Türk-Amerikan ilişkileri: Ne yeni, ne eski

HAKAN ÇOPUR / Yazar
8.08.2015

ABD, daha güçlü ve bölgede etkin olduğu için Türkiye üzerindeki nüfuzunu sonuna kadar kullanmak istemektedir ve isteyecektir. Ancak bu durum, Türkiye’yi otomatik olarak ABD’nin peşine takılan bir vagon haline getirmez. İlişkilerin tarihine bakıldığında (özellikle 2000’li yılların başından itibaren) iki ülke arasındaki işbirliklerinde (asimetrik bile olsa) hep bir müzakere, pazarlık ve hatta münakaşanın söz konusu olduğu görülecektir.


Türk-Amerikan ilişkileri: Ne yeni, ne eski

Bugünlerde herkesin merak ettiği sorular şunlar: Türkiye ile ABD arasındaki işbirliğinin arka planında ne var? Ne oldu da kısa süre öncesine kadar Suriye’deki krizin çözümü konusunda ayrı düşünen Türkiye ile ABD yönetimleri bir uzlaşmaya vardı? Türkiye, DAEŞ-karşıtı koalisyona katılmaya, İncirlik’i açmaya ve ABD de PKK’nın vurulmasına ses çıkarmamaya nasıl ikna oldu?

Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihi, hızlı değişebilen yüzey akıntıları ile istikameti daha belli olan dip akıntılarına ev sahipliği yapan İstanbul Boğazı’na benzer. Her iki ülkenin de kendine göre bir ajandası vardır ve özellikle son yıllardaki bölgesel dönüşümler, Türkiye ile ABD’yi bazen işbirliği yapmaya, bazen de karşı karşıya gelmeye itmiştir. Ancak kısa süreli bu akıntıların altında yatan ve ilişkilerin asıl istikametini gösteren dip akıntılar, ABD’nin küresel, Türkiye’nin ise bölgesel çıkarları söz konusu olduğunda nasıl davranacaklarını tayin eden ana göstergelerdir. Son günlerdeki yakınlaşmayı bu çerçevede ele almak daha doğru olacaktır.

Krizler aşılmak içindir

2003 yılında 1 Mart Tezkeresi Meclis’te reddedildiğinde Türk-Amerikan ilişkilerini takip eden birçok kişi, o günkü krizin derin bir darbe olduğunu düşünüyordu. 2009 yılında Davos’taki “one minute” çıkışının ardından ve 2010 yılında Türkiye’nin, nükleer müzakere sürecinde (Brezilya ile birlikte) İran’ın konumuna yatırım yapmasından da birçok kişi, iki ülke ilişkilerinin uçuruma yuvarlandığı sonucunu çıkarmıştı. İlişkilere darbe vuran tüm bu gelişmeler, ne Türkiye’yi NATO perspektifinden kopardı, ne ABD ile aşılamayacak bir kriz mirası bıraktı, ne de Türkiye’nin Batı ittifakından ayrılıp Doğu’ya yerleşmesine sebep oldu. Evet, hepsi önemli krizlerdi, ama hepsinde de asimetrik iki gücün arasındaki bozulan dengenin yeniden tesis edilmesi arayışı galip geldi.

1 Mart Tezkeresi ile Türkiye, bölgedeki Kürt unsurları konusundaki kırmızı çizgilerini göz ardı etmeye meyyal ABD ile uzun süren müzakereler sonucunda ikna olmadığını göstermiş oldu. Kriz çıktı. ABD yönetimi çok bozuldu. Ama 2008 yılında Obama işbaşına geldiğinde ilk resmi yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yaparak, iki ülke ilişkilerinde beyaz sayfa açtı. Davos sonrası dönemde Türkiye-İsrail ilişkileri ciddi şekilde bozulurken Türk-Amerikan ilişkileri hafif bir nezle ile süreci atlattı. 2010 yılında Türkiye’nin İran’la aynı masada poz vermesine bozulan Washington yönetimi, 2015 yılında kendi kuralları ile kurduğu oyunda Tahran ile masaya oturdu ve nükleer anlaşma ortaya çıktı. Ve bugün Türkiye ile ABD yeni bir işbirliği için yeniden ortak bir zeminde bir araya geldi. Bu yeni işbirliği de, diğerleri gibi, ne her şeyin güllük gülistanlık olduğunu, ne de her tarafı kara bulutların kapladığını gösterir.

Asimetrik ama rasyonel

Bu örnekleri, iki ülke arasındaki akışın, aslında bir “bandwagoning” (kabaca, zayıf ülkelerin güçlü ülkelerin peşine takılmaları şeklinde nitelenebilir) olmadığını; daha ziyade, biri uluslararası sistemin en güçlü ülkesi olan ABD ile bölgesinin en güçlü ülkesi olan Türkiye arasındaki asimetrik bir nüfuz ilişkisi olduğunu anlatmak için verdim.

Elbette ABD, daha güçlü ve bölgede etkin olduğu için Türkiye üzerindeki nüfuzunu sonuna kadar kullanmak istemektedir ve isteyecektir. Ancak bu durum, Türkiye’yi otomatik olarak ABD’nin peşine takılan bir vagon haline getirmez. İlişkilerin tarihine bakıldığında (özellikle 2000’li yılların başından itibaren) iki ülke arasındaki işbirliklerinde (asimetrik bile olsa) hep bir müzakere, pazarlık ve hatta münakaşanın söz konusu olduğu görülecektir. Türkiye, kendi ulusal, tarihî, coğrafi ve bölgesel çıkarlarını göz önünde bulundurarak ABD ile masaya oturacak kadar kurumsal bir devlet yapısına/geleneğine sahip olduğunu her seferinde göstermiştir. Dolayısıyla zaman zaman yaşanan krizler, iki ülkenin birbirine ihtiyacının kalmayacağı güne kadar, aşılmaya mecburdur ve ABD de, Türkiye de bunun farkındadır.

Müzakere yolları açık

Bu perspektiften Suriye-merkezli bölgesel krize bakıldığında Türkiye ile ABD’nin pozisyonları daha rasyonel bir biçimde tartışılabilir. 2011 yılından beri Türkiye, Suriye’deki sorunun kaynağının rejimin kendisi olduğunu, sivrisineklere bu bataklığın neden olduğunu savundu. Aynı rasyonalite çerçevesinde DAEŞ’le tek başına yapılacak mücadelenin eksik olacağını, DAEŞ’lere ortam hazırlayan bu bataklığın nasıl kurutulacağının da konuşulması gerektiğini dünyaya anlattı. Ancak ABD, meseleye böyle bakmadığını ortaya koyarak kendisi için Esad rejimi konusunun zaman içinde çözülebilecek bir sorun olduğunu, DAEŞ’in ise bölgesel istikrarı daha çok bozan bir unsur olduğunu savundu. Bu derin fikir ayrılığı, Türkiye’nin DAEŞ’le mücadeleye katılmakta bu denli isteksiz kalmasının belki de temel sebebi oldu.

Ancak küresel ve bölgesel dengeler zaman içinde değişiyor ve Ortadoğu’daki DAEŞ tehdidinden bölünmesi muhtemel Suriye’ye kadar her şey birbiriyle ilintili. Bir yandan Çin ile yakın gelecekte birçok biçimde karşı karşıya gelmeye hazırlanan ve askeri planlamalarını buna göre yapan bir ABD söz konusu. Tartışmaya açık olmakla birlikte, birilerinin Ortadoğu’da “kontrollü bir kaos düzenine” zemin ve imkan hazırlayarak kısa vadede çözül(e)meyecek zorlukları oluşturduğu söylenebilir. İran’la yapılan nükleer anlaşmayı da, önemli bir kriz/savaş potansiyelini “erteleme” olarak değerlendiren birçok analist var. Kaldı ki Obama yönetiminin yaptığı bu anlaşmanın Cumhuriyetçiler nezdindeki değeri belli iken Demokrat senatörlerden bile ciddi itiraz aldığı göz önünde tutulmalıdır. Yani anlaşmanın 2016’dan sonraki akıbetini bilmiyoruz. Yakın zaman önce Yemen’de askeri gücünü test eden Suudi Arabistan’ın (muhtemel bir çatışma durumunda) İran karşısında pek bir şansının olmayacağı görülmüş oldu. Mısır’da devam eden sorunların ve yaşanan sürecin ülkeyi ne ölçüde geri plana ittiği ise aşikar. Dolayısıyla bölgede, (İran’ı hala mücadelenin karşı tarafında düşünürsek) Türkiye dışında kurulu askeri gücü ile görece politik ve ekonomik istikrarı olan başka bir güç bulunmuyor.

Böyle bir Türkiye’nin iç ajandasının en başında, politik anlamda Kürt sorununun çözümü, askeri anlamda da PKK tehdidinin yok edilmesi yer alıyordu. Çözüm Süreci, her iki hedefin de realize edilmesi için atılmış tarihî bir adımdı ancak birçok faktöre bağlı olarak akamete uğradı.

Türkiye’nin kırmızı çizgileri

Bu sürecin ülke bütünlüğünü tehdit edecek şekilde aleyhine kullanılacağını gördüğü andan itibaren Türkiye, kendi ulusal güvenliği perspektifinde yeni önlemlerini almaya başladı. Buna bir de Suriye’den gelebilecek (DAEŞ veya PYD kaynaklı) tehditler de eklendiği zaman Türkiye’nin, sınır güvenliğini ajandasının en üstüne çıkarması kaçınılmaz hale geldi. Buraya İran’ı da eklemek lazım. Güneyindeki kaos ortamının kendi sınır güvenliğini öyle ya da böyle hasara uğratacağını gördüğü için Türkiye, DAEŞ ve PKK saldırılarından çok önce tedbir almaya başlamıştı. Tam da bu sebeplerle Silahlı Kuvvetler aylardır (siyasi konjonktüre bakmaksızın) sınıra yığınak yapıyor, ilave tedbirler alıyor ve tüm bu adımları siyasi iradeyle birlikte atıyor. İki polisi evlerinde uykudayken kahpece şehit eden PKK’nın nasıl bu denli hızlı bir şekilde karar alınarak bombalandığını anlamak isteyenler, bu karar alma sürecinin devletin tüm kurumları nezdinde zaten işlediğini görmelidir. Bu kararlılığı kuşkusuz Washington yönetimi de gördü ve sürecin kendisinden tamamen bağımsız gelişmemesi için masaya oturdu.

Denklemdeki İran faktörü

Bu gelişmeler olurken İran Cumhurbaşkanı Ruhani, uzun zaman sonra kendi ülkesindeki Kürdistan eyaletini ziyaret etti; eyalet üniversitesinde Kürt Dili ve Edebiyatı programı açacaklarını ve devletin resmi ajansı IRNA’nın Kürtçe yayına başlayacağını açıkladı. Bazıları buna “İran’ın Kürt açılımı” dedi. Bundan kısa bir süre önce, Devrim Muhafızları Generali Süleymani’nin, Erbil’de bazı Kürt liderlerle görüştüğü iddia edildi. Aynı günlerde İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi; Türkiye’nin, PKK ve uzantılarına karşı yaptığı operasyonların hata olduğunuiddia etti. Bunların hepsi, İran’ın Kürt kartını nasıl oynamak istediğini açık bir şekilde gösteriyor. Ancak Türkiye de gidişatın farkında. Aynı günlerde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sinirlioğlu Erbil’de Barzani ile görüştü ve ardından Erbil yönetiminden, “PKK, Kürt yönetimi toprağından çıksın” açıklaması geldi. Bu gelişmeler ışığında İran’ın “Kürt açılımı” ile Türkiye’nin PKK operasyonlarının zamanlaması dikkatlerimizden kaçmamalı.

Yapısal soru(n)lar

Türkiye ile ABD arasındaki işbirliğinin boyutlarının ne olduğu sorusuna, ancak bazı temel sorunlara nasıl yaklaşıldığına göre cevap verilebilir. Örneğin; ABD yönetimi, Esad rejiminin geleceği hakkında ne düşünüyor? Yine Türkiye için (Kürt kantonlarının birleşmemesi bakımından) hayati önem taşıyan Halep’in kaderi hakkında Washington’un perspektifi nedir? Güvenli bölge ile ilgili detaylarda iki ülke de aynı fikirde midir? PKK’nın bombalanmasına ses çıkarmayan ABD, PYD’ye bugüne kadar olduğu gibi yardım etmeye devam edecek mi; edecekse Türkiye’nin buradaki kırmızı çizgisi nedir? Bu iki ülke bu konuda bir mutabakata vararak mı DAEŞ’e karşı mücadelede masaya oturdu, yoksa mutabakat şimdilik ertelendi mi? Tüm bu sorular, Türkiye’nin temel beklentileriyle ilgili olduğu için hayati derecede önemlidir ve ABD ile işbirliğinin sınırlarını ve geleceğini de doğrudan belirleyecektir. Bu arada DAEŞ’in ne olup ne olmadığı sorusuna girmiyorum; çünkü zor soruların cevapları da zordur. Esasen buna verilecek cevap, bugünkü Türk-Amerikan işbirliğinin gerçek sınırlarını da gösterecektir.

Dip akıntılar ağır hareket eder ama ikili ve bölgesel ilişkileri asıl onlar tayin eder. Henüz açılmayan bazı kartlar var ve kimin elinde ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak bugün görebildiğimiz şey, Türkiye’nin (içerideki siyasi konjonktürden kısmen bağımsız bir şekilde) kendi gücünü muhkem kılmak, savaşı sınırlarından olabildiğince uzak karşılamak ve kadim rakiplerini yakından takip ederek olası bir karşılaşmada ayakta kalmak için kararlı bir şekilde çalıştığıdır.

[email protected]