Türk milliyetçiliğine ilişkin hafızayı onarmak gerek

Dr. Öner Buçukcu/ Afyon Kocatepe Üniversitesi
23.03.2019

Türkiye’de milliyetçilik meselesi belli belirsiz ele alınır. Belki daha doğru bir ifadeyle ezber bir takım ifadelerle geçiştirilir. Ancak ciddi önemi haiz bir mesele olarak önümüzde Rusya kökenli aydınların rolü sorunu bulunmaktadır.


Türk milliyetçiliğine ilişkin hafızayı onarmak gerek

Milliyetçiliğe etnisiteye dayalı değerlendirmelerin bu aydınlar vasıta-sıyla girdiği; Türk milliyetçiliğine “Turan” fikrinin bu aydınlar tarafından enjekte edildiği düşüncesi yaygındır. Siyasi tarih makro bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde Osmanlı coğrafyasında Türk milliyetçiliği ile kurulan temas ve Rusya’nın Orta Asya’da ilerleyişi arasında bir paralellik olduğu görülmektedir. Özellikle Hürriyet’in ilânının arifesinde ve hemen akabinde Payitahta gelen Ağaoğlu Ahmet Bey, Hüseyinzade Ali, Akçuraoğlu Yusuf gibi entelektüellerin oldukça seküler ve etnisite vurgusu yoğun bir milliyetçilik anlayışı ile Osmanlı entelektüelinin tanışmasında etkili olduğuna dair kanaat, milliyetçiliğe, Türk düşüncesine ilişkin çalışmalarda neredeyse hiç sorgulanmaksızın tekrarlanmaktadır. Belki meseleyi birkaç örnekle açıkla-mak ufuk açıcı olabilir.

Ziya Gökalp’in doğumunun 100. yılı vesilesiyle neşredilen Sosyoloji Konferansları dergisinin 14. sayısında Niyazi Berkes’in “Unutulan Adam” başlıklı oldukça ilgi çekici bir metni neşredilmiştir. Metni ilginç kılan Berkes’in Gökalp’e ilişkin kanaatlerindeki değişiklik ve bu değişikliği açıklarken kullandığı kıstastır.

Berkes makalede sık sık Ziya Gökalp’in yanlış anlaşılıyor olmasından, aslında onu bayraklaştırmaması gereken kişiler tarafından bayraklaştırı-lıyor olmasından bahsetmektedir. Diğer taraftan, biraz da çelişkili biçimde, aslında bir tür dogmatizmin savunucusu olarak değerlendirdiği Gökalp’in dogmatik çevreler tarafından önemseniyor olmasını doğal bulduğunu dile getirmektedir. Makalede Berkes’in üzerinde durduğu çok temel iki nokta olduğu söylenebilir. İlki Gökalp’in hiçbir zaman Osmanlıcılıktan ayrılmadığına ilişkin kanaatidir. Berkes’in bu kanaati Gökalp’i Tanzimat aydınları-nın en mükemmel örneklerinden birisi olarak değerlendirme eğilimindeki Hilmi Ziya ile de paralellik arzeder. Berkes’e göre Gökalp’in zihni sürekli imperial düşündüğü için İslâm’ı düşüncesinin dışına tam manasıyla çıkaramamıştır. Buna karşılık Akçura’nın zihni imperial çalışmaz, Türkçüdür, Osmanlıcılık ve İslâmcılığın bir geleceğinin olmadığını Osmanlı aydınları içerisinde ilk fark eden kişidir. Berkes’e göre ikinci önemli nokta, yine Gö-kalp’in imperial düşünmesinin bir neticesi olarak, düşüncesinin merkezine ne halkı, ne milleti, ne de ırkı yerleştirmediği; bunların yerine Osmanlı imperiumunun etkisinde biçimlenmiş bir devlet telakkisini yerleştirdiğidir. Berkes’e göre Gökalp hilafetsiz bir Müslümanlık dahi tahayyül edememek-tedir, dolayısıyla Batıcılığı dahi İslâm “beynelmileliyetçiliğinin” dışına çıkmamıştır. Türkiye’de Çağdaşlaşma’da bu kanaatlerini bir ölçüde Rusya kökenli aydınlara teşmil edecek biçimde ortaya koymuştur.

Georgeon da Rusya kökenli aydınların Türk Yurdu dergisinde yazmaya başlamaları ile Türklerde etnik bir bilincin gelişmesine katkıda bulunduk-larını savunur. Büşra Ersanlı İktidar ve Tarih: Türkiye’de Resmi Tarih Tezinin Oluşumu başlıklı çalışmasında Rusya kökenli aydınların etnik kültürel bir muhalefeti Osmanlı İmparatorluğu’na taşıdıklarını ileri sürer. Dikkat edileceği üzere Berkes, Georgeon ve Ersanlı farklı noktalardan hareket ederek yaklaşık aynı yere ulaşmaktadır: Osmanlı aydını İslâm merkezli düşünürken Rusya kökenli aydınlar etnisite merkezli düşünmüşler ve Osmanlı aydın-larına da bu düşünüş biçimini tanıtmışlardır. Bu yaklaşım örtük bir başka varsayımı da içermektedir: Rusya kökenli aydınların düşüncelerinde İslâmiyet belirgin bir yer (belki de hiçbir yer) tutmamaktadır. Belki de daha anlaşılır biçimde ifade edersek söylenmek istenen (normatif değer yargıla-rından bağımsız olarak) şudur:  “Irkçılık Türk milliyetçiliğine Rusya kökenli aydınlar tarafından enjekte edilmiştir. Peki vaziyet gerçekten böyle mi-dir?

Ezberleri sarsmak

Rus Çarlığındaki Müslüman toplumlar, Avrupa sömürge yönetimi altına giren ilk Müslüman topluluklar olmuşlardır. Rus reformları dolayısıyla İslâm’ın örgütleyici gücünün ve ulemanın etkisinin kırılması Rusya’daki Müslüman toplumların İslâm dünyasında sekülerleşme süreçlerinin köprübaşı olmalarını da beraberinde getirmiştir.

Güney Kafkasya’da 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Müslüman, Türk, İranlı ya da Azerbaycanlı gibi kimliklerin geçişken, sınırlarının belirsiz olduğu görülmektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren pan-İslamizm, pan-Türkizm, İran milliyetçiliği, komünizm gibi ideolojilerin yarattığı farkındalık ve itki, bir Azerbaycanlı kimliğinin oluşmasını sağlamış gözükmektedir. İran’da Pehlevi rejiminin kurulup Fars kimliğine yapılan vurgunun artması da bu gelişmede katalizör rolü üstlenmiş gibidir. Fars kimliğine vurgu arttıkça Türk ya da Azerbaycanlı kimliğine yapılan vurgu da şiddetlen-miştir.

Oliver Roy’ya göre 1865-1920 arasında çeşitli formlar altında devam eden Orta Asya’nın fethi, seküler Rus genişlemesinin Müslüman uluslar aleyhine sonuçlanmasından başka bir şey değildir. Ancak Roy, ilişki biçimleri farklılaşmakla birlikte (16. yüzyılda Müslümanlarla kurulan ilişki indirgeme ve zorla içerme, 18. yüzyılda İslâm’a siyasal statü verilmesi, 19. yüzyıl sonunda sömürgeleştirme ve dolaylı yönetim, Sovyet döneminde milliyetler esasına göre bölme) Rusya’nın Orta Asya’ya yönelmesinde esas amacın her zaman entegrasyon olduğu fikrini savunmaktadır. Roy bu noktada Rus ilerlemesiyle 17-19. yüzyıl arasındaki Osmanlı aleyhine Habsburg İmparatorluğu ilerlemesini karşılaştırmaktadır. Güneydoğu Avrupa’da ilerleyen Habsburglar ele geçirdikleri toprakları Müslüman varlığından temizlemişlerdir. Bu sebeple Avusturya ilerlemesi reconquistanın bir biçimidir. Ama Rus ilerlemesi entegrasyon odaklıdır. Her ne olursa olsun Orta Asya toplumları bu ilerleyişi farklı formlarıyla Rus emperyalizminin ilerleyişi olarak değerlendirmişler, özellikle İslâm’a dair kimliklerine olan vurguları ile milliyetlerine dair vurgularını iç içe geçirmişlerdir. Bu çerçevede Rus emperyalizmine karşı dayanak olarak da Rus Çarlığıyla sürekli ihtiyatlı ilişkiler kurmuş olan İran değil Osmanlı İmparatorluğu görülmüştür. Osman-lı’nın Sünni/Hanefi bir devlet olması, hilafet kurumunun varlığı Rusya Müslümanlarının zihnindeki Osmanlı imgesini güçlendirmiştir.

Bu noktada iki önemli hususa temas etmiş olduğumuz dikkatten kaçmamalıdır. İlki Rusya kökenli aydınlarda Osmanlı imgesinin, imperium çer-çevesinin eksik olduğuna dair kanaatin oldukça indirgemeci olduğudur. İkincisi ise Rusya kökenli aydınlarda milliyet fikrinin din fikrine galebe çaldığına ilişkin yaygın kanaatin gerçekle pek örtüşmediğidir. Bu durumun ilginç bir örneğini Sultan Galiyef’in laikleştirilmiş (hatta proleterleştirilmiş) ümmet fikrini savunan ve fakat Osmanlı hilafetini bir siyasal otorite olarak önemseyen düşüncelerinde görmek mümkündür.

Yukarıda bahsettiğimiz örtük varsayımı bu çerçevede belki ilk elde Akçura’nın yaklaşımlarında teste tabi tutmak iyi olabilir. Türkçülüğün özel-likle Balkan Savaşları’na kadar kültürel bir hareket olduğu; Balkan Savaşlarından sonra siyasal vasfının belirginleşmeye başladığı söylenir. Siyasal bir hareket olarak Türkçülüğün ilk metninin de 1904 yılında Kahire’de neşredilen Türk gazetesinde yayınlanan Üç Tarz-ı Siyaset metni olduğu belirti-lir. Bu metinde Akçura Türkçülük, İslâmcılık ve Osmanlıcılık etrafında değerlendirmeler yapmaktadır. Osmanlıcılık düşüncesinin çöktüğünden bahse-den Akçura İslâmcılık ve Türkçülüğün ise benzer avantajlara ve handikaplara sahip olduğunu detaylandırdıktan sonra metni bu iki ideolojiden han-gisinin daha tercih edilebilir olduğuna ilişkin olumlu ya da olumsuz bir değer taşımayan bir soruyla bitirmektedir. Akçura’nın İslâmcılık özelinde “olumlu” değerlendirilebilecek bu tavrının sebebini Georgeon Rusya Müslümanlarında/Türklerinde pan-İslamizm ve pan-Türkizmin birbirlerini dışla-mıyor olması ile açıklamayı denemektedir ki akla en yatkın analiz de budur.

Orta Türklük

Bir başka ilginç örnek olarak Zeki Velidi Togan üzerinde durulabilir. Rusya Birinci Müslüman Kongresi’ne yaptığı sunumda Togan Rusya Türk-lerini üç grupta incelemektedir. Doğu Türkleri olarak adlandırdığı ilk grup şaman dinine inanmakla Buda Medeniyeti dairesi içerisinde değerlendirilme-lidir. İkinci grubu Togan Orta Türkler olarak adlandırmaktadır. Togan’a göre bu grup Müslüman olmakla birlikte bu Müslümanlık Şamanizm etkisin-de bir Müslümanlıktır. Güney Türkleri ise Osmanlı Türkleriyle çeşitli açılardan aynıdır. Togan’a göre Doğu Türklerinin Orta Türklük ile birleşmesini beklemek hayalcilik olur. Çok farklı unsurlardan oluşan Orta Türklüğü bir araya getirebilecek (dolayısıyla bir arada tutabilecek) yegane unsur ise Togan’a göre dindir.

Togan birçok açıdan özgün ve ilginç bir figür olarak değerlendirilmelidir. Ne yazık ki düşünce tarihimizin bu önemli ve gelişkin figürü üzerinde yeterli ve ciddi çalışma bulmak oldukça güçtür. 1944 yılında Türkçülük/Turancılık davasından yargılanmış, asistanı Hüseyin Nihal Atsız ile ilişkisi dolayısıyla büyük ölçüde etnisiteyi merkeze alan, Turan idealiyle mezcolmuş bir siyasal düşünce geleneğinin temsilcisi olarak değerlendirilmiştir. Gelgelelim Kemalist rejimin davetiyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı alan Togan, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde ortaya atılan düşüncelere sert eleştirileri dolayısıyla bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalmış, yurda dönüşü ancak Mustafa Kemal’in vefatından sonra mümkün olabilmiştir.

İmperium çerçevesi

Dine çözümlemesinde önemli bir yer veren Togan Türk milliyetçiliğinin ırk üstünlüğü iddiasına sapmadan ve emperyalist amaçlar taşımaksızın (burada anlatılmak istenen Turan düşüncesidir), etnisite ile siyasal sınırların çakışmadığı yerde gelişmesi gerekliliği üzerinde durmaktadır. Bu noktada Togan’ın Gökalp üzerine değerlendirmelerinden bahsetmek ufuk açıcı olabilir

Togan’a göre Türk milliyetçiliğinin millî rehberi Ziya Gökalp’tir. Bu çerçevede “tarihi devirlerde tahavvüllere maruz kalan origine ethnique ma-nasına gelen soy birliğini milleti teşkil eden unsurlardan sayıyorsa da diğerlerine faikiyet iddiasında bulunan antropolojik race-ırk prensibini hiçbir zaman kendi milli teşekkülünde müessir bir faktör saymamıştır.” Bu çerçevede Togan da Gökalp gibi düşünmektedir: “Türk harsına tereddütsüz ve nihai olarak iltihak edenler de” Türk milletinin bir parçası olarak görülmek mecburiyetindedir.

Berkes’in Gökalp’i eleştirirken kullandığı imperium çerçevesini, onlarda bulunmadığını düşündüğü/ileri sürdüğü Rusya kökenli aydınlarda da görmek ilgi çekici. Bu durum Türk milliyetçiliği üzerine yapılan çalışmaların eleştirel bir gözle yeni baştan okunması gerekliliğini, Rusya kökenli Türk milliyetçilerinin düşüncelerinin daha detaylı ve ezberlerden uzak bir biçimde ele alınması zorunluluğunu, milliyetçilik teorilerinin gözü kapalı biçimde Türk milliyetçiliğine uygulanmasının mahzurlarını ortaya koyuyor. Türk milliyetçiliğine ilişkin bu sorunlu hafızayı onarmak gerek.

@onerbucukcu