Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu fikriyatında din

Dr. Hicret K. Toprak / Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi
6.03.2020

Türk modernleşmesinin en sancılı ve ikircikli konularından birisi kuşkusuz din meselesidir.


Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu fikriyatında din

Modernleşme tahayyülü içinde açıkça bir sorun alanı olarak işaretlenen dine ve dini kurumlara Cumhuriyet Türkiye’sinde nasıl bir yer tayin edileceği konusu Cumhuriyet kurulduğunda henüz açıklığa kavuşmuş değildi. 3 Mart 1924 günü kabul edilen bir dizi kanunla bu belirsizlik ortadan kaldırılmış ve Cumhuriyet dönemi din politikalarının ana rotası çizilmiştir.

Şüphesiz modernleşme süreçleriyle din arasında kurulan negatif ilişki, yalnızca Türk modernleşmesine değil, genel olarak bütün modernleşen toplumlara atfedilen bir öngörüydü. Bu düşüncenin dayanağı dinlerin, özel olarak da İslam’ın modernleşen toplumlarda zaten giderek zayıflayacağı ve kendiliğinden ortadan kalkacağına duyulan inançtı. Bu inanç aynı zamanda Batı dışı toplumların modernleşme süreçlerine öncülük eden siyasi elitlerin topluma müdahalelerini haklılaştıran bir meşruiyet çerçevesi sağlıyordu. Özellikle Auguste Comte’un “düzen” ve “ilerleme” (ordre et progres) mottosuyla özdeşleşen pozitivizm, modernleşen toplumlarda dinlerin hükümranlığının er ya da geç son bulacağını ilan ediyor ve yeni dünya düzeninin “insanlık dini”ni müjdeliyordu.

Pozitivist yönelim

II. Meşrutiyet döneminden itibaren Osmanlı aydınları arasında yayılmaya başlayan liberalizm, sosyalizm, materyalizm, sosyal Darvinizm gibi ideolojiler arasında toplum mühendisliği boyutu ağır basan pozitivizmin öne çıkması, Türk modernleşmesini karakterize eden başlıca unsurlardan birisi olarak Cumhuriyet dönemine de intikal edecekti. Yeni bir toplum tahayyülüyle yola çıkan Cumhuriyet’in kurucu kadroları dini alanın tanziminde bu pozitivist yönelimlerden fazlasıyla yararlanacaktı.

Cumhuriyet döneminde hayata geçirilen dinsel reformların büyük ölçüde Osmanlı son dönem aydınları arasında da tartışılmış olduğu bilinen bir husustur. Dini reformlara ilham vermesi bakımından öne çıkan en önemli aktör ise Ziya Gökalp’tir. Mustafa Kemal’in “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp, Osmanlı aydınları arasında yalnızca pozitivist yaklaşımların öncüsü değildi şüphesiz. Onun kültür ve medeniyet arasında yaptığı ayrım, Batılılaşmanın sınırlarını tayin eden sentezci yaklaşımını ortaya koyuyordu. Ancak onun bu sentezci tutumu Atatürk devrimleri olarak da bilinen Cumhuriyet reformlarında göz ardı edilecek; ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda topyekûn Batılılaşma görüşü ağırlık kazanacaktı. Oysa Comte’un pozitivizm düşüncesini Durkheim’ın toplumcu görüşleriyle mezceden Gökalp, modernleşmenin kendi kendini tamamlayan evrimsel bir süreç olduğuna inanıyordu. Mustafa Kemal’e göre ise Batılılaşma, daha radikal yöntemlerle izlenmesi gereken bir politikaydı. Bu düşünce ekseninde o, Gökalp’in sentezci fikirlerinden ayrılarak toplumsal değişime Batılılaşma yönünde hız kazandırmak ve baştan ayağa “yeni bir toplum yaratmak” üzere kapsamlı bir reform programını uygulamaya koymakta gecikmedi. Bu yeni toplum tasarımına erişmek için öncelikle Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdüren geleneksel dini kurum ve yapıların ortadan kaldırılması ya da gücünün kontrol edilebilir bir vasata çekilmesi gerekiyordu.

Dini sembollerin sınırlandırılması

Yeni toplum düzeninde bundan böyle dinin yeri olmadığını açıkça gösteren en önemli kırılma noktası 3 Mart 1924 günü kabul edilen yasalardı. Nitekim Mecliste yaşanan uzun tartışmaların ardından hilafet kaldırılmış, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ilga edilmiş, Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla daha önce Şer’iye Vekaleti ve bazı özel vakıflarca idare edilen medrese ve mektepler Maarif Vekaletine devredilmişti. Bir hafta sonra 11 Mart 1924’te Maarif Vekili Vasıf Çınar’ın telgraf emri ile medreseler, 30 Kasım 1925’te çıkarılan kanunla ise Tekke ve Zaviyeler kapatıldı. Böylece geleneksel dini yapılar tarihe havale edilirken Cumhuriyet’in kurucu reformlarının da önü açılmış oluyordu. Bu yasaları gündelik hayatta dinin kamusal sembollerini olabildiğince sınırlandırmaya yönelik reformlar takip edecekti. 

Kurucu kadrolar, Osmanlı bakiyesine kıyasla sınırları olabildiğince daraltılmış ve bireylerin vicdanına havale edilmiş bir din tasavvurunu rejimi besleyecek bir işlevsellik içinde ayakta tutmayı tercih etmişti. Din toplumsal hayatın büsbütün dışına itilmek yerine, inkılapların parçası haline getirilerek dinselliğin sınırları yeniden tayin edilmişti.

Şer’iye Vekaletinin ilga edildiği kanunla aynı zamanda din hizmetlerini sınırlı bir çerçeve içinde yürütmek üzere Başvekalete bağlı Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştu. Laik sistem içinde dini bir kurumun ihdası ilk günden itibaren itirazlara yol açtı. Öbür taraftan Diyanet İşleri Reisliği tarihsel olarak Şeyhülislamlığın ve Şer’iye Vekaletinin uzantısı olarak görülüyor, ancak bu kurum da görev alanının sınırları ve statüsü itibariyle devraldığı tarihsel mirası sürdürecek imkanlardan da bir hayli uzak bulunuyordu. Diyanet İşleri Reisliğinden rejimin önceliklerine uygun yeni bir dinselliğin inşasında ve dini hayatın kontrol ve denetimiyle ilgili konularda da çeşitli görevler üstlenmesi bekleniyordu. Ancak bu beklentileri Osmanlı bakiyesi ulemadan müteşekkil erken dönem kadroları ile karşılamak mümkün değildi. Bu sebeple rejimin bu kadroları da gözetim ve kontrol altında tutması gerekecekti.

Nihayetinde yönetici elitin bir taraftan Osmanlı toplumunun dini bakiyesiyle hesaplaşırken öbür taraftan da toplumun bu yöndeki kaygılarını bir şekilde telafi etmesi gerekecekti. Dini reformların bir kısmı ciddi toplumsal tepkilere yol açmıştı. Bunlar arasında üzerinde en fazla durulan, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi meselesiydi. Mustafa Kemal bu konuya özel bir ilgi gösteriyordu. Bilhassa Türkçe ezan reformuyla ilgili süreçlere bizzat nezaret etmiş, hazırlıkları yürütmek üzere Reşit Galip’i görevlendirmişti. Mustafa Kemal’in Diyanet İşleri Reisi yerine Reşit Galip’i tercih etmesi Diyanet yönetiminin dini reformlar konusunda Hükümete her zaman beklenen desteği vermemiş olmasıyla ilgiliydi. Neticede Türkçe ezan uygulaması geniş bir toplumsal muhalefet zemini yaratacak, ancak bu konuyla ilgili hiçbir surette geri adım atılmayacaktı. Aynı zamanda Türk dil reformunun bir parçası olarak özel bir önem atfedilen Türkçe ezan meselesi devlet ve toplum arasında kısa zamanda ciddi bir gerginlik alanına dönüştü.

Yeni din söylemi

Geleneksel yüklerinden kurtarılmış, aidiyet bağlarını din ve mezhep yerine Türk milliyeti etrafında tanımlayan yeni bir toplum ideali, dini reformların da açıklayıcı çerçevesini oluşturuyordu. Bu ideale uygun olarak Müslümanlık, Cemal Kutay’ın ifadesiyle “Türk’ün milli dini” haline getirilmeliydi. Asrileşme idealinde olduğu gibi, millileşme siyasetinde de din, geleneksel bakiyeyi hatırlattığı ölçüde müdahale ve tanzimin konusu oluyordu. “Ezan”, “sala”, “namaz” gibi dini sembol ve ritüellere yönelik düzenlemelerin yanı sıra Cumhuriyet’in genç kuşaklarına aşılanmak üzere yeni bir dini eğitim müfredatı oluşturuldu. Diyanet İşleri Reisliğinin uhdesindeki din söylemi ise daha ziyade Sünni/Hanefi literatürün milli ögelerle buluşturulduğu eklektik bir yapıdaydı. Vaaz ve hutbelerde, fetvalarda, hatta cami mahyalarında dini ve milli ögelerin mezcedildiği bu yeni din söyleminin sınırları açıkça görülüyordu.

Kurucu kadronun “geçmişin yüklerinden kurtarılmış” yeni bir dinselliği toplumun bütün yapı ve kurumlarına hâkim kılma arzusu, sıkı bir kontrol ve baskı mekanizmasını da beraberinde getirdi. Dini reformlar ve özellikle bu reformların uygulanma biçimi devletle toplum arasında kısa zamanda ciddi bir gerilim hattının oluşmasına yol açacaktı. Devletin bu konuda geri adım atmaması ve dini reformlara ilişkin toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmak için radikal tedbirlere başvurması devlet ve toplum ilişkilerinde telafisi güç sorunları beraberinde getirdi.

Dinselliğin sınırları

Netice olarak bu dönemde uygulamaya konulan din politikaları tek partili yılların sosyo-politik evrenini fazlasıyla yansıtıyordu. Kurucu kadrolar, Osmanlı bakiyesine kıyasla sınırları olabildiğince daraltılmış ve bireylerin vicdanına havale edilmiş bir din tasavvurunu rejimi besleyecek bir işlevsellik içinde ayakta tutmayı tercih etmişti. Din toplumsal hayatın büsbütün dışına itilmek yerine, inkılapların parçası haline getirilerek dinselliğin sınırları yeniden tayin edilmişti. Böylece Cumhuriyet kadroları pozitivizm ve pragmatizmin kol kola girdiği bir tasavvur dünyası içinde radikal bir modernleşme hamlesini hayata geçirecekti. 3 Mart 1924 günü temelleri atılan Türk laikliğinin temel parametreleri de ancak bu tasavvur dünyası içinde anlam kazanacaktı.

@hicrettoprak