Türk-Amerikan ilişkilerinde adı konmamış savaş

Doç. Dr. Murat Yeşiltaş / SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü
4.08.2018

Pence’in ifadeleri, ilişkileri ve dış politika angajmanları Evanjelist politik varoluşun kalbinde yer almaktadır. Pence için Brunson meselesi de Kudüs meselesi de “medeniyetler çatışmasının”, hatta büyük ölçüde bir “din çatışmasının” parçaları niteliğindedir ve Amerikan dış politikasındaki mesiyanik dip dalganın en önemli dışa vurumlarından biridir.


Türk-Amerikan ilişkilerinde adı konmamış savaş

Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihine hızlıca bir göz atıldığında, ilişkilerin inişli-çıkışlı bir seyir izlediği hemen anlaşılır. Genellikle bu ilişkinin tarihini Soğuk Savaş yıllarının erken dönemleriyle başlatmak yaygın olsa da 19. yüzyıl Osmanlı son döneminde ve erken cumhuriyet tarihinde kurulmaya çalışılan temasın sorunlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz. 1947 yılında Truman Doktriniyle birlikte Amerikan menziline daha stratejik düzeyde giren Türkiye, 1952 NATO üyeliği sonucunda askeri-politik düzeyde kurumsallaşan bir ilişkinin parçası olmuştur. Ne var ki o günden bugüne işbirliği ekseninde seyreden Türk-Amerikan ilişkilerin sorunlardan muaf olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Muaf olmak bir yana, Türk-Amerikan ilişkilerinin Türkiye siyasetine içkin bir ilişki olarak seyrettiğini bile iddia etmek mümkündür. Bu sorunların odağında, Amerikan yönetimlerinin Türkiye’yi kendi stratejilerinin edilgen tarafı olarak görmesi yer almıştır. Diğer bir ifade ile, ABD Türkiye’yi özellikle Ortadoğu merkezli bölgesel stratejisinin tatbik edilmesinde bu stratejiye [sorgusuz bir şekilde] adapte olması gereken bir ülke olarak kodlamıştır. Bu durum zamanla, Türk-Amerikan ilişkilerinde “müdahaleci” bir karakterin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

İç siyasete askeri darbeler yoluyla müdahale gibi normal siyasetin dışında uygulanan bir dizi yöntem, zamanla Türk-Amerikan ilişkilerini yıpratan ve zeminini sürekli sarsan bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla da bu durum ikili ilişkilerde derin bir güven probleminin temayüz etmesine sebep olmuştur. 1945’ten bu yana, uluslararası sistemde yapısal bir değişim gerçekleşmediği için ilişkilerde yaşanan konjonktürel krizler öyle ya da böyle aşılarak tamir edilebilmiştir. Ancak özellikle 2003 yılında Irak’ın işgaliyle birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan dalgalanmalar sadece kısa dönemli çıkar uyuşmazlıklarının neden olduğu bir durum olmaktan çıkıp derin yapısal unsurlar barındıran bir hal almıştır.

Uluslararası sistem hala Amerikan merkezli olmaya devam etse de Türkiye’nin bu sistemi algılama biçimi, sistemin kendi içinde yaşanan kısmi dönüşüm (güç merkezlerinin çoğalması), Ankara’nın dış politika önceliklerini belirginleştirmesine dair paradigma değişimi (dış politikanın kimliğinde yaşanan değişim), Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik kuşakta yaşanan gerilim ve kırılmalar Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan krizlerin aşılmasını daha da zorlaştırmaktadır. Arap Baharı ve sonrasında yaşanan krizlerin aşılamadan giderek daha fazla derinleşmesinin arkasında yatan sebepleri bu nedenle tek bir noktaya indirgeyerek açıklamak pek mümkün görünmemektedir.

Mesihçi dış politika

Bu vesileyle, Rahip Brunson ekseninde yaşanan yeni kriz alanının yukarıda ifade edilen unsurların ortaya çıkardığı gerilim ve çatışma dinamiklerinden ayrı bir biçimde anlaşılması pek mümkün değildir. Elbette Brunson krizini, başlı başına ABD dış politikasında Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte belirginleşen Evanjelist, yeni muhafazakar ve aşırı sağ dini-politik kimliklerinin üzerine bina edilen dış politika anlayışından ayırmak pek mümkün görünmemektedir. Daha da önemlisi, Brunson vakasının Trump-Pence ikilisi için yaklaşan seçimlerde iç siyaset için kullanışlı bir malzemeye dönüştürülmesi de söz konusudur. Burada ayrıca Trump ve Pence arasındaki ayrıma da dikkat çekmek gerekir. Trump, kendisini başkanlık makamından uzaklaştıracak azledilme sürecini engellemek için her türlü aracı kullanmaya değer görmektedir. Bu durum sadece Türkiye’ye mahsus da değildir. İran, Kuzey Kore ve bir ölçüde Rusya örnekleri de Trump’ın benzer nedenlerle hareket ettiğini göstermektedir. Ancak Başkan Yardımcısı Pence için bu durum daha ontolojik gerekçeler barındırmaktadır. Pence’in ifadeleri, ilişkileri ve dış politika angajmanları Evanjelist politik varoluşun kalbinde yer almaktadır. Pence için Brunson meselesi de Kudüs meselesi de “medeniyetler çatışmasının”, hatta büyük ölçüde bir “din çatışmasının” parçaları niteliğindedir ve Amerikan dış politikasındaki mesiyanik dip dalganın en önemli dışa vurumlarından biridir. 

Bütün bu mesiyanik (mesihçi) dış politika tartışmasını bir kenara bırakırsak, Rahip Brunson etrafında yeniden, ama bu sefer daha çetrefilli bir şekilde uç vererek hastalığa yakalanmak üzere olan Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan krizin Trump-Pence ikilisinin ötesine yerleşen bir karaktere büründüğünü görmek gerekir. Zira ortada açıklanmaya muhtaç çok ciddi sorular yer almaktadır. Birincisi, Brunson hakkında iki ülke arasında kurulan çalışma gurubunun ajandasında devam eden bir  müzakere süreci varken Pence, neden Trump’ı, Beyaz Sarayı, Kongreyi devreye sokacak ölçüde sert bir tavır takınarak Türkiye’yi tehdit etmeyi tercih etmiştir? İkincisi, Amerikan yönetimi neden Türkiye’nin altını oyan ve ulusal güvenliğini doğrudan riske eden dış politika tercihleri yapmaktadır? Bu durum Türkiye’nin dış politika davranışlarının bir sonucu mudur yoksa Türk-Amerikan ilişkilerin yürütülmesine imkan tanıyan sütunlar artık tahrip mi olmuştur? Bu soruların her birinin kendi müstakil cevapları olmakla birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin taşıyıcı sütunlarında ciddi bir zayıflama ve değişim söz konusudur. Bu zayıflık konjonktürel krizlerin çözülmesine değil daha derinleşmesine neden olmaktadır.  

Çok-kutuplu yeni dünya

Bu sütunlardan ilki ve en önemlisi uluslararası sisteme dair olanıdır. Soğuk Savaş, iki kutuplu sistemde Türkiye’nin kendisini Amerikan şemsiyesi altında Batı bloğu içinde konumlandırdığı bir yapı olarak algılanmıştı. Bugün Türkiye kendisini ne bu şemsiyenin altında görmek istiyor ne de kendisine salt Batı bloğunun içinde yer veriyor. Bugün sistem iki kutuplu olmaktan çok uzak olduğu gibi tek kutuplu da değildir. Uluslararası sistem, güç dağılımı bakımından kuşkusuz ABD’nin sistemin en tepesinde yer aldığı ancak kendi başına muktedir olamadığı bir yapıya sahiptir. Bu yapı, süper güç olan ABD’ye tek başına meydan okumayı hala imkansız kılsa da birçok gücün ABD’ye rağmen kendi etkinlik alanlarını oluşturarak otonom davranış geliştirdikleri bir özelliğe sahiptir. Böylesi bir yapı içerisinde alt bölgesel sistemlerde aktörlerin etkinlik alanları her zamankinden daha genişlemiş durumdadır. Bunu anlamak için Ortadoğu bölgesine bakmak yeterli olabilir. Ortadoğu’da bütün aktörler öyle ya da böyle ABD’nin arzu ettiğinin aksine kendi politikalarını uygulayabildikleri kısmı özerklik alanları inşa etmiş durumdalar. Bu durumda sadece ABD’nin gücünün sınırlar ile ilgili değil, Rusya gibi güçlerin Ortadoğu bölgesel sisteminin parçası olmasıyla ilgilidir.

Sütunlardan ikincisi ise, Türkiye’nin kendini tanımlama biçimine dair olanıdır. Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi Türk-Amerikan ilişkileri Türkiye’nin Batılı olma kimliğinin ayrılmaz bir parçası değildir. Tam tersine Batı ittifakının içerisinde olmak Türkiye için artık stratejik ya da ekonomi-politik bir ilişkiden ibarettir. Dolayısıyla Türk dış politikası kimliği açısından Türk-Amerikan ilişkileri onaylayıcı bir üst kimlik olmaktan çıkmıştır. Daha da önemli olan ise, Türk-Amerikan ilişkileri kendisini farkı şekillerde gösteren Amerikan karşıtlığını veya Amerikan şüpheciliği üzerinden yeniden tanımlanmaktadır. Burada ve bundan sonra ABD bir “boş gösteren” olarak Türk dış politikasının, Türk devlet kimliğinin ve bunun parçası olarak bütün politik öznelliklerin “ötekisi” konumundadır. 15 Temmuz başta olmak üzere ABD’nin Ortadoğu bölgesine dair jeopolitik ve mesihçi dış politika arzuları bu ötekilik durumunu daha fazla pekiştiren bir işlev görmektedir. Brunson’un tutukluluk halinin devam etmesine neden olan sebepler belki de söz konusu arzunun bir sonucu olarak temayüz etmiştir. Burada daha da önemli bir husus söz konusudur. Türkiye Amerikan merkezli sözde liberal uluslararası düzenin onaylayıcısı ya da tasdik edici ülkesi olmaktan çıkmıştır. Bu Türkiye’nin liberal olmayan bir dünya düzenini arzulamasından ileri gelmemektedir. Aksine, bu düzenin daha adil bir şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğini ısrarla savunan aktörlerden bir olmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği uluslararası sistem eleştirisi bu durumu en iyi şekilde yansıtmaktadır. 

Türkiye’nin güvenlik endişeleri

Sütunlardan üçüncüsü ise bizatihi dış politika pratiklerinin kendisidir. Türk-Amerikan ilişkilerini dış politika pratikleri bakımından ortak kesen eksenler ortadan kalkmış görünmektedir. ABD, Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlamaktan uzaktır. 2000’li yılların ilk on yılı ile karşılaştırıldığında çok az konuda Türkiye ve ABD yönetimleri uzlaşı içindedirler. S-400, Kudüs, Suriye, Irak, PKK ve İran gibi konularda Türkiye ve ABD aynı noktaya gelmekten oldukça uzak durumdadır. Türkiye’nin bölgesel dış politika öncelikleri, ABD’nin bölgesel dış politika önceliklerini onaylamaktan uzak olduğu gibi bu öncelikler için sürekli “arıza” çıkaran bir nitelik arz etmektedir. İran bu noktada ilginç bir örnek sunar. Türkiye de İran’ın bölgesel politikalarından oldukça rahatsızdır ve tıpkı ABD gibi Tahran’ın nükleer programına şüpheyle yaklaşmaktadır. Hatta daha da öteye giderek, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesine yansıdığı gibi, İran’ın yayılmacı Fars milliyetçiliği ile Şii mezhepçiliği Türkiye’yi rahatsız etmektedir. Ancak Türkiye, Trump yönetimin İran’a karşı devreye soktuğu yöntemlerden rahatsızdır. Yani, Türkiye her hal ve şartta ABD’nin İran’a yönelik politikalarını kendi kazancı için benimseyen bir aktör değildir.

Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerine bina edildiği sütunlar elbette bunlarla sınırlı değildir. NATO gibi askeri bir sütunun hala geçerliliğini koruduğunu söylemek mümkündür. Ancak ilişkilerin bu sütunu artık Türk-Amerikan ilişkilerinden ibaret değildir. Bu sütünün, yukarıda ifade ettiğim üç sütunda yaşanan değişim, dönüşüm ya da kırılmalardan etkilendiği görülmektedir. Bütün bu tablo içerisinde Türk-Amerikan ilişkilerini daha zorlu bir dönem beklediği anlaşılmaktadır. İlişkiler daha da kötü olabilir ve Türk-Amerikan ilişkilerinde beklenen buzul çağa giriş yakın bir dönemde gerçekleşebilir. Türkiye’yi, Türk-Amerikan ilişkilerinin ikili karakterinden daha fazla ilgilendiren ve asıl üzerinde düşünülmesi gereken hususlar ise çok daha çetrefilli meselelerdir. Bu meseleler Türk-Amerikan ilişkilerinin hastalığa yakalanmasına sebep olmuş olabilir ama Türkiye’nin hastalığı tek başına kapması anlamını taşımaz. İlk husus Türkiye’nin uluslararası sisteme adaptasyon meselesidir. Eğer Türkiye gerçek manada yeni sistem değişikliği ile birlikte uluslararası sistem içindeki güç dağılımında mevcut güç konumunu yukarı taşıyabilirse Türk-Amerikan ilişkilerindeki asimetrinin düzeltilme imkanı daha fazla olacaktır. İkincisi husus ise dış politika kimliğiyle ilgili olanıdır. Bu konu çok daha önemli görünmektedir. Eğer Türkiye Batılı ittifakın bir parçası olmayı “onaylacı bir üst otorite olmaktan” çıkardı ise reel güç kapasite ve imkanlarına uygun bir kimlik inşa etmek durumundadır. Burada akla gelen ilk husus sıklıkla gündeme gelen “alternatif dünya” tanımlamasıdır. Dikkat edilmesi gereken konu ise, Rusya gibi aktörlerin ABD’nin yerine alacak güç olarak görülmemesi gerektiğidir. Rusya’nın neden böylesi bir rol oynayamayacağı ayrı bir yazının tartışma konusudur. Ancak buradaki önemli husus yeni dış politika kimliğinin onayladığı bir ilişki biçimin olmaması gerektiğidir. Yani Türkiye bir ikilem (Rusya mı ABD mi?) oluşturmak yerine kendi özerk kimliğini kurması gerekir. Üçüncüsü husus ise, dış politika pratiklerinde var olan meydan okumalardır. Türk-Amerikan ilişkilerinde var olan hastalık iyileşmese bile Türkiye’nin dış politika pratikleri büyük oranda transatlantik bir karakter taşımaktadır. Bu karakter kolay kolay değişim gösterecek nitelikte değildir bu nedenle Ankara’nın maliyetleri düşürme stratejisini bir dönem izlemesi gerekir. Bu dönemle dayatmacı ve tehditkar söylemlerin kabul edilmemesi hatta ABD’nin attığı her adıma karşılık verilmesi Türkiye’nin dış politikada eşiği aşması için gereklidir.

[email protected]