‘Türk muharriri’ vesilesiyle Türkiye’de düşünce tarihçiliği

Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi Araştırma Görevlisi
26.01.2020

Tuncay Birkan’ın metni gibi mikro ve olgusal düzlemde yapılacak fikir tarihi çalışmalarının, genel kabuller ve klişelerin sorgulanması adına önemli katkısı olabilir. Ancak Birkan’ın Peyami Safa ve Necip Fazıl gibi isimler özelinde tenakuza düşerek genel çerçevesi ve niyetine aykırı bir üslup kullanması gibi ideolojik önyargıların baskın gelmesi de bu tür çalışmaların en temel risklerinden biridir.


‘Türk muharriri’ vesilesiyle  Türkiye’de düşünce tarihçiliği

Türkiye’de düşünce tarihçiliği tarihin diğer alanları ve Türk Siyasal Hayatı gibi disiplinlere nazaran görece daha zayıftır. Akademi içinden ve dışından etkili birkaç kalemin çıkmış olmasına rağmen makro perspektifler sunan ya da mikro incelemeler yapan araştırmacı sayısı daha azdır. Hilmi Ziya Ülken’in 1966 yılında yayımlanan Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi hâlâ bu alanın aşılamamış kitaplarındandır. Ülken bu kitabında Türkiye’de orijinal düşünceler üretilemediğini söyler ve bunun sebebi olarak siyasal angajmanın fazlaca belirleyici olmasını öne çıkarır. Başka şekilde söylersek, Türk düşünürü politik gündemden kopamadığı hatta ona fazlaca bağlı ve bağımlı bir düşünsel faaliyet yürüttüğü için esaslı ve orijinal bir fikrî üretim yapamamıştır. Ancak yine de Ülken, zaten epey hacimli de olan kitabında, bu veri altında gelişse ve orijinalliği tartışılsa da mevcut fikrî geleneği ve düşünürleri önemser ve etraflıca ele alır.

Siyasal angajman meselesi

Politik angajman meselesi Türk düşünürlerinde olduğu gibi düşünce tarihi incelemelerinde de bu alanın daha zayıf kalmasının sebeplerinden biridir. Bu durumun iki sebebinden söz edilebilir. Bunlardan birincisi, düşünce tarihi araştırmacılarının meselelere kendi siyasal ve ideolojik perspektifinden yaklaşmasıdır. Sosyal bilimlerde, hele de siyasal ve ideolojik konularda, pirüpak ‘nesnel’ yaklaşımların olabileceği zaten bir 20. yüzyıl masalıdır ve bu masala artık pek inanan da yok. Ancak burada kast ettiğim nesnellik değil; fikrî gelişmelere ve düşünürlere daha çok kendi ideolojik söylemleri çerçevesinde yaklaşmak ve çoğunlukla da onları kendi mevcut siyasal ve ideolojik duruşlarına göre bir yere konumlandırmaya çalışmak.

İlgili düşünürün belli bir dönemine odaklanmak, aynı düşünürü ‘90’larda hiç hatırlamazken ya da onun farklı dönemine vurgu yaparken 2010’larda farklı veçhelerini öne çıkarmak ve adeta onu yeniden keşfediyormuşçasına ona sarılmak gibi tutumları vurgulamak istiyorum. Söz gelimi Hikmet Kıvılcımlı, 1932 yılında Kürt meselesine dair yazdığı metinle de, İslâmiyet’ten ve Hz. Muhammed’den müspet ifadelerle söz ettiği ‘Eyüp Sultan Mitingi’yle de ya da solun ne kadar cuntacı ve darbeci olduğunu vurgulamak isteyenler için 27 Mayıs Darbesi sonrası Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı mektupla da gündeme getirilebilmektedir. Bir bütün olarak Hikmet Kıvılcımlı düşüncesinin, onun fikri kırılmaları ve süreklilikleri çerçevesinde etraflı bir düşünsel portresinin çıkarılması daha az kişi tarafından tercih edilmektedir. Hikmet Kıvılcımlı için yapılan bu değerlendirmeler, Peyami Safa veyahut da Nurettin Topçu için de yapılabilir. Ancak isimler farklılaşsa da parçalılık ve pratik/pragmatik gailelerle ilgili düşünürlere ve fikrî hareketlere yaklaşım ve incelemelerin mahiyeti değişmemektedir.

Tasnif sorunu

Fikir tarihçiliğinde siyasal olanın gölgesinin yoğun hissedildiği bir başka boyut da, Türk Siyasal Hayatı’na ilişkin yapılan tasnif ve dönemlendirmelerin fikir hareketleri içinde yapılıyor olmasıdır. Kabaca Tek Parti Dönemi, 1950-60, 1960-1971, 1971-1980 gibi aralıklar siyaset bilimi incelemeleri için genel kabul gören tasniflerdir. Düşünce tarihçiliğinde de aşağı yukarı genel olarak bu dönemlendirmeler kullanılır. Belki 1960-1980 arasının bir bütün olarak değerlendirilmesi gibi kısmî farklılaşmalar görülebilir. Bu aralıklar da daha çok o döneme hâkim paradigmalar çerçevesinde ele alınır. Söz gelimi, 1950’ler akademinin Amerikanlaşması, Soğuk Savaş ve anti-komünizmin yaygınlaşmaya başlaması gibi genel şemalar etrafında incelenir.

Oysa Peyami Safa’nın Türk Düşüncesi, liberal-muhafazakâr aydınların Forum Dergisi (1954-60 olarak kabul edilen ilk ve etkili dönemi) 1950’lerde yayımlanmıştır. Bu çevrelerde de şüphesiz, Amerikanlaşmanın, anti-komünizmin yoğun etkisi görülebilir ancak dönemin hâkim paradigmasının dışında birçok meselenin de bu dergilerde tartışıldığı rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda sözünü ettiğim, parçalı ve pragmatik yaklaşımın tipik örneklerine konu olan metinlerden birisi de Peyami Safa’nın bu yıllarda, 1959’da,Türk İnkılabına Bakışlar’ın ikinci baskısına yazdığı önsöz ve bu ikinci baskıdan bazı bölüm ve parçaları çıkarmasıdır. Safa’nın kendi kitabında yaptığı bu değişiklikler Türk aydınının evrimi ve iktidarla ilişkileri çerçevesinde başlı başına incelemeyi hak ediyor; ancak şunu da teslim ve tespit etmek gerekir ki, salt yaptığı bu değişikler yüzünden ve üzerinden bir Peyami Safa portresi çizmek son derece indî ve indirgemeci olacaktır.

Bu şekilde kabaca ve genel dönemselleştirmeler yapılması, incelenen fikrî yönelimlerin birtakım kabul ve sabiteler çerçevesine mahkûm kalması gibi bir sonuç doğurmaktadır. Sol’un aslında hep Kemalist ve darbeci olduğu, Sağ’ın hep devletle, çoğunlukla da ‘derin devletle’, doğrudan ya da dolaylı işbirliği içerisinde olduğu gibi klişeler bu sabitelerin tipik örnekleridir. Tabii olarak, Sol’un cuntacılık faaliyetleri mebzul miktardadır ve Kemalizm her daim Sol’un büyük kısmı için hâlâ arka bahçedir. Ya da Sağ içinde, tıpkı sol içinde olabileceği gibi, birtakım derin devlet operasyonlarının olması da imkân ve ihtimal dahilindedir. Ancak bu tür kabuller, bana göre, artık açıklayıcı bir çerçeve sunmuyor. Doğan Avcıoğlu’na darbeci ya da Kemalist demek Avcıoğlu’nun metinlerini ve entelektüel portresini anlamlandırmak noktasında bize ekstra bir şey katmıyor. Bu toptancı yaklaşımla Avcıoğlu’nun neden “Nurettin Topçu’yu Aydın Yalçın’a tercih ederim” dediğinin ve Garaudy’nin İslâmiyet ve Sosyalizm metnini neden Türkçe’ye çevirdiğinin bağlamını açıklayamayız. Kaldı ki, Avcıoğlu okuyan ya da üzerine düşünen birisi zaten onun cuntacılık faaliyetleri ve müzmin Kemalistliğini veri alarak bu işe girişecektir. Türkiye’nin Düzeni’nin yayımlanmasından 50 yıl sonra hâlâ onu salt cuntacılık faaliyetlerine indirgeyerek okuyorsak, bir arpa boyu yol alınamamış demektir.

Dolayısıyla, kabul edilen makro perspektifleri sorgulayıcı daha mikro çalışmaların yapılması bu alanda yeni açılımlar için bir başlangıç teşkil edebilir. Mevcut siyasal ve politik angajmanlar çerçevesinde ve bunlar saikiyle değil de, ilgili düşünürlerin daha mikro meseleler etrafındaki görüşlerini ele almak ve bunu yaparken de hem o düşünürün düşünsel süreklilik ve kopuşlarını hem de dönemin bağlamını bir arada düşünmek isabetli bir yöntem olabilir.

‘Türk muharriri’

Tuncay Birkan Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri’nde tam da böyle bir çalışma yapmak niyetinde olduğunu söylüyor. Kitabın alt başlığı 1930-1960 olsa da, metin daha çok 1930’lar ve ‘40’lar üzerine incelemelerden oluşuyor ve ‘50’lerle ilgili tartışmalara kısmen değiniliyor. Birkan’ın kitapta yapmaya çalıştığı şey, uzunca Sunuş’unda da belirttiği gibi, kronolojik tarih çalışması yapmak değil. Daha çok olgusal düzlemde ve dönemin belli başlı tartışma konuları üzerinden Türk Muharriri’nin dünyasını anlamak adına bir çerçeve sunmak. Temel amacıda, bu döneme ilişkin ‘resmi ideolojinin hatipliğini yapmak’ gibi genel bir klişeyi sorgulamak ve Nurullah Ataç gibi sembol isimlerde dahi bu sorgulamanın fazlaca yapılabileceğini göstermek. Yine Sabiha Sertel gibi Sol adına önemli isimlerin de aslında ‘40’ların ortalarına kadar resmî ideoloji çizgisinden çok kopuk olmadığını gösteriyor, bir başka klişeyi sorgulamak adına.

Birkan’ın metninin epey bir emek mahsulü olduğunu söylemek gerekir. Özellikle de ‘30’lar ve ‘40’lara dair yoğun bir süreli yayın taraması söz konusu. Bu taramalar neticesinde de, özellikle ikinci bölümde, şunu vurgulamak ister Birkan; o dönemin yazarını, aydınını, belli klişeler ve tekrarlar üzerinden okumak artık bize yeterli olamaz. Tartışmalarıyla, polemikleriyle, yayın ve geçim dertleriyle o dönemin muharririnin dünyasını anlamaya çalışmalıyız. Bunun için de öncelikle ezbere klişelerden kurtulmak gerekir. Dönemin tek partici, milliyetçi atmosferine karşı beklenmedik itirazlar, aykırı sesler bile bulmak mümkündür. Hem de resmî ideolojinin kalemşorlarından Ataç gibi isimlerde bile bulmak mümkündür bu aykırılıkları.

Açıkçası Birkan’ın perspektifini ve yapmaya çalıştığı şeyi önemsediğimi söyleyebilirim. Çünkü genel ve makro kabullerin dışındaki bu tür incelikli çalışmalar dönemin genel atmosferi dışındaki ayrıksı sesleri de tanıma fırsatı vermektedir. Kimi sembol yazarlara belirli klişelerle bakmak yerine bu isimleri kıyıda köşede kalmış metinleri aracılığıyla ve spesifik olaylar etrafındaki görüşleri vesilesiyle analiz etmek bize yeni açılımlar yapma şansı da verebilir. Ancak Birkan’ın metninde dikkatimi çeken bir diğer önemli husus, Peyami Safa ve Necip Fazıl gibi isimler söz konusu olunca Birkan’ın kendisini de birtakım klişelere başvurmak zorunda hissetmesi ya da bile isteye bu klişelere başvurması. Söz gelimi, Safa’yı (ağzı köpürerek gereğinin yapılmasını talep etmek gibi) yer yer gayet nahoş ifadelerle eleştirir Birkan. Ancak metin geneline bakıldığında Safa’yı bir kalemde çizip atamadığı, her fırsatta saldırdığı ve fakat romancılığından ötürü de kızgınlığını dizginleme gereği duyduğu görülür. Mesela, Birkan, kitap boyunca sıkça taltif ettiği Refik Halid’e nazaran, Peyami Safa’nın daha çok okuduğunu, özellikle felsefi ve fikrî metinleri daha yakından takip ettiğini söylerken, bir başka yerde, 30’lu yıllara kıyasla ’40 ve ‘50’lerde Safa’nın bu düşünsel/felsefî yönünün azaldığını ekleme gereği duyar. Öte yandan, yazarların telif hakları başta olmak üzere, kendi haklarını savunması için örgütlenme faaliyetleri tartışmalarında Safa’nın yazdıklarını da şaşırarak aktarır ve ‘Böyle momentler vardır Safa’da’ diye de açıklama yapar.

Birkan’ın Safa’yı diğer isimlere nazaran, diğer isimlerin çelişkileri, beklenmedik aykırılıklarına nazaran daha sert iniş çıkışlarla değerlendirmesi, milliyetçiliği ve muhafazakârlığı, Nazım Hikmet’le kavgası ve anti-komünizmi yüzünden Safa’ya hem çok kızması hem de ondan vazgeçemeyişiyle alakalı olsa gerek. İlginç bir şekilde, Birkan, Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar’daki modifikasyonu üzerinde de fazla durmaz. Zira kendisi de farkındadır; Refik Halid dahil, yazarların 20-30 yıllık dönemlerdeki yazdıkları arasındaki çelişkiler ve tutarsızlıklar üzerinden bir portre çıkarmak o yazar hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapmak için yeterli değildir. Bunun yerine de, olgusal düzlemde ele aldığı meselelerdeki Safa’nın tutumunu pek çok yerde dipnotlarla anti-parantez şeklinde vererek ve çoğunlukla da nahoş bir üslupla aktarır.

Necip Fazıl ve klişeler

Necip Fazıl hakkında da, Peyami Safa’ya göre daha az olmakla beraber, bu tür klişelere başvurduğu görülür Birkan’ın. Bunların başında da Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para aldığı iddiaları gelir. Birkan da, Ayşe Hür gibi hangi maksatla bu iddiaları araştırdığı belli ‘tarihçilere’ referansla birkaç yerde bunlara değinme gereği duyar. Bunun klişeleri sorgulamak mottosuyla nasıl bir tutarlılık arz ettiği ise gayet tartışmalıdır. Öte yandan şiirde metafizik öğeleri tartıştığı bir yerde ise, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı bu minvaldeki ilk şair kabul eder. Bu alandaki Necip Fazıl’a ilişkin ifadesi ise, epeyce talihsizdir; Zira O’na göre, Necip Fazıl’ın bu alandaki sıkıntıları ‘libidinal’dir; 1934’te Abdülhâkim Arvasi’yle tanışmasıyla da bu sıkıntılardan kurtulmaya başlamıştır. Gerçi hemen akabinde, ‘hadi bu kadar indirgemeci olmayalım’ diyerek üslubunu düzeltme gereği duyar ama Necip Fazıl’ın ilk dönem şiirlerindeki en güçlü yanı olan metafizik yönüne bile böyle bir benzetme yapacak kadar seviyeyi aşağı çeker. Dolayısıyla da Birkan, Ataç gibi isimlerden bile kaçınmak gerektiğini ısrarla söylediği genelleştirici ve toptancı ifadeleri Peyami Safa ve Necip Fazıl gibi isimler söz konusu olunca kolaylıkla kullanıverir. Bunu da hem mevcut klişelere sorgulamadan başvurarak hem de kendisi de bunlara yeni ithamlar ekleyerek yapar.

Toparlamak gerekirse, Birkan’ın metni gibi mikro ve olgusal düzlemde yapılacak fikir tarihi çalışmalarının, genel kabuller ve klişelerin sorgulanması adına önemli katkısı olabilir. Bu tür çalışmalar, fikir tarihi incelemelerinin siyasal olanın tasallutundan kurtulması için katkı sunabileceği gibi mevcut klişelerin sorgulanması adına da bir perspektif sunabilir. Ancak Birkan’ın Peyami Safa ve Necip Fazıl gibi isimler özelinde tenakuza düşerek genel çerçevesi ve niyetine aykırı bir üslup kullanması gibi ideolojik önyargıların baskın gelmesi de bu tür çalışmaların en temel risklerinden biridir. Bu riskleri minimize etmek kaydıyla ve ideolojik olarak farklı kulvardaki isimlere karşı daha hakkaniyetli bir üslup kullanılması şartıyla bu tür fikir tarihçiliğinin gelişmesini temenni edebiliriz.

 

@Yunussahbazz