik gibi kavram ve ideolojileri birer dünya görüşü olarak benimsemiş ve topluma dayatmaya başlamıştır.

Bütün bu kavram ve ideolojilerle, ne tarihsel ne dini ne de düşünsel düzlemde yakından uzaktan ilişkisi olmayan bir toplum, kendisi olmaktan çıkarılarak bambaşka bir kimliğe bürünmeye zorlanmıştır. İşçi sınıfının olmadığı bir toplumda sosyalizmi savunmak, teokratik devlet düzenine sahip olmayan bir yapıda laikliği dile getirmek, serbest piyasa ekonomisine ve adem-i merkezci devlet düzenine sahip olmayan bir sosyal-siyasal sitemde liberalizmi bir çıkış noktası olarak görmek, dini ve dini değerleri hayatının merkezine alan bir toplumda pozitivizmi, sekülerizmi bir dünya görüşü ve hayat biçimi olarak dayatmak neyle izah edilebilir?

Rejimin kurucu babaları

Diğer taraftan Avrupa'dan damızlık insan getirmeyi düşünecek kadar aşağılık bir tutuma savrulan Abdullah Cevdet gibiler, Selanik locasının etkisiyle, "ben de bir Siyonist'im" diyebilecek kadar alçalan Rıza Tevfik'ler, parçalanmak üzere olan bir imparatorluğu çeyrek asırdan fazla ayakta tutmaya çalışan bir sultana Avrupalı dostlarını da yanına alarak kumpas kuran, cunta ilişkileri geliştiren, azınlıkların şımartılması ve Osmanlı'ya karşı ayaklanmalarının önünün açılması için çalışan asker-sivil aydınlar hangi fikirlere ya da ideolojilere sarılarak böyle bir ihanetin içinde buldular kendilerini?

Cumhuriyete giden yolda ve sonrasında da bu tablo ne yazık ki değişmedi. Osmanlı devleti ve Osmanlı toplumu üzerine kurulan genç cumhuriyetin seçkinleri de Tanzimat'la birlikte başlayan yabancılaşma ve Batılılaşma hareketlerinin birer tamamlayıcı aktörü olarak ortaya çıktılar. 23 Nisan 1923'te, "İslami" ve "milli" kimliği öne çıkan aydın ve âlim tabakası, ikinci meclisle birlikte aniden tasfiye edildi. Rejimin kurucu babaları bir el çabukluğu ile hokus pokus yaparak kendilerine ilerleyen dönemde ayak bağı olacak kimseleri etkisiz hale getiriverdiler.

Tasfiye edilen kadroların yerine düşünsel ve siyasal planda Batıcı kimliği ile öne çıkan asker ve sivil aydınlar yeni cumhuriyetin kuruluşunda aktif roller üstlendiler. İttihat ve Terakki'nin Batıcı, pozitivist kanadında yetişen aydınlar genç cumhuriyeti akıl ve bilim temelinde yükseltmeyi tercih ettiler. Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu, "gökten indiği zannedilen" kitapların "kitab-ı köhne" olarak kodlandığı bu yeni düzende elbette vahiy kaynaklı bilgi ve düşünce sistematiğinin yerini Avrupa'nın yeni seküler dini olan "bilim" alacaktır.

Oysaki vahyi merkeze alan inanç, düşünce ve ilim anlayışı ne aklı saf dışı bırakmakta ne de ilmi faaliyete set çekmekteydi! Sadece Batı düşünce havzasında icad edilen akılla, vahiy merkezli düşüncenin tanımladığı akıl aynı akıl değildi. Sorun burada yatmaktaydı. İlim ve bilim arasındaki fark da benzer kodlar taşımaktaydı. Batı'nın yegâne bilgi ve tek hakikat kaynağı olarak tanımladığı "bilim" anlayışı Müslüman âlimlerin ve filozofların sahiplendiği, yücelttiği "ilim" anlayışı ile çelişmekteydi. Öyleyse bu çelişkiyi vahyi tamamıyla hayattan kovmakla çözmek icap ederdi. Öyle de oldu.

Bu ihanet çemberinin insan kaynağı ise hazır kıta bekliyordu. Kendilerine verilecek bir emirle harekete geçmeleri ve üstün akıllarıyla her sorunun üstesinden gelebilecekleri yeni bir eğitim, fikir ve düşünce hayatı kurmak çok da zor değildi. Paris, Londra ve Washington Türk'ün yeni kıblesi olacak muasır medeniyetler seviyesine burada üretilen düşünce, fikir, bilim, fen ve teknikle ulaşılacaktı. İstiklal Mücadelesinde, göğüs göğüse harb ederek, "silah marifetiyle" ülke topraklarından kovdukları emperyalistleri, "alfabe" marifetiyle geri çağıran kadrolar kültürel işgal ve emperyalizmin kapılarını sonuna kadar açtılar.

Bugün ne değişti?

Bu kadrolara göre Müslüman Türk ilim yapacak kudrette değildi. Gerçi Müslüman Türk kimin umurundaydı? Sırtından "sopanın", cebinden "aşarın" eksik edilmemesi gereken "hasolar" ve "memolar" ne anlardı ilimden/bilimden? Türk Dil Kurumu'nun başına Ermeni Agop Dilaçar getirilmeli, ders kitaplarında evrim teorisi okutulmalı, Türkçülüğün esasları Moiz Kohen tarafından belirlenmeli, Türk'e yeni bir amentü yazılmalı hatta Türk'e yeni bir din icat edilerek "Kâbe Arab'ın olsun, bize Çankaya yeter" diyecek tıynette (Falih Rıfkı ve Osman Nuri Çerman gibiler) adamlar yetiştirilmeliydi. "Arabın dini" olarak kodlanan dine de aslında ihtiyaç yoktu. Türkler ancak ve ancak yüzlerini Batı'ya dönerek adam olabilirlerdi. Aydın kesim ise bu fikrin ana taşıyıcısı olacak, bilim, fen ve düşünce bu aydın kesimin sınırlarını çizdiği bir alanda ve seçilmiş bir insan kaynağı üzerinden yükseltilecek ve yüceltilecekti. Şüphesiz Batı en doğru ve en meşru bilgi kaynağı idi. Öyleyse Batı'nın ürettiği ve icat ettiği her şey baş tacı edilmeli, her şey mevcut sosyal bünyeye zorla sokulmalı, buna itiraz edenler ise gerekirse sopa zoruyla ikna edilmeliydi. İlim, irfan, edebiyat hiç Doğu'dan çıkar mıydı? Yüzyıllarca Anadolu topraklarında yaşayan insanların sesini, soluğunu temsil eden türküler bile artık radyolarda yasaklanıyor yerine opera denilen çağdaş medeniyet göstergesi gösteri ikame ediliyordu.

Bugünün aydını da kişilik ve zihniyet olarak yukarıda çizdiğimiz tablodan farklı değil. Batı başkentlerinde üretilen teori ve düşünceleri, bilimsel metotları insanlığın yegâne evrensel doğruları ve değerleri olarak gören aydınlar, karanlık dünyalarında "yeni bir şey üretememenin" sancılarıyla kıvranıp duruyorlar. Yunus Emre Divanı'nı baştan sona bir kez okumamış aydınlar Goethe'den, Shakespeare'den medet umuyor. Okuyup yanlış anlayanlar ise Yunus Emre'yi dünyaya hümanizmin babası olarak pazarlıyor.

İbn-i Sina'yı, Farabi'yi, Katip Çelebi'yi, Nizam'ül Mülk'ü bilmeyen tanımayan, fikirleriyle bir kez olsun yüzleşmemiş aydınlar hakikatin ve bilimin yegane kaynağı olarak Batı'yı görüyorlar. 400 sene enflasyon yüzü görmemiş Osmanlı toplumunu gerici ve çağdışı sayan anakronik zihniyet, iktisadi meselelerinin çözümünü Keynes'te, Adam Smith'te arıyor. Eli kanlı, insanlığı felakete sürükleyen modern dünya sisteminin ürettiği ve tamamıyla bu sistemi ayakta tutacak kurgulardan oluşan teori ve uygulamalara koşulsuz şartsız biat eden aydınlar kendi topraklarında yaşanan sorunların çözümlerini Harvard'ta, Oxford'ta üretilen teorilerde arıyorlar.

İngilizleri ülkeden kovmakla övünen aydınlar, İngiliz-ABD düşünce kuruluşlarının dokuduğu oryantalist tezlerle Müslüman Türk'e istikbal biçiyor. Güce itaat eden ve adeta güce tapan bu zihniyetin bu ülkeye zerre miskali faydasının dokunmayacağını bilmiyor muyuz? "Güçlü olana itaat şarttır", "büyük balık küçük balığı yutar" ya da "insan insanın kurdudur" gibi gayr-ı insani yaklaşımları üreten Batı değil mi?

[email protected]