Türk muhafazakarlığına giriş

Dr. Murat Yılmaz / Siyaset Bilimci
20.05.2023

1946'dan sonra Türk siyasi hayatı, ana hatlarıyla bürokratik muhafazakarlarla orta sınıfların muhafazakarlığı arasındaki mücadeleyle geçmiştir. Geleneksel Cumhuriyet burjuvazisinin, 1970'lere kadar bürokratik muhafazakarları ve onların siyasi temsilcisi CHP'yi desteklemiş olması, taşra burjuvazisinin desteklediği DP ve AP'nin, geniş kitlelerce orta sınıfların partileri olarak kabul edilmesini kolaylaştırmıştır.


Türk muhafazakarlığına giriş

Bundan yaklaşık 34 yıl önce Sovyet sistemi çöktü. Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkeler ancak elli yıldır, yani iki nesildir bu rejimin etkisi altındaydılar. Üstelik Rus işgali zoruyla sosyalist olduklarından ona karşı bir dirençleri de vardı. O yüzden geçmişi tamamen unutmamışlardı ve Rusya 'ya nispetle yeni duruma kolayca intibak ettiler. Rusya ise yaklaşık yetmişbeş yıldır yani üç nesildir ve üstelik yine Rusların yaptığı bir devrimle sosyalizme geçmişti. Yeni bir insan homosovyetus yaratmaya çalışmışlardı. Helene Carrere d'Encausse'nin Tamamlanmamış Rusya adlı kitabında bu durumu şöyle değerlendiriyor:

"Yetmişbeş yıl, siyasi kültürel ve toplumsal alanlarda insan hayatının tamamından fazlasını kaplayan bir sistem, geçmişin bütün hafızasını farklı bir evrene ait her türlü bilinci silmeye yeterli olur."

Unutmak ile hatırlamak arasında milli kimlik

Ruslar, şimdi hafızalarında olmayan bir şeyi yani kendilerini arıyorlar ve bulmak için çok zorlanıyorlar. Esasen Türkiye tecrübesi de bir yönüyle Ruslara benziyor. Müthiş bir hafıza ve bilinç kaybı:

Ernest Renan bu hali şöyle ifade ediyor:

"Kolektif hafıza kaybı ve hatta tarihi çarpıtmalar bir milletin oluşumunda önemli bir etkendir. Milleti oluşturan fertlerin ortak noktalarını ortaya çıkarabilmek için, aralarındaki birçok ayrışma noktasını unutmaları gerekir. Bir çok müşterek noktanın da hatırlanması gerekir. Hatırlamak ve unutmak, işte tarih budur."

Diğer milli kimlikler gibi Türk milli kimliği de bu iki kavramın dövdüğü örste şekilleniyor: Unutmak ve hatırlamak ... Cumhuriyetin tek partili otoriter döneminde unutmanın, çok partili demokratik döneminde hatırlamanın ağır bastığı, değişken bir milli kimlik... Unutmanın gerçekleştiği oranda, zedelenen bir milli kimlik, bir başka deyişle dil devriminde olduğu gibi başardıkça, trajik başarıların tahrif ettiği milli kimlik...Bu itibarla da hatırladıkça bazı kesimler tarafından yok olacağı, başka kesimler tarafından da ancak nihayet ortaya çıkacağı düşünülen, bir milli kimlik...

Türkiye'de de yaklaşık Rus devrimiyle aynı tarihlerde büyük bir kırılma, siyasi, iktisadi ve kültürel kopuş yaşandı. Keza Cumhuriyeti kuranların örnek aldığı Fransız Devriminin de eski rejim olarak nitelendirdiği eski kültürü tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığını hatırlatalım. Bu kırılma ve kopuş neydi? Biraz ona bakalım.

Türkiye, Balkan savaşından itibaren on yıl süren uzun bir savaş yaşamıştır. Bu savaşların içinde yer aldığı Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki döneme, tarihçi Hobbsbawm ''felaketler çağı'' diyor. Türkiye, bu dönemden en ziyade payını alan ülkeler arasındadır ve Türk milli kimliğinin oluşturulması bu zamana denk gelmiştir. Bu dönem boyunca bütün dünyada iktisadî ve siyasi liberalizm gerilemiş, otoriter ve totaliter rejimler ilerlemiştir.

Türkiye bu dönemde her şeyden önce büyük bir nüfus kaybı yaşamıştır. Bu kaybı Justin McCarthy şöyle anlatıyor: Osmanlı Anadolusu Birinci Dünya Savaşı'nda, savaşa katılan herhangi bir ülkeden daha fazla ölüm acısı çekmiştir. 1912'den 1922'ye kadar, Anadolu nüfusu yüzde 30 azalmıştır. Anadolu nüfusunun, yaklaşık olarak, yüzde 10'u göç etmiş ve yüzde 20'si ölmüştür." Mccarthy de Hobsbawn gibi felâketlerin yarattığı değişim potansiyeline dikkat çekerek, Türkiye üzerinde bu felâketlerin halkta reformları destekleyecek bir psikoloji ve maddi temel hazırladığını kaydediyor: "Felâket beraberinde değişime doğru psikolojik bir eğilim getirir. Basitçe ifade edilirse, felaket oluşturan kayıplar, insanların akıllarını, alışkanlıklarını ve hayatlarını değiştirir. Hiç olmazsa, hayatta kalanlar başlarına felaket getiren sistemden daha iyi bir sisteme sahip olmak isterler. Bundan başka, feci ölümler rasyonelleştirilmiş muhafazakâr hayatın en temel bloklarını yerinden oynatır, evler yıkılır, aile üyeleri öldürülür; çiftlikler ve işler yitirilir. Kayıplar yardım edemez ama geleneksel değerlerde ve muhafazakâr hayat tarzlarında değişikliklere sebep olurlar."

Ananelere saldıran kaba devrimcilik

Bu değişikliğe hazır oluş, Türkiye'deki değişimi dünya savaşında yenilen her siyasi rejimin değişmesinin ötesine taşıdı. Osmanlı devletinin çok milletli ve dini dünya telakkisinden, milli ve laik rejime geçilirken toplumsal hafıza ortadan kaldırıldı. Renan'ın unutma anlayışına dayanan ve hayali bir antik orta Asya dönemi esas alınarak, İslami dönemin atlandığı bir milli kimlik inşa edilmeye çalışıldı. Tarihsel ve sosyolojik gerçeklikten kopulduğu ölçüde de, Mete Tunçay'ın deyişiyle ikna yerine cebre başvuruldu.

Bu dönem inkılapçılarının önde gelenlerinden, Adalet Bakanlığı yapmış Mahmut Esat Bozkurt'un aşağıdaki ifadeleri dikkat çekicidir: "Her ilerleme altında çiğnenen bir ananeye tesadüf edeceksiniz. Ananeler yaşayan maniler demektir. Hayat bir yıldırımdır ki bunun her darbesinde büyük Türk şairi Fikret'in dediği gibi bir gece, bir gölge devrilir. Bu devrilenler hep ananelerdir. Bunların arkasında sabahlar vardır."

Bir örnek olarak dil devrimi

1960 yılında, yani dil devriminin üzerinden 28 yıl geçtikten sonra, Nihat Sami Banarlı şu tespitleri yapmıştır:

"Halk arasında Türkçe, bir alay ve eğlence mevzuu haline getirilmiş, buna dünyanın, dilde en zevkli milletine karşı uydurulan kelimelerin, zevksizliği, isabetsizliği, çetrefilliği ve çapraşıklığı sebep olmuştur. Aynı çetrefil ve yanlış dil etrafında koparılan yaygaraları ve yapılan baskıları ise, aklı selim sahibi her Türk aydını, hem diline hem dil hürriyetine bir tecavüz bilerek, incinmiş, küsmüş ve gücenmiştir."

Banarlı'nın yazısının üzerinden 44 yıl, dil devriminin üzerinden 72 yıl geçmesine rağmen dilin yaşadığı tahribat aşılamamıştır. Bu anlamda denebilir ki, dil devrimi başarılı olmuş ve Türkçemiz devrilmiştir. Geoffrey Lewis, Türk dil reformunu incelediği başarılı çalışmasında , bu süreci kitabın adını da teşkil eden "Trajik Başarı" olarak adlandırıyor. Fakat bu trajik başarıya rağmen, Türkçe hayatını muhafaza ediyor ve direniyor. Belki de Türkçenin en büyük sırlarından biri, bu yaşama arzusu ve gücüdür. Şimdi sizi, bu trajik başarının birkaç verimiyle başbaşa bırakalım:

Öztürkçeden örnekler

"Onun istenci bizim de erimimizdir.

Duygan seyircide biçimi anımsadıklarının bir betimi olarak değil biçim olarak görmeği koşullamalıdır.

Aygıt bengidir. Kalıt ve kalızdır. Utku ve yen böyle kazanılır, yeğremlere böyle ulaşılır. Her çeşit çelgen yastımalar tümüyle yersizdir. Dinsel ülkünün bütün yayılımı bütün tinlerdir. Uzyömün kuday olan aygıtın elindedir. Çerçel özgelik ve öz elge salt olmalıdır."

Buna karşılık Kemalizmi muhafazakar bir istikamette etkilemek isteyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu da şöyle diyor "Devlet kurmak kolay, ulus yapmak çok zor, ama geleneği yaratmak imkansızdır.''

Mahmut Esat Bozkurt'un bakan olduğu bu dönemde, Baltacıoğlu gibi muhafazakarlar, dergilere, attar dükkanlarına ve bunun gibi adacıklara sığınmışlardır. Siyasi sahaya çıkamayan muhafazakarlık çok sınırlı bir kültürel sahada ve imkansızlıklar içinde hayat mücadelesi vermiş ve çoğu şeyi de bugünlere aktarmayı; yani, muhafaza etmeyi başaramamıştır.

Muhafazakarlık, bu kavram anıldığında akla ilk gelen isimlerden Yahya Kemal'in ifadesiyle '' telin koptuğu, ahengin bozulduğu '' andan sonraki huzur arayışıdır. Daha doğrusu '' şevk veren beste ''yi hatırlama çabası :

'' Bir bitmeyecek şevk verirken beste

Bir tel kopar ve ahenk ebediyen bozulur''

Hatta muhafazakarlık, kültürel muhafazakarlık, bir yönüyle oldukça dramatik bir boyut taşır. Yenikapı Mevlevihanedini son şeyhi Abdülbaki Dede'nin oğlu Gavsi Baykara'nın şarkısı sanki bu dramı anlatır gibidir:

''Dokunma kalbime zira çok incedir kırılır

O tıpkı mabede benzer ki orada hıçkırılır ''

Muhafazakarlığın direnişi

Mamafih muhafazakarlık bu noktada pes etmez: Direnir. Bu direniş, bir geleneğin direnişi veya hatırlanışı olduğu gibi, bunun mümkün olmadığında da Baltacıoğlu'nun yukarıdaki sözü hilafına imkansızın denenmesi ve geleneğin icad edilmesi şekline de dönüşebilir...Bir başka deyişle unutturulanı hatırlama çabasına da...

Tek partili dönemde oluşturulmaya çalışılan milli kimlik, CHP ideolojisinden izler taşımaktadır. Jöntürklerden beri Türk aydınları üzerinde etkisi görülen pozitivist espri burada da görülmektedir. Pozitivizm bir yönüyle de Fransız Devrimine, onun düzensizliğine karşı duyulan tepkiyi ifade etmektedir. O yüzden de pozitivizmin mottosu İttihad ve Terakki'ye de adını verecek olan '' düzen ve ilerleme '' olacaktır.

İlericilik iddiası

Türk bürokratik muhafazakarlığının ilericilik iddiası, Türk modernleşmesine karşı gelişen reaksiyonlarla temellendirilir. Nazım İrem'in işaret ettiği üzere, Niyazi Berkes bu reaksiyon hareketinin toplumsal tabanını, ''geleneksel bilgi ve üretim tekniği''yle iktidar ve refahlarını koruyabilecek yeniçeri, ulema ve esnaf arasındaki büyük koaliasyonda görür. Berkes böylece muhafazakarlığı modernleşme hareketleri karşısında güç ve itibar kaybedenlerin reaksiyonerliğiyle tanımlamaktadır.

Berkes ve bürokratik muhafazakar düşüncenin açıklayamadığı husus, Türk modernleşmesini kabul ederek geliştirmeye yönelen muhafazakarlıktır. Bu bağlamda Kemal Karpat'ın çalışmaları izah edici olmaktadır. Karpat modernleşme sürecinde yükselen, güç ve itibar kazanan toplumsal kesimlerin muhafazakarlığına işaret etmektedir. Bu üst orta sınıflar din, müteşebbislik ve iktisadi dürtüleri içeren bir muhafazakar modernleşmeyi arzulamaktadırlar.

Demokrasi ve sanayileşme

Karpat'ın işaret ettiği çerçevenin 1959 yılında yazıldığı hatırlanırsa esas olarak Demokrat Parti tecrübesini ele aldığı anlaşılabilir. Ancak modernleşmeyi de içeren bir anlamda muhafazakarlığı, devlet adamı ve tarihçi Cevdet Paşa'ya veya Ahmet Mithat Efendi'nin eserlerine kadar götürmek mümkündür. İkinci Meşrutiyet döneminin terminolojisiyle söylersek ''muhafazakar ve inkılapçı'' iki ismi burada hatırlatmam temanın ne kadar derinlere kök saldığını gösterecektir: Bunlardan birisi milli şair Mehmet Akif Ersoy, diğeri ''milli mütefekkir'' Ziya Gökalp'tir.

Bu bakımdan hem Gökalp hem de Mehmet Akif'in fikirlerinden çizgiler taşıyan Erol Güngör, bürokratik muhafazakarların mecburi kültür değişmelerinin toplumda yarattığı direnişe karşılık, muhafazakar reformcuların serbest kültür değişmelerinin asıl toplumsal değişmeyi yarattığını şöyle açıklıyor: "Teknolojik medeniyetin" Türkiye'ye büyük bir hızla girişi İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Bu yıllarda birkaç büyük iktisadî devlet teşekkülü kurulmuştur. Teknolojik değişimi, bunlarla birlikte ve belki de daha ziyade bunların dışında gerçekleştirmiş olan kadrolar, "Avrupacı" tiplerden çok yerli tiplerden oluşmaktadır. Bunlar kısmen liberalleşen siyasî havadan faydalanan, pratik, pragmatik, iktisadî işleri iktisat kuralları çerçevesinde ele alan, lafçılıktan ve ideolojiden uzak, farklı kesim ve görüşlerde olmakla beraber, esas olarak merkezde ve sağda yer alan kimselerdir.

Türkiye'de muhafazakâr kesimin ihtirasla sanayileşmeyi istemeleri bazı çevreleri şaşırtmaktadır. Bu şaşkınlık sosyal ve kültürel yapı ile iktisadî yapı arasındaki ilişki hakkında edindikleri yanlış fikirlerin sonucudur. Özellikle Marksizmin etkisi altında oluşan yanlış kanaate göre, sanayileşmenin tedirgin ettiği birtakım zümreler, toplumda sarsılan yerlerine duydukları özlemle eski düzeni isterler. Gerçekten sanayileşmenin tedirgin ettiği bazı zümrelerin, özellikle büyük sermaye karşısında tutunamayan esnaf ve zanaatkârların, muhafazakâr siyasî hareketlere katıldıkları doğrudur, "ancak muhafazakârlık ile sanayileşmenin birbirine zıt istikametleri temsil ettiği söylenemez." Aksine sanayileşmenin öncüleri, sanayi öncesi toplumda şu veya bu sebeplerle kenara düşmüş olan gruplardır. Max Weber'in "misafir halk" dediği bu grupları "etnik azınlıklar, kendilerini cemiyetin tam içinde saymayan dinî gruplar veya diğer zümreler, kısacası cemiyetin geleneksel hayatına tam intibak etmemiş fert ve gruplar" teşkil etmektedir. Cumhuriyet inkılapları ile merkezin dışında, kenarda kalan muhafazakârlar, sanayileşme marifetiyle toplumsal ilişkiler ağını ve hiyerarşiyi değiştirmek istemektedirler. Türk iktisadi zihniyetini ve dinle ilişkisini inceleyen Ülgener, bu değişimi resmetmektedir.

1946'dan sonra Türk siyasi hayatı, ana hatlarıyla bürokratik muhafazakarlarla orta sınıfların muhafazakarlığı arasındaki mücadeleyle geçmiştir. Geleneksel Cumhuriyet burjuvazisinin, 1970'lere kadar bürokratik muhafazakarları ve onların siyasi temsilcisi CHP'yi desteklemiş olması, taşra burjuvazisinin desteklediği DP ve AP'nin, geniş kitlelerce orta sınıfların partileri olarak kabul edilmesini kolaylaştırmıştır. 1950'den sonra sanayi, tarım, ulaştırma ve ticarette yaşanan hızlı ve büyük değişim, bürokratik muhafazakar elitleri fevkalade rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlık bürokrat elitin halk üzerindeki kontrol ve iktidarlarını kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu rahatsızlık, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine, bürokratların seçilmişlerin iktidarlarını paylaşacakları 1961 Anayasasına ve iktisadi gelişmelerin kontrol altına alınacağı planlama uygulamalarına yol açacaktır. AP ise bürokratik elitle siyasi alanda açık bir çatışmaya girmeden kültürel sahada sembolik, iktisadi alanda önemli mücadelelerde bulunacaktır.

Bu şekilde çok partili demokratik hayata geçilmesiyle birlikte daha gerçekçi, tarihe ve toplumun taleplerine daha uygun bir milli kimlik ortaya çıkmaktadır. Fakat tek parti döneminin dil ve tarih şuurunda yaptığı tahribatın etkileri hali hazırda da devam etmektedir.

[email protected]