Türk-Amerikan ilişkilerinde milat: 15 Temmuz

Hakan Çopur / Araştırmacı
6.08.2016

Bugün İncirlik’e çok ihtiyacı olan ABD’nin, yarın Kuzey Suriye’de Akdeniz’e çıkışı olan özerk bir Kürt bölgesi/kuşağı oluşması durumunda ne yapacağı çok açıktır. İşte o zaman Türk-Amerikan ilişkilerini daha büyük bir deprem bekliyor olacaktır.


Türk-Amerikan ilişkilerinde milat: 15 Temmuz

1952 yılında Türkiye’nin NATO ittifakına girmesiyle başlayan kurumsal ilişkiler, Türkiye ile ABD arasındaki asimetrik ilişkinin en önemli ve derin temeli olmuştur. Sürekli inişli-çıkışlı bir grafik izleyen iki ülke ilişkilerindeki bazı kriz anları kurumsal ilişkilerde bıçağı kemiğe dayasa da hiçbir zaman geri dönülemez bir kopuş yaşanmamıştır. Gerek 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda, gerekse 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin reddinde ortaya çıkan deprem etkisi, zamanla absorbe edilerek kurumsal ilişkilerin yeniden belirleyici unsur olduğu ilişki biçimine dönülmüştür. Ancak 15 Temmuz darbe girişiminin Türk-Amerikan ilişkilerinde meydana getirdiği güven bunalımı öylesine büyük gözüküyor ki “kurumsal ilişkilerin ekseni kayabilir mi?” sorusu uzun zaman sonra her iki başkentte de ilk kez bu denli yüksek sesle sorulur oldu.

İki büyük soru(n)

Türkiye gibi bölgesel ve ABD gibi küresel bir gücün arasındaki asimetrik güç ilişkisini tanımlamak ve kriz anlarında bu tanıma göre çözüm önerisi sunabilmek uluslararası ilişkiler uzmanlarının kolaylıkla yapabileceği bir şey değildir. Eğer Türk-Amerikan ilişkilerini denizdeki dip dalgalarla yüzey dalgalarına benzetirsek, kurumsal ilişkiler dip dalgayı, diğer tüm ilişkiler ise yüzey dalgalarını temsil eder. Yüzey dalgalarında ne kadar sorun olsa da dip dalga diyebileceğimiz kurumsal ilişkilerde her zaman bir istikrar olagelmiştir. 15 Temmuz darbe girişimiyle uzun zaman sonra ilk kez Türk-Amerikan ilişkileri, kurumsal ilişkiler boyutuyla da tartışılmaya açılmıştır.

Jeostratejik konumu paha biçilemez olan Türkiye, 15 Temmuz gecesi Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) organize ettiği bir darbe girişimiyle sarsıldı. Milletin feraseti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliği, darbeci askerlere prim vermeyen komutanlar ve emniyet güçlerinin fedakarlığı sayesinde başarısızlığa uğrayan darbe girişimi, iki açıdan Türk-Amerikan ilişkilerinde güçlü merhem isteyen yara açtı. Birincisi, İncirlik Üssü’nden kalkan uçakların darbeci uçaklara havada yakıt ikmali yapması; ikincisi de ordu içindeki bazı “NATO’cu generallerin” FETÖ’cü darbecilerle beraber hareket ettikleri düşüncesi/iddiası.

Türkiye’nin İncirlik Üssü’nü geçtiğimiz yıl Ağustos ayında DAEŞ’le mücadele kapsamında ABD’nin kullanımına açması, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin işareti olarak algılanmıştı. Ancak yakın Türkiye tarihinin en uzun ve zorlu gecesi olan 15 Temmuz’da Amerikan askerlerinin hemen yanı başında darbeci uçaklara destek çalışmasının yapılmış olması, “ABD’nin (Pentagon’un) bilgisi olmadan bu iş yapılamaz” düşüncesinin ortaya çıkmasına neden oldu. ABD yönetiminin aksi yöndeki tüm açıklamalarına rağmen bu güven krizi hala aşılabilmiş değil.

İkincisi ise ordu içerisinde FETÖ ile birlikte hareket ettiği iddia edilen “NATO’cu generallerin”, darbe girişiminde rol aldığı iddiasının henüz tatmin edici düzeyde çürütülememiş olması. Artık dillere pelesenk olan “NATO’cu/Avrasyacı generaller” tartışması, FETÖ’nün darbe girişimiyle neredeyse Türk-Amerikan ilişkilerinin kurumsal boyutuna kadar uzanan derin bir yarık meydana getirmiş durumda. Türkiye’deki siyasal aklın “Washington’ın bilgisi ve/veya desteği olmadan böyle bir darbe girişimi yapılamazdı” şeklindeki bakış açısı sıcaklığını korumaya devam ederse Ankara’nın giderek NATO (ve dolayısıyla Batı) ittifakına olan güveni azalabilir. Rusya ile uçak krizini geride bırakan Türkiye, 9 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin arasındaki görüşmeyle yeni bir sayfa açabilir mi? Ve eğer açarsa yeni dönemde daha “Avrasyacı” bir Türkiye mi görürüz? Bu soruların cevabı “İncirlik” ve “NATO’cu generaller” maddeleri kadar FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in iade süreciyle de doğrudan ilişkili olacaktır.

Elebaşı Gülen’in iadesi

2014 yılında MGK tarafından ulusal güvenliğe tehdit olarak tanımlanan “paralel devlet yapılanması”nın lideri olan Gülen, ABD’de yaşamını sürdürürken FETÖ’nün 15 Temmuz’daki kalkışması, Washington-Ankara hattında tüm gözlerin Pennsylvania’ya çevrilmesine yol açtı. Türkiye, darbeci kumpasın elebaşı olan Gülen’in iadesini isterken ABD yönetimi “önce resmi kanıtları gönderin” pozisyonunu şu ana kadar korudu. Gülen’in iade edilip edilmemesinin artık Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni belirleyeni olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla İncirlik gibi kurumsal ilişkilerin en önemli halkalarından birinin bile, Gülen’in iade süreciyle doğrudan irtibatlandırılması ihtimaline fazla şaşırmamak gerek. Uçurumun kıyısından dönen Ankara’nın en son pazarlık konusu yapacağı konuların başında artık Gülen’in iadesi var.

Darbe girişiminin ilk saatlerinde kötü bir sınav veren ABD yönetimi, darbenin başarısız olacağının belli olmaya başladığı bir anda Obama’nın yaptığı açıklama istikametinde çizgisini koruyor: “Demokratik olarak seçilmiş yönetimin yanındayız.” Ancak, 15 Temmuz gecesi darbe girişiminin başlamasından yaklaşık 1,5 saat sonra ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin “Türkiye’de istikrar, barış ve düzenin devamı” yönündeki açıklaması, Ankara’da hiç de “darbe karşıtı” bir açıklama olarak görülmedi. Darbe girişiminin 4. saatinde Beyaz Saray’dan ilk açıklamanın gelmesi de birçok spekülasyona neden oldu, ancak ABD yönetimi o noktadan sonra seçilmiş yönetimin yanında olma çizgisini sürdürdü.

Washington, bir yandan Gülen’in iade süreci konusundaki “kanıt isterim” tavrını sürdürürken, öte yandan darbe girişimi sonrasında başlatılan soruşturma sürecindeki görevden uzaklaştırmaların “hukuka uygun olması gerektiğini” her fırsatta hatırlatmaya da devam ediyor. Dolayısıyla Türkiye ile ABD yönetimleri arasındaki havanın şimdilik serin olduğu söylenebilir. Eğer Gülen’in iade süreci Türkiye’nin beklentilerine uygun şekilde hızlı ilerlerse hava yumuşayabilir; yavaş ilerlerse daha da sertleşebilir. Bu ortamda 9 Ağustos’taki Erdoğan-Putin görüşmesinin hayati önemini bir kenara not etmeyi de unutmamak lazım.

Yönetimler arasında işleyen bir trafik ve karşılıklı müzakere süreci varken Amerikan medyasındaki “darbe girişimine maruz kalmış Türkiye” tablosu hiç de iç açıcı değil. Medya alanında Türk-Amerikan ilişkilerinde sert rüzgarlar esiyor.

Okyanus ötesinde ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığı üzerine kök salmış birçok damar mevcut. Washington Post, New York Times, BBC, FOX TV, Wall Street Journal ve Economist gibi yayın organlarındaki negatif Erdoğan imajı öyle bir düzeye ulaşmış durumda ki, buralarda her an “Evet, darbe kötüdür, ama ‘diktatör/otoriter’ Erdoğan da aynı derecede kötüdür” diyen bir köşe yazarına veya yorumcuya denk gelmek mümkündür. Darbe girişiminin kendisinden, Meclis’in bombalanmasından ve şehit olan 246 kişiden “dilinin ucuyla” bahseden bazı uluslararası medya organlarının, darbe girişiminden sonra kamuda yapılan temizlik için “kaygıyla takip ediyoruz” demesi, en azından Türk milletinin şehitlerinin hatırasına saygısızlıktır. Darbe girişimini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi gücünü artırmak için bir vesile olarak kullanacağı yönündeki haberlerin de demokrasi kaygısıyla yapılmadığını görmek zor değil. Bu yönüyle özellikle Anglo-Sakson basınıyla Türkiye arasındaki soğuk rüzgarlar bir süre daha esmeye devam edecek gibi gözüküyor.

Dip dalga döner mi?

Esasen tüm bu hengamenin ortasında elimizde oldukça güçlü ve tahrik edici bir soru var: “Türk- Amerikan ilişkilerindeki kurumsal işbirliği, 15 Temmuz darbe girişimi sebebiyle bozulabilir ve dip dalganın yönü değişebilir mi?” Bu soruya ancak İncirlik’le ilgili muammanın çözülmesi, NATO’cu generaller iddiasının açığa kavuşturulması ve FETÖ elebaşı Gülen’in iade sürecinin seyrine bağlı olarak cevap verilebilir. Eğer bunlara verilecek cevaplar Ankara’yı tatmin etmezse dip dalganın yönünün değişip değişmeyeceği sorusu meşru bir soru olacaktır. Tabii ki hala Suriye en önemli dış politika sorunumuzdur ve PYD meselesinden dolayı ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerde zaten sorun vardır. Bugün İncirlik’e çok ihtiyacı olan ABD’nin, yarın Kuzey Suriye’de Akdeniz’e çıkışı olan özerk bir Kürt bölgesi/kuşağı oluşması durumunda ne yapacağı çok açıktır. İşte o zaman Türk-Amerikan ilişkilerini daha büyük bir deprem bekliyor olacaktır.

[email protected]