Türk medyasındaki ‘duruş bozukluğu’

Abdülkadir Özkan / Yazar
2.04.2016

Avrupa’nın başkenti olarak da kabul edilen Brüksel’de son zamanların en kanlı terör saldırılarından biri geçtiğimiz salı günü gerçekleştirildi. Üç farklı bölgede meydana gelen saldırılarda Zaventem Havalimanı ve Maelbeek Metro İstasyonu hedef alındı. Resmi rakamlara göre 35 kişi hayatını kaybetti, onlarca sivil de yaralandı.


Türk medyasındaki ‘duruş bozukluğu’

İlerleyen saatlerde intihar saldırılarının DAEŞ militanı olduğu tespit edilen Al Bakraoui Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği açıklandı. Saldırı sonrası panik ortamının hakim olduğu başkent Brüksel’de deyim yerindeyse hayat durdu. Havalimanları, metro istasyonları ve bazı ana yollar yeni bir saldırı şüphesiyle kapatıldı. Belçika istihbaratı böyle bir saldırıyı bekliyor muydu, yahut ne tür tedbirler almıştı bilinmez ancak saldırı sonrası Belçikalı siyasilerin ve medya organlarının istihbarat zaaflarına ilişkin tek kelime etmemesi dikkat çekiciydi. Ertesi gün yayımlanan Belçika’nın günlük gazetelerinin nerdeyse tamamının manşetlerinde “teröre lanet” ve “birlik çağrıları” vardı. Tek bir kare bile kan ve parçalanmış beden fotoğrafı yayımlanmadı. Bu tavır, Avrupalı basın mensuplarının “liyakat ve beceri eksikliğinden” değil, hayatını kaybeden insanlara ve onların yakınlarına duydukları “derin hassasiyetten” kaynaklanan bir “refleksti”. Belçika basınının terör olayları karşısındaki güçlü duruşu, iletişim bilimciler tarafından “gazetecilik refleksi ve terör” bağlamında önemli bir örnek olarak incelenecektir. Gerçi, Brüksel’in merkezinde terör örgütü PKK mensupları tarafından kurulan ve Belçika Polisince korunan çadırın DAEŞ saldırısının hemen ardından kaldırılmış olmasını, Avrupa medyasının buna günlerce kayıtsız kalmasını da bir kenara not etmek gerekiyor.

Terör haberciliğinde sabıkalıyız

Brüksel saldırılarından sadece dokuz gün önce Ankara’da terör örgütü PKK/TAK tarafından gerçekleştirilen ve 35 masum insanın hayatını kaybettiği intihar saldırısı sonrası Türk medyasının “refleksleri” ve haberi servis ediş şekli de kayda değer nitelikteydi. Saldırının hemen ertesinde günlük bazı gazete manşetleri terörü “tel’in edici” ifadelere yer verirken, bazı medya organları Türkiye’nin güvenlik ve istihbarat sorunsalı nedeniyle her geçen gün biraz daha “Suriyelileştiği”, Türkiye’nin artık “güvenli bir liman” olmadığı algısını güçlendirmeye yönelik manşetlere yer verdi. Bu, Türkiye’nin basın yayın tarihinde çok da alışık olmadığımız bir “durum” değil. -Maalesef medya tarihimiz “terör haberciliğine” ilişkin ciddi “sabıka kayıtlarıyla” dolu.-

Belçika medyası ile Türk medyasının terör saldırıları sonrası ortaya koyduğu “duruş”, iki farklı “gazetecilik refleksini” gözler önüne sermiş olması bakımından önemli. “Gazetecilik refleksi” en temel hassasiyetler karşısında “önce insan” olma ilkesinden ödün vermeyen “etik ilkeler bütününün” bir parçasıdır. Toplumun bir parçası olan gazetecinin, insanların zaafları ve acıları üzerinden  “rating” elde etmesi, kendisine “güç”devşirmesi, “popülaritesini” artırmak maksadıyla kullanılamayacak kadar da “insanîdir”.

Peki; şu sorulara cevap bulabilecek miyiz? Bir terör saldırısı sonrasında Belçika medyası ile Türkiye medyasının “reflekslerini” birbirinden bu denli ayrıştıran temel sebep nedir? Her terör olayını deyim yerindeyse “fırsata” dönüştürürcesine toplumu terörize etmeye çalışarak, siyasal iktidara “ayar” vermeye kalkanlar daha mı “profesyonel” gazetecidir?  Travmatik görüntülerin daha derin yaralara sebep olmaması için getirilen yayın yasağını “otoriterlik” diye tanımlamak “araştırmacı gazetecilik” midir?

Temel sorun aslında şu; “felaketler sonrası” yüksek bilince sahip “milli bir duruş” ile her ne pahasına olursa olsun, ideolojik ve siyasi ihtirasları uğruna ülkesine ihaneti “basın ve ifade özgürlüğü” içinde gören “gayri milli ve gayri vicdani” iki farklı örnekle karşı karşıyayız. Terörün demokratik yöntemlerle amacına ulaşamayan kesimlerin kendi güçlerini kanıtlamak için kullandıkları bir “reklam biçimi” olduğu da dikkate alınırsa mevcut “gayri milli” duruşun “basın ve ifade özgürlüğü” değerlerine ne denli uzak, “terör propagandasına” ne denli yakın olduğunu görmek çok da zor olmayacaktır.

Savaş oyuncağı

Türk medyasının son yıllarda tırmanan bu “duruş bozukluğu” salt siyasal çekişmelerle izah edilebilecek kadar yüzeysel bir sorun değil. Sabahtan akşama kadar Devletin zirvesine, iktidara, onun siyasal uzantılarına, sivil toplum kuruluşlarına ve hatta toplumun büyük bir kesimine dilediği hakareti ve algı operasyonunu “özgürlük” sınırları içinde tanımlayanların, etik ilkeler hatırlatıldığında muhataplarını “yandaşlıkla” ve “otoriterlikle” itham etmesi sosyolojik olmaktan öte “psikolojik” bir vakadır. Türk medya tarihinde önemli yer etmiş, marka değeri yüksek kimi gazetelerin “muhteris” yayın yönetmenleri marifetiyle adeta “savaş oyuncağına” dönüşmesi, “muhbirliğin” “araştırmacı gazetecilik” gibi reklam edilmesi; “sözde gazeteci” “özde” ne olduğu anlaşılamayan yeni bir “tür” ortaya çıkardı.

Türk medyasının demokrasi bilinci yüksek, çoğulcu, adil, dürüst, milli ve manevi şuura sahip, vatanperver bir “modele” ne zaman geçeceği bilinmez, ancak meslek ilkelerinin altına dinamit koyan bu “yeni türden” arınmak zorunda olduğu kaçınılmaz bir gerçek.

[email protected]