Türk dış politikasının bir nesnesi olarak ABD

İsmail Numan Telci / Sakarya Ünv. Ortadoğu Enstitüsü
20.02.2016

ABD’nin bölgesel çıkarları açısından Türkiye gibi önemli bir aktörün rolünü göz ardı ederek politika yürütmesinin bir liderlik eksikliğinden ya da yanlış hesaplamadan kaynaklandığı düşünülebilir. ABD karar alıcılarının, uzun vadeli bölge siyasetlerinde Türkiye yerine daha mikro bir aktörü tercih etmeleri ciddi bir dış politika hatası olacaktır.


Türk dış politikasının bir nesnesi olarak ABD

Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye ilişkileri son günlerde önemli bir testten geçiyor. Denklemin bir tarafında bölgedeki önemli müttefiklerinden Türkiye’nin “bağımsız” dış politika yürütüyor olmasını halen kabullenemeyen Washington yönetimi dururken, diğer tarafta Arap devrimlerinin yaşanmakta olduğu dönemi önemli bir “tecrübe kazanım süreci” olarak değerlendiren ve dış politikasında yeni açılımlar gerçekleştiren Ankara yer alıyor. Bölgesel politikalardaki farklı pozisyonları giderek daha fazla gün yüzüne çıkan bu iki aktör arasında yükselen tansiyon, ilişkileri, kaybet-kaybet senaryosuna sürüklüyor.

ABD’nin bir NATO üyesi olan ve bölgedeki önemli operasyon merkezlerinden birisine ev sahipliği yapan Türkiye’ye karşı özellikle son haftalarda takındığı tavır, Washington’un son beş yıldır Ortadoğu’da yürüttüğü stratejisi olmayan dış politikasının ürünlerinden sadece biri. Arap coğrafyasında başlayan isyanlara hazırlıksız yakalanan, bu süreç boyunca meşru ve uygulanabilir politika üretmede sıkıntılar yaşayan Obama liderliği, süreç boyunca yaptığı hatalara bir yenisini de Kuzey Suriye politikasıyla ekliyor. 

Bardak taşma noktasında

Ankara’nın açık biçimde terör örgütü olarak tanımladığı PYD’yi “terör örgütü” olarak görmediğini açıklayan Washington’un bu tutumundaki motivasyon belirsiz olsa da Türkiye’nin bu durumdan memnun olmadığı aşikar. Nitekim Erdoğan’ın “Ey Amerika! Size kaç kere söyledim. Siz bizimle beraber misiniz yoksa bu terör örgütü PYD ve YPG ile mi berabersiniz?”‘ sözleri Ankara’da bardağın taşma noktasına geldiğinin bir göstergesi olarak okunabilir.

Ancak burada unutulmaması gereken unsurların başında dış politikada bir hataya zorlanmak istenen Türkiye’nin eskisi kadar naif olmadığı gerçeğidir. Bunu Arap devrimleri sürecinde yaşanan dış politika krizlerinin Ankara’ya öğrettiği derslerden hareketle söylemek mümkündür. Zaman zaman zor durumda kalsa da AK Parti hükümeti çoğu zaman kendisinden bağımsız gelişen nedenlerle ortaya çıkan dış politika krizlerini yönetme çabası içerisinde olmuş ve bunu da bir noktaya kadar başarmıştır.

Bu süreçte kimi durumlarda “müttefik” olarak kabul edilen ülkelerin kendilerinden beklenmeyecek politika tercihlerinde bulunması Ankara’yı zor durumda bırakmıştır. Bunun en açık örneği olarak Suriye’de kırmızı çizgileri çiğnenen Washington’un önce Ankara’yı Suriye’de daha aktif rol oynamaya teşvik etmesi ancak sonrasında hızlı bir politika değişikliğine giderek bu siyasetinden çark etmesidir.

Mısır’da askeri darbeye üstü kapalı biçimde destek vererek Türkiye’yle açık biçimde karşı karşıya gelen Obama yönetimi, bu süreçte de Ankara’yı hayal kırıklığına uğratmıştır. Her ne kadar bu dönemlerde Ankara’nın hem bu ülkelere hem de genel anlamda Ortadoğu’ya yönelik politikalarında hasarlar meydana geldiyse de AK Parti hükümeti olası daha büyük zararları bu kriz durumlarını zamana yayarak önlemiştir.

Sonuç odaklı dış politika

Bu süreçte dikkate alınması gereken bir diğer durum da Türkiye iç siyasetinde yaşanan kriz ortamıdır. Kendisine yönelik operasyon girişimlerini engellemeye odaklanan hükümet özellikle 2014 yılı boyunca bu süreçle mücadele etmek durumunda kalırken, dış politika önceliklerini ertelemek zorunda kalmıştır. Benzer bir durum 2015 yılı için de söylenebilir. Seçim sürecine giren Türkiye, dış politikada daha önceki aktivizmini yakalayamamış ve bölgesel politikalarda sınırlı biçimde etkili olabilmiştir. İç siyasetteki bu durumlar dış politikayı da ciddi anlamda etkilemiş ve Ankara’yı sonuç odaklı bir dış politika izleme konusunda zorlamıştır. 

Bu tür durumlar son birkaç senedir Türk dış politikasının daha olgun hale gelmesine katkıda bulunmuştur. İşte bu nedenle, her ne kadar kimilerince Ankara Arap devrimleri sürecinin kaybedeni olarak tanımlansa da, bunun tam olarak doğru olduğu söylenemez. Nitekim bu süreç AK Parti hükümeti yönetimindeki Türkiye birçok farklı dış politika krizleri yaşamış ve bu anlamda önemli sayılabilecek bir tecrübe kazanmıştır.

İran’dan gelen darbe

Bu tecrübelerden birisi bölgede ciddi bir işbirliği geliştirmeyi umduğu ve uzun vadeli ortaklıkları kurarak bölgesel bir birliktelik ortaya koymada en önemli partnerlerinden birisi olarak gördüğü Suriye liderliğinin Ankara’yı bir çırpıda gözden çıkarmasıdır. Erdoğan yönetimi Batılı müttefiklerinin tepkilerine rağmen Beşar Esed’i bir ortak olarak görmüş ve Suriye halkının refahı ve kalkınmasına katkıda bulunmak için Şam ile uzun vadeli işbirliği planlamıştır. Ancak Esed’in demokratik reformları yapmak yerine, halkına yönelik katliamlar uygulaması sonrasında Türkiye, doğrudan Şam rejimine karşı pozisyon almıştır. Bu süreç Ankara’ya otoriter rejimlerle kurulacak işbirliklerinde daha dikkatli ve temkinli olunması dersini vermiştir.

Bu süreçte Ankara’ya beklemediği bir darbe de İran’dan gelmiştir. Başta ABD ve Batılı müttefiklerinin muhalefetine rağmen İran’ı nükleer enerji politikasında yalnız bırakmayan ve bunun da ötesine geçerek birçok ülkenin ambargo uyguladığı bir dönemde İran ekonomisine can veren ticari faaliyetleri yürüten Türkiye, Tahran’ın Suriye siyaseti karşısında ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştır. Ankara’nın tüm girişimlerine rağmen İran Suriye’de on binlerce sivilin hayatını kaybetmesi ve yüz binlercesinin evlerinden edilmesi sürecinde Esed rejimini sağlam bir biçimde destekleyerek sürecin uzamasına neden olmuştur. Bu durum Ankara’ya bölgesel siyasette hangi aktörlere uzun vadede güvenemeyeceğini pek de hoş olmayan bir biçimde öğretmiştir.

Son olarak Rusya ile yaşanan “uçak krizi” Ankara’yı daha önce tecrübe etmediği bir durumun içine koymuştur. Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden Rus uçağının düşürülmesi sonrasında Ankara beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştır. Rusya’nın sert tepkisi karşısında geri adım atmayan Türkiye, eski süper güç olan ve bu pozisyonunu canlı tutabilmek adına hamlelerini son dönemde artıran Rusya ile karşı karşıya gelmiştir. Bu durum Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolundaki önemli kırılma noktalarından birisidir. Bu süreçte Ankara birçok riski de göze alarak geri adım atmamış ve Rusya’nın sert tavrına karşı dik durmuştur. Bu politika tercihinin Ankara açısından ciddi bir risk olduğu gerçeği yadsınamaz. Ancak bölgesel çekişmelerin ve rekabetin kaçınılmaz sonuçlarından birisi de bu tür gerginliklerin yaşanacak olmasıdır.

PYD krizi

Ankara ile Washington arasında PYD üzerinden devam eden “açıklama krizi” de benzer bir durumun sonucudur. Her ne kadar dış politikasında zorlu bir süreçten geçse de Ankara, önemli müttefiği ABD ile böylesi bir gerginliği tercih etmemesine rağmen, farklı politika tercihleri nedeniyle bu yönde bir sonuçla karşılaşmıştır. Türkiye açısından bakıldığında bu kriz Ankara’nın sınırlarını zorlama pahasına yeni bir dış politika testinden geçişi olarak okunabilir. Ancak Rusya ile ilişkilerin gergin seyrettiği bir dönemde Erdoğan’ın ABD’ye yönelik sert eleştirilerinin rasyonelliği ister istemez sorgulanacaktır. Bölgede giderek aktif bir politika izleyen Rusya ile ilişkilerin gergin seyrettiği bu dönemde Ankara’nın en son isteyeceği şey ABD ile köprülerin atılmasıdır. NATO üyeleri olan Türkiye ve ABD’nin bölgesel politikalarda birbirlerine en fazla ihtiyaç duydukları dönemde gerginliği tırmandırmaları iki aktörün de faydasına olmayacaktır.

Seçim öncesi belirsizliği

Obama yönetimi bölgesel çıkarları açısından kendisi için en uygun politikayı izlediğini düşünebilir. Ancak ABD’nin Kuzey Suriye’ye yönelik politikasında unutmaması gereken unsur bu siyasetin doğrudan Türkiye’ye etkilerinin olmasıdır. Dolayısıyla Ankara’nın endişelerinin dikkate alınması, bir müttefiklik ilişkisi içerisinde beklenebilecek bir durumdur. Müttefikler arası anlaşmazlıklar çıktığında tarafların “yıkıcı” olmadan, yapıcı uyarılarda bulunmaları da normal karşılanmalıdır. Bu bakımdan Türkiye’nin de bir kırmızı çizgisinin olduğunun hatırlatılması gerektiği durumlarda Washington’un bu yönde çıkışları hesap etmesi ve buna göre pozisyonunu yeniden şekillendirmesi gerekmektedir.

Son olarak ABD’nin bölgesel çıkarları açısından Türkiye gibi önemli bir aktörün rolünü göz ardı ederek politika yürütmesinin bir liderlik eksikliğinden ya da yanlış hesaplamadan kaynaklandığı düşünülebilir. ABD karar alıcılarının uzun vadeli bölge siyasetlerinde Türkiye yerine daha mikro bir aktörü tercih etmeleri ciddi bir dış politika hatası olacaktır. Böyle bir hatanın ancak bir “seçim süreci öncesi belirsizliğinin” etkisiyle yapılabildiği düşünülebilir. Bu da halihazırda ABD’nin içerisinden geçirdiği süreç dikkate alındığında daha anlaşılabilir olmaktadır.

[email protected]