Türk futbolu, siyasetin, darbeler ve cuntaların neresinde?

Kâmil Yeşil / Yazar
14.01.2022

Futbol sadece futbol değildir. Futbol, sadece renk, forma aşkı değildir. Futbol zaman zaman komitacılığın, darbeciliğin, kara paranın, misyonerliğin, kaçakçılığın, etnik ayrımcılığın vasıtası da olmuştur.


Türk futbolu, siyasetin, darbeler ve cuntaların neresinde?

Michel Foucault'ın "Bu Bir Pipo Değildir" eserini hatırlarsınız umarım. Faucault bu eserinde nesneler ve kelimeler arasındaki ilişkiyi gerçek ve gerçeküstücülük bağlamında ele alır. Kitabın kapağında bir pipo vardır ve kitabın adı ile bu görselin gerçekliği sorgulanır. Çünkü o bir pipo değildir, piponun görselidir. Kelimeler de böyledir. Nesneler ile kelimeler arasında doğrudan göndergesel ilişki yoktur. Görsel ve pipo kelimesi kaynaşmış olduğu için zihinlerde böyle bir anlam çıkar ortaya.

Bu kitabın adından hareketle bir analoji yapmak istiyorum ve futbol sadece "futbol" değildir demek istiyorum. Bir genelleme yaparak sporun diğer dalları için de söylenebilir bu çıkarım diye de düşünüyorum.

Futbol asla futbol değildir

Aklınıza Simon Kuper'in "Futbol asla futbol değildir" sözünü siz de hatırlamış olmalısınız.

Sporun diğer branşlarından daha çok öne çıkan futbol aslında ekonomik bir sektördür. Ayakkabısından çıkartmalara, formadan çoraba, dergisinden gazetesine, spor kanallarına, transfer çalışmaları üzerinden kulüpler ve ülkeler arası rekabete kadar birçok yerde karşımıza çıkar. Paparazzisi, kültürü, borsa ve ekonomik hareketlilikteki yeri ile her daim gündemdedir. Beden terbiyesi, şahsiyet kazandırmak, sabır, kolektif işbirliği, yarış, kazanç, kültürler arası iletişim, temsil gücü, aidiyet duygusu gibi tinsel alanları da olduğundan ayrıca psikoloji, sosyoloji gibi disiplinlerin de konusudur.

Sosyoloji varsa siyaset de vardır

Eğer bir şeyin sosyolojisi varsa siyaseti de vardır. Ekonomik, siyasi, kültürel, askeri olarak masa başında görülemeyen bazı hesaplar, sahada görülür. Daha doğrusu heyecanlar boşaltılır, insanlar deşarj edilir, gündeme meşguliyet alanı sunulur.

ABD'ye 2-1 yenildiği maçta, kendi kalesine gol attığı için öldürülen Kolombiyalı futbolcu Andres Escobar'ı hatırlar mısınız? Kolombiya, sahada rencide olduğunu düşündüğü milli haysiyetini kendi futbolcusunu öldürmek suretiyle kurtarmıştı. (Güya)

Motive edici güç

Daha ilgincini hatırlayalım. İngiltere-Arjantin siyasi ilişkilerinin önemli pürüzlerinden Fakland Adaları sorunu Dünya Kupasında futbolcuları motive eden bir güç idi. Arjantin'in İngiltere'yi yenmesi ve kupayı almasının yaşattığı tatmin duygusu en az savaşı zafere çevirmiş kadar sevindirmişti Arjantinlileri.

İspanya'daki özerk yönetim arayışının Barselona takımı üzerinden yürütülmesini de hatırlasak mı bu bağlamda?

Dedik ki bir şeyin sosyolojisi varsa siyaseti de vardır. Aslında eksik bir tanımlama bu. Sosyolojinin var olduğu yerde din de inanç da vardır çünkü. Yenilmez gözü ile bakılan, gözlerde olabildiğince büyütülen bir takıma, bir kaleciye gol atan futbolcunun ruh halini düşünün. O futbolcunun yapacağı ilk iş Tanrı'ya şükretmektir. Futbol sahalarında bu şükür; haç / istavroz çıkarılarak gösterilmeye başlayınca, Müslüman futbolcular da buna mukabil attıkları golün sonrasında çimler üzerine secdeye kapanarak hem inançlarını sahaya taşıdılar hem de goldeki ilahi yardıma işaret etmek istediler.

Maradona'nın dünya kupasında eli ile attığı gol için "O el Tanrı'nın eli idi." demesi boşuna değildir.

Gol şükrü secdesi

Gollerimiz artık şükrü secde edilerek veya haç çıkarılarak eda edilen goller! İngiltere liglerinde top koşturan Muhammed Salah gol şükrü secdesini dünyaya tanıtan futbolcu olmakla kalmadı. Secdesi sansür edilen bir futbolcu da oldu.

Çünkü mesele, yuvarlak meşinin Salah'ın ayağından ağlarla buluşması ile sınırlı değil. Sosyal'in itikatlarında açılan gedik Anglikanları korkutmuşa benziyor. Liverpool tribünlerinde yankılanan "Birkaç gol daha atarsa ben de Müslüman olacağım" tezahüratlarına Kilise gözünden bakmak gerek.

"Mo Salah la la la la!

Senin için yeterince iyiyse...

Benim için de yeterince iyi.

Birkaç gol daha atarsan

Ben de Müslüman olacağım.

Bir camide oturacağım.

Olmak istediğim yer orası!"

Bu sözlerinin muharrik gücü, futbol forması giymiş Müslüman kimliğidir.

İnanç ve başarı arasındaki sıkı bağı göz ardı etmenin takıma zarar verdiğini gören Türk kulüplerinin de iftar saatine göre maç arası verdiğini hatırlamalıyız burada.

Eskiden oruç tutması yasaklanan futbolcuların oruçlu iken de performanslarını korudukları ortaya çıkınca, orucun manevi kuvvetinden yararlanmanın peşine düştüler bu kez. "Dini siyasete alet etmek"ten sonra, dini futbol başarısına vasıta etmek de çıktı diyelim mi buna?

Futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğinin Türk futbol tarihindeki tezahürleri ile ilgili örneklerim de var. Hatırlar mısınız bilmem. Bir milletvekili seçiminde GS Başkanı Alp Yalman, İstanbul'da, Kadıköy'ü de içine alan seçim bölgesinden milletvekili adayı olmuştu. FB Başkanı Ali Şen, "Bir FB'li, GS'lı birine oy vermez" dedi. Ve Alp Yalman o bölgeden milletvekili seçilemedi.

'Sandıkta görüşürüz'

İkinci örnek Mesut Yılmaz ile ilgili. GS'nin futbolcu transfer işlerine doğrudan müdahil olan ANAP Genel Başkanı/Başbakan Mesut Yılmaz'a tepki olarak FB seyircisi bir pankart açtı, koro olarak seslendirdi: "Sandıkta görüşürüz Mesut Yılmaz." Ve ANAP o seçimi Kadıköy çevresinde kaybetti. Yine bir televizyon haberinde görmüştüm. FB Başkanı Aziz Yıldırım, FB yönetim kurulu üyesi emekli Koramiral Atilla Kıyat'la tartışıyordu. Emekli de olsa futbol üzerinden bir Koramiral'e söylediklerini buraya yazamam.

Bu konuda gündemi en çok meşgul eden diğer bir konu da Fenerbahçe'nin şike yaptığı iddiası ile futbola, futbol kulüplerine kurulan kumpas olayıdır. Konu ile ilgili yayınlar bu işte FETÖ parmağı olduğunu gösteriyor.

Eğer futbol sadece "futbol" olsaydı; bütün bunları başka bağlamda konuşacaktık.

Buraya kadar yazdıklarımı nakletmeme sebep; konu ile ilgili yazılı bir kaynak görmem oldu.

Ön tekerlek nerden giderse arka tekerlek de ordan gider denmiş. Türk futbolunun siyasetle, cuntacılıkla, komitacılıkla daha önce de iç içe olduğunu gördüm.

Anlatayım:

1981'de kapanan Muhafızgücü Spor Kulübünü hatırlayan var mı, bilmiyorum.

Bilgi kaynakları bu kulüp için bakınız ne diyor?

"1920'de Mustafa Kemal'in emri ile Ankara'da kurulmuştur. Başkanı Mülazım İsmail Hakkı Bey'dir. Muhafız Alayı ismini alarak kurulan kulüp, 1 Haziran 1923 günü Muhafızgücü olarak ismini değiştirmiştir. Muhafızgücü takımı futbol, atletizm, binicilik, bisiklet, polo, voleybol, basketbol gibi spor dallarında mücadele etmiş ve birçok şampiyonluklar kazanmıştır. Ayrıca kulüp bünyesinde birçok ünlü asker sporcu da yetiştirmiştir. Futbol takımı 1924-25, 1925-26, 1926-27, 1927-28 ve 1928-29 sezonlarında Ankara Futbol Ligi şampiyonu olmuştur.1927 yılında 1924'teki ilk şampiyonadan sonra ilk kez düzenlenen Türkiye Futbol Şampiyonası'nda İstanbul şampiyonu Galatasaray'ı 1-1'in rövanşında 3-2 yenerek Türkiye şampiyonu olmuştur. Basketbol şubesi, 1973-74 sezonunda Türkiye Basketbol Ligi'nde şampiyon olmuştur. Voleybol takımı ise 1974-75 sezonunda Türkiye Erkekler Voleybol Ligi şampiyonluğuna ulaşmıştır. 1981 yılında kulüp kapanmıştır."

Meselenin püf noktası, tarihe başarılarıyla geçen kulübün başkanı İsmail Hakkı Tekçe ile ilgili.

Kim bu General İsmail Hakkı Tekçe dediğimizde karşımıza "Komitacı" biri çıkıyor. Devlet adına gayrikanuni işler yürüten, çetecilik yapan, adam kaçıran, adam öldüren, kumpas kuran bir generalden bahsediyoruz. (Geniş bilgiyi Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Tarihçesi'nde ve İsmail Safi'nin Son Komitacı İsmail Hakkı Tekçe kitabında bulabilirsiniz.)

İşte bu MUHAFIZGÜCÜ, komitacının sert karakteriyle birleşmiş bir kulüptür. Gücünün kaynağı Atatürk'ün Muhafız Alayı olmasından ve onun başkanı İsmail Hakkı Tekçe'den almaktadır. Askeri disiplin, tıp eğitiminden sonra, böylece spora da taşınmıştır. Yazılanlardan anlıyoruz ki Muhafızgücü'nün başarısının ardında Muhafızgücü'ne karşı çekingen oynayan takımlar ve futbolcuların yanı sıra hakem kararları ile kollanmak da var. Muhafızgücü'nün kuralları zorlayan bir "sertliği" de söz konusu.

Oyunculardan Zündap Hüseyin, 1939 yılına ait bir hatırasını şöyle anlatıyor:

"1939'un sonunda 2. Cihan Harbi çıktı. Benim askerliğime karar verilmiş, üç numara saçımı kestirmişim. Doğma büyüme Ankaralıyım, istiyorum ki Ankara'da askerliğimi yapayım, futbolcuyum çünkü. İşte o sırada, hayatımın unutamayacağım maçına çıktım: Muhafızgücü-Gençlerbirliği. Bu maç Ankara şampiyonluğunun final maçı. Bizim Orhan Şeref Apak, fahri başkanımız Başbakan Şükrü Saraçoğlu, şeref tribünündeler, General İsmail Hakkı Tekçe'yle beraberler. Maç devam ediyor, ben sol açığım. Karşımda, 27 Mayıs'tan sonra Talat Aydemirle birlikte ihtilâle teşebbüs edecek subaylardan Fethi (Gürcan) oynuyor. O zaman teğmen idi Fethi; süvariydi. Ben güzel bir orta yaptım, Ali Polat güzel bir gol attı. Ve o golle 1-0 bitti, şampiyon olduk. O golden sonra Fethi bana bir tokat attı, hırsından. Hasan Polat bana bir bağırdı 'Hüseyin' diye, mukabelede bulunmayayım diye, ben hazır ol durdum! Mukabelede bulunmayınca Hakem Muzaffer Ertuğ, Fethi'yi oyundan attı, 10 kişi kaldılar. Maçtan sonra seremoni, şampiyonuz, kupa veriliyor. Başbakan Saraçoğlu hepimizin elini sıktı. General İsmail Hakkı Bey tebrik etti, emir subayına 'Fethi'yi çağırın' dedi, soyunma odasında, 'öp delikanlıyı' dedi, 'sana mukabele etmediği için maçı kazandılar' dedi, çocuk elimi sıktı, öptü."

Sonra ne olmuş dersiniz?

Fethi'yi 'Kazlışakşak'a sürmüşler!

Askeri disiplin kurallarına göre ceza

Yani; futbol kurallarına göre verilmesi gereken bir ceza, askeri disiplin kurullarına göre verilmiştir.

Komitacı İsmail Hakkı Tekçe, siyaset alanına taşıdığı komitacılığı spora da yansıtır. Çünkü komitacı zihniyete göre devleti yönetmek her birey ve kesimin işi değildir. DP'ye "kuyruklar" diyen bu güruh; devlet yönetmeyi sadece belli bir sınıfın, kendilerinin işi olarak görmüştür.

İşte Tekçe de spora taşıdığı komitacılığı sporda karşılarına çıkan her kesimi ve kişiyi yıldırma ve tedhiş politikası ile tasfiye eder.

Burhan Felek, onun spor konusunda komitacı ruhunu şöyle anlatır.

"Şemseddin Sami'nin oğlu olan Ali Sami Yen, İsmail Hakkı'nın komitacı oyunlarına dayanamamış, onun tezgâhladığı iddia edilen dedikodulara daha fazla dayanamayarak başkanlıktan istifa etmiştir.(...) Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı merkezini Ankara'ya naklettik. Ali Sami merhum, orada birkaç sene bizim başımızda bu işleri idare etti. Fakat bu hususi kuruluş içinde başkanlık yüzünden İsmail Hakkı Tekçe ile araları açıldı. Hakkı Bey o zaman paşa olmamıştı, hep yukarı makamlardan bize birtakım telkinler ve tavsiyelerde bulunurdu. Bunların hangisinin kendi karihasından, hangisinin gerçek olduğunu tayin etmek kabil değildi. Uğraştık durduk. Nihayet bir gün, Ali Sami merhumun Arnavut olduğu gibi bir söz etrafta dolaştı (Milliyet, 22.03.1981).

"Ali Sami Yen'e Arnavut yakıştırmasında bulunması onu tasfiye etmek için meşruiyet oluşturma girişiminin bir yansımasıdır. Çünkü komitacıların gözünde Arnavut olmak tasfiye etmek için geçerli sebeplerden en geçerlisiydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşruiyeti ilan ettirmek ve II. Abdülhamit'in istibdat dönemini sona erdirmek için uğraştığı dönemlerde en çok Arnavutlarla mücadele etmişti. Çünkü II. Abdülhamit'in hafiye teşkilâtı ve en fazla güvendiği adamları Arnavut kökenliydi. Üstelik İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne karşı gazeteler üzerinden gerçekleştirilen toplumsal muhalefet de hep Arnavut gazetecilerden gelmiştir. Bu yüzden komitacı takımının tasfiye işlemlerinde hep Arnavutlar kurban gitmiştir. Örneğin,1908 yılından itibaren her yıl öldürülen gazetecilerin hepsi Arnavut'tu. Ayrıca 1908 yılında öldürdükleri İsmail Mahir Paşa da Arnavut'tu. Rumeli'de Meşrutiyet öncesi işlenen cinayetlerin kurbanları da istisnasız Arnavut'tu. İşte Ali Sami Yen'e Arnavut yakıştırmasının gerçek sebebi de buydu."

Burhan Felek devam ediyor: "Huzur-u Mutat Zevat olarak adlandırılan son dönem komitacı takımının spora ve gazetecilere yönelik komitacı eylemleri İsmail Hakkı Tekçe ile sınırlı değildir. Özellikle Kılıç Ali'nin komitacı ruhu İstanbul'un dördüncü büyüğünün çıkmasını engellemiştir. Şöyle: 1930'lu yıllarda büyük kulüplerin başında siyasî şahsiyetlerin bulunması adetti. Galatasaray'ın başında Kılıç Ali, 1933 yılında kurulan Ateş-Güneş isimli İstanbul takımının başında Cevat Abbas, Fenerbahçe'nin başında da Saraçoğlu vardı. Yusuf Ziya'nın kurduğu Ateş-Güneş Kulübü, sırf Kılıç Ali'nin hasmâne tutumu yüzünden kapatılmış ve Türk spor camiası dördüncü büyüğünü kaybetmiştir. (Hatırlatalım. Kılıç Ali, İstiklal Mahkemelerinin başına buyruk reisidir. Altemur Kılıç'ın babasıdır.)

'Ayvalı maç'

Olayın ayrıntılarını Burhan Felek'ten okuyalım : "Galatasaray'daki başkanlık görevinden kötü bir şekilde kovulan rahmetli Yusuf Ziya, Galatasaray'la boy ölçüşecek, hatta ondan daha üstün birtakım kurarak Fenerbahçe ile dost, Galatasaray'a da şiddetli rakip olmuştu. Yusuf Ziya'nın bu teşebbüsü Avrupa çapında bir organizasyondu. Ateş-Güneş ismindeki bu kulüp için ilk sene içerisinde mükemmel bir tesis kurmuş, kuvvetli bir kulüp tesis etmişti. Maksadı Galatasaray kulübünden gördüğü kötü muamelenin öcünü almaktı. Cebinden çok para sarf etti. Gerçek bir spor kulübü, mükemmel bir spor müessesi kurdu. Sarı kırmızı renkli Ateş-Güneş, Galatasaray'dan ve dışarıdan aldığı topçularla çok kaliteli bir takım oldu. Galatasaray'ın an'anevi Fenerbahçe rekabetini dostluğa çevirdi. Önüne gelen takımları hep yeniyordu. Durum bu halde iken Ateş-Güneş ile Galatasaray bir maç yaptı. Yusuf Ziya kendisini reislikten atanlara karşı intikam almaya kararlı idi. Maç Taksim'de oynandı. Ancak maçta kavga çıktı. Ateş-Güneş önde iken, taraftarlar, oyunculara ayva fırlattı. İşte sahaya yabancı madde atmak meselesi bu maçta çıktı ve maça 'Ayvalı maç' adı verildi. İş politik sahaya hemen aktarıldı. Kılıç Ali ile Cevat Abbas'ın nüfuzları çarpıştı. Kılıç Ali, galip geldi ve Ateş-Güneş kulübünü kapattırdı. Bahane maçta sahaya ayva atmak olmuştu." (Burhan Felek, "Başıma Düşen Kiremit", Milliyet, 02.04.1978).

Nasıl?

Bu hadise ile Kenan Evren'in 12 Eylül sonrasında Ankaragücü'nü birinci lige çıkarılması için yaptığı atraksiyonlar arasında hiçbir fark yoktur.

Bunları yazan gazetecilere bir şey olmuş mu peki?

Burhan Felek, Ateş-Güneş ile Galatasaray arasındaki olaylı maç ve Ateş-Güneş'in kapatılmasını üç yıl sonra eleştiren bir yazı yazmış, yazısında Türk sporundaki komitacı eylemleri eleştirmiş, bunun üzerine gazetesinden kovulmuş ve Türk spor camiası ile alakasının kesilmesine karar verilmiştir. (Burhan Felek "Utanılacak Şey", Milliyet, 22.11.1974).

Ne demiştik?

Futbol sadece futbol değildir.

Futbol, sadece renk, forma aşkı değildir.

Futbol zaman zaman komitacılığın, darbeciliğin, kara paranın, misyonerliğin, kaçakçılığın, etnik ayrımcılığın vasıtası olmuştur.

Uluslar arasında centilmenlik olsun, iyi oynayan kazansın, her iki takıma başarılar diliyoruz gibi sözlerin arkasında büyük siyasi olaylar, din-inanç-kültürel farklılıkların yarıştırılması vardır. Bu bağlamda

GS-Neuchatel Xamax maçını örnek olarak vermek istiyorum. Bu maçın sonrasında UEFA, GS'yı masa başında elemek için çalıştığında Türk spor gazetelerinin manşetini hatırlıyorum:

"Haç-hilal savaşı."

Evet, o zaman Türkiye'de gazeteler manşetleri böyle atmıştı.

Futbol tarihinde Dünya Kupasında Cezayir finale çıkmasın diye, Almanya ile Avusturya'nın "Dünya"nın gözü önünde haçlı ittifakına girerek şike yaptıklarını hâlâ hatırlıyoruz.

Biz sosyoloji, ekonomik, siyasi yönleri üzerinde durduk fakat ritüellerine, insana verdiği manevi itminana bakarak futbol için "din" diyenler bile var.

Tarihte bu tür kirli ilişkileri olan futbolun futbol alarak kalmasını temenni ederek bu faslı kapatalım, amma tarihi de bütünüyle unutmayalım derim. Malûm, bizde tarih sık sık tekerrür eder.

[email protected]