Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni gerilim hattı: Vize krizi

Hakan Çopur / Araştırmacı
14.10.2017

ABD tarafından inşa edilmiş bu suni kriz çözülse bile arkasında koca bir Suriye sorunu tüm ağırlığıyla Türk-Amerikan ilişkilerini yıpratmaya devam ediyor olacak. İşte o gün yine şu asli soruyla baş başa kalacağız: “Ortadoğu/Suriye (PKK/YPG) ve terörle mücadele (FETÖ) konularında çıkarları bu denli farklılaşmış iki ‘müttefik’, diğer alanlardaki çıkar birlikteliğiyle nereye kadar gidebilir?”


Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni gerilim hattı: Vize krizi

Uzunca süredir dalgalı bir seyir izleyen Türk-Amerikan ilişkileri, geçen pazar günü patlak veren “vize kriziyle” yeni bir gerilim hattına daha kapı araladı. Henüz hangi noktaya evrileceğini tam olarak bilmediğimiz bu yeni kriz hattı, “ABD’nin YPG’ye doğrudan silah desteği” ve “FETÖ elebaşı Gülen’in iade sürecindeki sinir bozucu yavaşlık” gibi iki asli soruna eklemlenmeye hazır gözüküyor. Diplomasi yoluyla çözülmesi için çaba gösterilen vize krizinin sıradan bir karar olmadığı, arkasında birçok rahatsızlığın verdiği gerilimi taşıyamayan ABD yönetiminin toptan bir duruşunun olduğu artık aşikar. Krizin görünen nedeni, ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinde görevli Türk çalışanın FETÖ davaları kapsamında tutuklanmış olması. Ancak arka planda ABD’yi bu denli orantısız ve hatalı karara iten ana sebebin, Washington’ın, kendini 15 Temmuz darbe girişimiyle herhangi bir şekilde bağlantılandırabilecek adımlardan duyduğu korku olduğu görülüyor.

‘Orantısız’ tepki

Kuşkusuz pazar günkü vize kararı, Türk-Amerikan ilişkilerinin indiği seviyenin farkında olanları bile şaşırttı. Zira ABD tarafı, (kendileri bakımından ne kadar tartışmalı olursa olsun) bir yargı kararına “vatandaşlara vize vermeyerek” tepki gösteriyordu. Bu, her gün karşılaşabileceğimiz türden bir tepki biçimi değildi. En hafif tabiriyle “orantısız”, yerinde tabiriyle “diş gösterme” tepkisiydi. Söz konusu tutuklamaların büyükelçilik içinde başka kişilere de varabileceğini düşünen Amerikalı yetkililer, sürecin daha fazla ilerlemesine imkan vermemek adına radikal sayılabilecek bir karara imza attı. Bir kriz üreterek başka bir krizi dondurmak isteyen ABD, 15 Temmuz darbe girişimiyle daha fazla “ilintisinin” ortaya çıkmasından duyduğu rahatsızlığı, “Amerikan vizesi kozunu kullanarak” yansıttı. Bunun ne tür sonuçlar vereceğini ve sadece diplomatik yollarla çözülüp çözülmeyeceğini zaman gösterecek. Ancak ABD’nin bu konudaki “ciddiyetini” göstermek niyetiyle bu kozu bir süre daha kullanmak isteyeceğini düşünmek için birçok sebep var.

Karşılıklı güvensizlik

Ancak ABD’yi bu orantısız karara götüren tek neden elbette sadece bu iki kişinin tutuklanması değil. ABD Başkanı Trump’tan Tillerson’a kadar birçok ismin hemen her Türk yetkiliyle görüşmesinde adını andığı Amerikalı Papaz Andrew Brunson da esasen bu vize kararının bir parçası olarak görülmeli. Bir süredir FETÖ soruşturmaları kapsamında yargılanan ABD’li papaz Brunson’ın serbest bırakılması, ABD’nin ilk günden beri gündeme getirdiği bir talepti. Hem bir Amerikan papazın FETÖ örgütüyle ilintili olduğu iddiası, hem de Brunson’ın evanjelik kimliği ABD için önemli karar unsurları oldu. Evanjelik Papaz Brunson’ın cezaevinde olmasının başkent Washington’da uyandırdığı rahatsızlık öyle bir boyuttaydı ki, Erdoğan-Trump görüşmelerinden Çavuşoğlu-Tillerson görüşmelerine kadar her platformda Brunson adı geçmişti. Uzun bir süredir Brunson konusunda istediğini alamayan ABD yönetimi, Amerikan büyükelçiliğinde görevli kişinin de FETÖ soruşturmaları kapsamında tutuklanmasını, “şimdi harekete geçmezsem sonra geç olacak” şeklinde okudu ve ardından vize kararı geldi.

ABD tarafında konuyla ilgili olarak şu ana kadar sadece ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert açıklamalar yaptı. Basın brifinglerinde konuya geniş yer ayıran sözcü, Türkiye’de tutuklanan kişilerle ilgili “delil beklediklerini” ve “bu kişilerin avukatlarıyla görüştürülmesini” istediklerini dile getirdi. Ancak kulislere inildiği zaman Washington-Ankara hattındaki “güvensizliğin” bu konuda da ortaya çıktığını görmek mümkün. FETÖ elebaşı Gülen konusunda da Rıza Sarraf ve Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla davasında da “bağımsız yargı süreçlerine müdahale etmeyiz” diyen ABD’li yetkililerin kendi büyükelçiliklerindeki bir konu karşısında “Türk yargısına güvenmiyoruz” imasında bulunmaları, dikkatli hiçbir gözden kaçmamıştır.

Ankara’dan yapılan hemen her okumada (haklı olarak) “çifte standart” olarak görülen bu yaklaşım, aslında Washington’ın 15 Temmuz soruşturmalarının tamamına duyduğu şüpheci bakışın bir uzantısı. Bu güvensiz bakış, Amerikan büyükelçiliğindeki tutuklamalarla birleşince Washington’daki negatif birikim vize kararı olarak patladı. 15 Temmuz süreci ve YPG konusundan dolayı Ankara’nın Washington’a güvensizliği artarken, ABD de darbe girişimiyle ilişkilendirilebileceği endişesiyle Türkiye’nin hukuki adımlarına güvensizlik beslemeye başladı. Bu bakımdan vize krizi, Obama’nın son döneminde iki ülke arasında başlayan karşılıklı güven kaybının Trump döneminde de önemli ölçüde devam ettiğinin son göstergesi oldu.

Dış politika faktörleri

Bu kişiler ve FETÖ bağlantılarının yanı sıra birçok kişi, Türkiye’nin İdlib’e gerçekleştirdiği operasyon, İran’la yakınlaşması, Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun Ankara ziyareti gibi dış politikayı ilgilendiren konuların da arka planda bu krize katkı yaptığını düşünüyor. Bu ve benzeri unsurların vize krizinin ortaya çıkmasında rol oynamadığını söylemek mümkün değil; ancak Türkiye ile ABD arasındaki Ortadoğu/Suriye merkezli çıkar farklılaşmasının yeni bir durum olmadığını vurgulamak lazım. Obama döneminde başlayan PKK/YPG’ye silah verme süreci Trump döneminde meşruiyet kazandı ve artık ABD Suriye’deki çıkarlarını neredeyse tamamen bir terör örgütüne bağladı. Bir diğer deyişle bu vize sorunu yarın çözülse bile Suriye’deki PKK/YPG eksenli ayrışma aynen sürecek. ABD, Türkiye’nin Rusya ve İran’la yakınlaşmasından rahatsız olmaya; Türkiye de ABD’nin PKK/YPG politikasını eleştirmeye devam edecek. Dolayısıyla dış politika faktörlerinin son krizdeki payını reel ağırlığında tutmak gerekiyor.

Sonuç olarak vize kararının belli bir hiyerarşi sonucunda ABD yönetimi tarafından alındığı ve Türkiye’nin de FETÖ soruşturmaları kapsamında tutukladığı isimleri yargılamaya devam edeceği göz önünde bulundurulursa, bu sorunun kısa sürede içinde çözülmesinin ciddi bir diplomasi başarısı olacağı söylenebilir. Türkiye’nin kararlı tutumu ve “yargıya müdahale edilemez” şeklindeki pozisyonu bellidir. Öte yandan ABD’nin “Türkiye delilleri sunsun, bizi ikna etsin” şeklindeki yaklaşımı da nettir. Şu ana kadar iki taraf da birbirini bu konuda yeterince tartmış gözüküyor. Bu krizin diplomatik bir evreden güvenlik evresine geçeceğini öngörmek şu anda mümkün ve doğru değil. Ancak diplomatik krizlerin çözümü için en önemli şartlardan biri olan “iki tarafın karşılıklı güvenle masaya oturması” noktasında henüz güçlü somut adımlar görmüş değiliz. Bir hafta içindeki mevcut çabaların diplomatik zemin için gerekli olduğunu biliyoruz; ancak ne zaman ve ne şekilde sonuç vereceğini henüz bilmiyoruz.

Suni kriz çözülse bile...

Tüm bu gelişmeler bir yana, Trump’ın dış politikada silikleştiği ve iç sorunlarla boğuştuğu bir dönemde Washington’daki negatif Ankara havası giderek daha da soğuyor. Beyaz Saray ile Dışişleri Bakanlığı koordinasyonunda alınan vize kararı, havanın daha da soğuyabileceğini gösterdi. Bu ortamda her iki ülkeye de makul, diplomatik, samimi ve yapıcı bir dille sorunların üzerine eğilmek düşüyor. Ancak unutmamak gerekir ki, ABD tarafından inşa edilmiş bu suni kriz çözülse bile arkasında koca bir Suriye sorunu tüm ağırlığıyla Türk-Amerikan ilişkilerini yıpratmaya devam ediyor olacak. İşte o gün yine şu asli soruyla baş başa kalacağız: “Ortadoğu/Suriye (PKK/YPG) ve terörle mücadele (FETÖ) konularında çıkarları bu denli farklılaşmış iki müttefik, diğer alanlardaki çıkar birlikteliğiyle nereye kadar gidebilir?”

@hakancopur1