‘Türk ulusu’-‘Kürt milliyeti’ ve CHP anakronizmi

Doç. Dr. ERTAN AYDIN
2.02.2013

CHP’nin ulusalcı kanadı sorunlu bir anakronizm sergileyerek, değişim iradesini frenlemekte ve partiyi 30’lu yılların totaliter atmosferine geri döndürmektedir.


‘Türk ulusu’-‘Kürt milliyeti’ ve CHP anakronizmi

Geçen hafta CHP milletvekili Birgül Ayman Güler’in TBMM kürsüsünden “Türk Ulusu ile Kürt Milliyetinin” eşit olamayacağı seklinde ilan ettiği sert açıklamasından sonra MHP milletvekilleri ile beraber CHP milletvekillerinin çoğunluğu tarafından alkışlanması ve akabinde Kürt kökenli milletvekili ve partililerin tepkilerine rağmen hiç bir yaptırıma maruz kalmaması, CHP’nin tarihi misyonu ve fikri geleneği hakkında önemli soruları da tartışma gündemine getirmiştir. Bu talihsiz sözlerin TBMM çatısı altında, Türkiye’nin en önemli iç meselesi olan Kürt sorunun çözümüne yardımcı olacak önemli hukuki adımlar atılırken ve Türkiye devletinin PKK’nın silahsızlandırılması amacıyla yaptığı görüşmeleri eleştirmek amacıyla yapılması da ayrıca dikkate değerdir.

CHP enternasyonali

Bu konuda yapılan tartışmalar içinde pek çok kişi, Birgül Ayman Güler’in yaptığı konuşmanın CHP’nin ilerici, sol ve enternasyonalist vizyonuyla çeliştiğini vurgulaması ve CHP’den bu tarz ırkçı bir yaklaşımı beklemediklerini ifade etmeleri ayrıca şaşırtıcıdır. Zira CHP bir parti olarak 1930’lu yıllarda hem faşizm hem de ırkçı milliyetçilikle çok derin bir fikri akrabalık kurduğu gibi, çok partili hayata geçildikten sonraki Türk demokrasi tarihinde hiç bir zaman bu ulusalcı geçmişiyle hesaplaşmadı. 1960’lı yıllardan sonra CHP’nin yavaş yavaş adapte etmeye çalıştığı sosyal demokrat söylem, bu ulusalcı söylemle mezcedilerek geliştirildiği gibi, CHP’liler nazarında Kürt vatandaşların tam eşitliğini isteyen bir vizyona geçit vermedi. Daha da önemlisi, bugünkü Kürt sorununun gelişmesine yol açan tarihi şartları hazırlayan sistemin kurucusu da aynı CHP zihniyeti olduğu için, Birgül Ayman Güler’in konuşması CHP’nin kendi yarattığı problemin çözümüne de izin vermeme iradesi olarak görülmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran nesil, daha çok İstiklal Marşı’nda ruhunu bulan Müslüman milletinin kurtuluşu ve hürriyeti ilkesiyle hareket ettiği için, CHP’nin Türkiye’de ideolojik hakimiyeti kurması öncesinde Türk milletinin Kürtlere üstünlüğünden söz eden tarihi bir vesikaya rastlanmamaktadır. Zaten o dönemde Türklük Müslümanlıkla eşit olarak kullanıldığı gibi, bir insanın Kürt kimliğini kullanması buna zıt olarak algılanmıyordu. Örneğin Cumhuriyet döneminin etkili dini düşünce simalarından olan Said-i Nursi’nin, aynı zamanda Said-i Kürdi olarak bilinmesi, onun ilk TBMM meclis üyesi olması veya aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığına sahip çıkmasına engel teşkil etmiyordu. Bunun da ötesinde, bugün Kuzey Irak’ta Kürtlerin çoğunluk olduğu, ama içinde Türk ve Araplarında yaşadığı Musul ve Kerkük bölgesinin, Misak-i Milli içerisine alınması, ve genç Türkiye Cumhuriyeti diplomatlarının Milletler Cemiyetinde İngilizlere karşı bu bölgenin Türkiye’ye ait olduğu tezini savunması, Kürtlerin Türkiye’nin kurucu unsularından olduğuna işaret etmektedir.

Meşruiyet sorunu

Bugün pek çok kişi Kerkük ve Musul meselesinin, İngilizlerin oyunu ile Türkiye’nin petrol zengini bir bölgeden mahrum kalması olarak yorumlaması bir anakronizmdir. Zira bu mesele, petrolden daha çok Cumhuriyetin kurulduğu dönemde bölgedeki Kürtlerin ne kadar Türkiye vizyonunun parçası olduğunun delilidir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti o diplomatik savaşı kazanabilmiş olsaydı, muhtemelen hem Barzani hem de Talabani TBMM’de milletvekili olarak siyaset yapıyor olacaklardı. Kürt vatandaşları nezdinde herhangi bir meşruiyet sorunu olmayan ve kendi sınırları içerisinde Müslüman çoğunluk tarafından sahiplenilen yeni Türkiye Cumhuriyeti, niçin halkının siyasi kimliğini etnik Türklük ile yeniden tanımlamaya kalktı.

Bu sorunun cevabı bugünkü CHP ideolojisinin köklerini aydınlatmaya da yardımcı olacaktır. üyük ölçüde 1920 ve 1930’lu yılların moda ideolojileri olan ırkçı tezlerden ve faşizmden esinlenen bu değişim, kısmen laikliğin yan etkisi olarak geliştirilmişti. Katı laiklik politikaları sonucunda, değişik etnik kimlikler arasındaki Müslümanlık temelli birliği zedeleyen CHP elitleri daha karma ve kucaklayıcı yeni bir milli kimlik kurmaktansa etnik Türk ulusçuluğunu tercih ettiler. Bu tercihte şüphesiz dönemin Avrupa’sındaki hakim fikir akımlarının rolü vardır. Laik bir Türkçülükle, yeni bir birlik fikri ve ahlakı kurma projesi, daha başladığı dönemden itibaren sadece Kürt vatandaşlar nezdinde değil, Türk vatandaşlar tarafından da kabul görmeyecek ve ancak tek parti diktatörlüğü ile uygulanabilecekti.

Faşizmin moda olduğu yıllar

Kuşkusuz, bu tür bir tercihte, 30’lu yıllarda tüm dünyada yükselişe geçen totaliter ve faşist akımların etkisi büyüktü. CHP’nin bu akımlardan yoğun bir biçimde etkilendiği görülmektedir. Özellikle Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği en fazla örnek alınan ülkeler olmuştur. Örneğin, yurt dışına bu ülkelerde gözlem yapmak için gönderilen Selim Sırrı’nın İtalya’da Faşist yönetimin 5 yaşından itibaren çocuklar için ‘Ballila’ ve ‘Piccole’ gibi asker eğitimi verdiği ve bunun Türkiye’ye de uyarlanmasına dönük rapor hazırladığı bilinmektedir. Selim Sırrı “İtalya’da Halk ve Gençlik Teşkilatı” başlıklı yazısında, eğitim alanında “faşistlerin başardıkları işler, meydana getirdikleri eserler çok beğenilmeye layıktır.Bu büyük işin mükemmel olmasının asıl sebebini vatan sevgisi ve milli duyguların birliğinde aramak lazımdır” şeklinde kanaatini dile getirmiştir. (Ülkü, 1933, Cilt I, No. 3, s.241).

Faşist ve ırkçı yaklaşımların giderek normalleştiği, CHP içerisinde en fazla kabul gören tutum haline geldiği söylenebilir. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, Hitler tarzı bıyıkları ve faşist fikirleri ile parti içerisinde etkili bir figür haline gelmişti. Recep Peker, 1935 yılında gittiği Hitler Almanya’sından çok etkilenmiş, Türkiye’nin de nihai olarak benzer bir devlet modelini benimsemesi gerektiğini savunmuştur. Peker, Almanya gezisi sonunda hazırladığı yeni parti programını Başbakan İsmet İnönü’nün kabul ve imzasıyla Atatürk’e sunmuş, Atatürk programı aynı gece okumuş ve raporla ilgili özel kalemi Hasan Rıza Soyak’a şu ifadeleri kullanmıştır:

“Bu zorbalar kimlerdir, onları kim seçecektir?”

Şaşırmıştım, kekeledim:

“Hangi zorbalar Paşam?”

Daha sert ve yüksek bir sesle:

“Efendim; sen dün akşam bana getirdiğin kağıtları okumadın mı?”

“Biraz okumuştum Paşam.”

“Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabii dolayısıyla devleti ve memleketi kendi başlarına idare edecek olan Yüksek Meclis’in azasını... diyorum; onları kim seçecek; bu zorbalar heyeti, kuvvet ve selahiyetlerini kimden nasıl alacak? Hayret, hayreti uzma (Böyle vaziyetlerde daima kullandığı kelimelerden...) Bu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz, en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir. Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki; bu memlekette bir gün... padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler...”

Peker’in hazırladığı raporu okuduktan sonra Hasan Rıza Soyak şu ifadeleri kullanıyor: “Gerek nizamname, gerek program, o zamanın tek partili totaliter idarelerindeki esaslara göre kaleme alınmıştı. Başta azası mahdut, fakat kudret ve salahiyeti sınırsız bir heyet tasavvur ediliyordu. Bütün kararları, bu âli heyet veriyor, Büyük Millet Meclisi bir şekilden ibaret kalıyordu. İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. Bir kelime ile ve tam manası ile faşizm!”(Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, s. 57)

Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Recep Peker ve İsmet İnönü’nün oluşturmaya çalıştıkları dönemin totaliter ideolojilerine paralel “Atatürkçü” ideolojiye Atatürk pek sıcak bakmamış, önce Peker’i daha sonra da İnönü’yü görevden alarak bu konudaki kararlı duruşunu net ortaya koymuştur. Lakin, Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet İnönü faşist yaklaşım ve uygulamalara  ağırlık vererek CHP’yi Atatürk’ün hedeflediğinden oldukça farklı bir ideolojik çizgiye çekecekti. Köy Enstitüleri gibi totaliter kurumsallaşmadan tutun da Varlık Vergisi gibi ırkçı uygulamalara kadar bir çok alanda bu ideolojinin izleri rahatlıkla görülebiliyordu.

Kılıçdaroğlu’nun kredisi...

CHP’nin asıl sorunu, bu katı ideolojik çerçeveyi, 1950 seçimlerinde iktidarı Demokrat Parti’ye kaybettikten sonra dahi bırakmaması, ve 1930’ların aşırı milliyetçiliği ile yüzleşmemesi olacaktır. Daha da kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti’nin pek çok önemli eğitim kurumu ve müessesesine CHP’li elitler ve fikirler hakim olmaya devam ettiği için 1930’lardaki ana yapı, çok partili hayat boyunca revize edilse bile değiştirilemez bir hale gelecek ve mükerrer darbelerle bu köhne ideoloji ve sistem yeniden hayat bulup, yeni taraftarlar toplayacaktır. Türkiye toplumunda derin yaralar açıp kutuplaşmalara yol açan Kürt sorunun bir ayağı, 1970’lerin şiddete dayalı gerilla sol hareketlerinden esinlenerek kurulan PKK’nin yürüttüğü terör eylemlerinin yarattığı kutuplaşma ise, diğer ayağı ise CHP’nin kurduğu etnik milliyetçiliğe dayalı dışlayıcı yapının tüm devlet zihniyeti ve müesseselerine sirayet etmesi olmuştur. Çok uzun bir dönem CHP zihniyetli devlet ile PKK terörü arasında tercih yapmak zorunda bırakılan Kürt vatandaşlar, bu iki aşırılık arasında kurtulup, aslında 1923 Türkiye’nin kucaklayıcı milliyetçiliğine ve kendilerini de eşit gören kontratına geri dönmek istemektedirler. Değişik araştırma kuruluşlarının yaptığı anketlerde Kürt vatandaşlar arasında Türkiye’den ayrılacak bir çözümün çok marjinal olduğu, ekseri çoğunluğun, anayasal ve rejim ıslahatıyla sorunun çözülmesini arzu ettiğini göstermektedir. Son on yıl içerisinde yapılan özgürleştirici reformlarla Türkiye bugün Kürt vatandaşlarının ellerinden alınan pek çok kültürel hakkını iade etmiş ve CHP dönemi ile askeri darbelerin ürettiği hataları düzeltmeye çalışmıştır. Bir yanda bu anayasal süreç ilerlerken, ülke içerisindeki silahlı terörün müzakereler ile sona erdirilmesi yolunda önemli bir sürece girilmiştir. Her iki süreçte, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının oluşturduğu etnik mozaik ve kardeşlik anlayışı ile uyumlu süreçlerdir ve demokratik çoğulculuk ve insan hakları ile sorunları çözmeyi amaçlamaktadır. Bu hayati dönemde, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun hükümete “kredi vermesi” bir anlamda bizim yarattığımız sorunları sizin çözmenize engel olmayacağız mesajı olarak da okunabilir. CHP genel başkanının bu ifadesine rağmen, CHP içindeki ulusalcı kanadın, maalesef tam tersi bir siyasi hareketlilik içinde olduğu görülmektedir. Zira, CHP’nin bu ulusalcı kanadı sorunlu bir anakronizm sergileyerek, partideki değişim iradesini frenlemekte ve 30’lu yılların totaliter atmosferine geri döndürmektedir. Birgül Ayman Güler’in yaptığı konuşma bu tarihi perspektif içinde değerlendirilir ise, hem Türkiye hem de CHP’nin geleceği için daha sağlıklı siyasi dersler çıkarmak mümkün olacaktır.

[email protected]