Türkiye Etik Konseyi Hemen Şimdi

Röportaj / Hale Kaplan Öz
29.09.2018

Bugün tıp etiğinin kadim ilkeleri hala yürürlükte. Fakat teknoloji ilerliyor ve Hipokrat andında yer alamayan yeni etik tartışmalar gündemimize giriyor. Üreme tıbbı ve insan genomuna müdahale, tüm dünyada tıp etiğinin en hararetli tartışmalarından. Fakat Türkiye’de bunları bilimsel, felsefi, dini ve hukuki veçheleriyle ele alıp yorumlayacak bir etik konseyi hala yok.


Türkiye Etik Konseyi Hemen Şimdi

Sağlık, Kültür ve İnsan Bedeni’ başlıklı sempozyum uluslararası düzeyde 2010 yılından bu yana beşinci kez düzenleniyor. Bu yılki sempozyum  4-6 Ekim tarihleri arasında Türkiye’de, İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek. ‘Genetik Müdahaleler’ ve ‘İnsanı Geliştirme’  sempozyumun ana konularından. Özellikle, son yıllardaki teknolojik gelişmelerin insan genomuna müdahaleyi kolaylaştırmasının hukuki ve etik yönleri tartışılacak oturumlarda. Gene müdahalenin ‘insan’ anlayışımız için ne anlama geldiği farklı kültür ve etik pozisyonlar açısından incelenecek…

Sempozyumun organizatörü, kültürlerarası tıp etiği, yaşamın başında ve sonunda etik sorunlar, genom araştırmalarında etik sorunlar gibi hassas konularda çok sayıda bilimsel çalışma ve makalesi bulunan Prof. Dr. İlhan İlkılıç. İstanbul Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olan İlkılıç aynı zamanda Alman Etik Konseyi Üyesi. İlkılıç ile gen mühendisliği araştırmalarının etik, sosyal ve tarihi boyutlarını konuştuk…

l Tıp etiğinde temel prensipler sabit midir? Neyin ahlaki olduğuna kim karar verir?

Tıp etiğinde kullandığımız farklı ilkeler ve bu ilkelerin değişik yorumlanması mümkün. Her ne kadar zarar vermeme, yararlı olma gibi hekimlik ahlakının kadim ilkeleri insanlık tarihi kadar eski olsa bile, hastanın özerkliği gibi oldukça yeni sayılabilecek ve özellikle son 40 yılda daha yoğun konuşulan ilkeler mevcut. Hastanın özerkliği ya da otonomisi ilkesini mesela Hipokrat andında bulamıyoruz. Dolayısıyla tıp etiğinin bazı ilkeleri sürekli var olmasına rağmen bazı ilkeler yeni ortaya çıkmakta ya da klasik ilkelerin içeriği ve anlamı değişmektedir. Belli bir ahlak teorisine ve etik pozisyona göre belli bir davranışı ahlaken doğru ya da yanlış olarak nitelememiz mümkündür.

l Üreme Tıbbı, genetik biliminin belki de günümüzde en yaygın ve bilinen kullanım alanlarından biri. Üzerindeki tartışmalar da günümüzde devam etmekte. Embriyoların ahlaki statüsü ve hukuki durumu hakkındaki tartışmalarda bugün hangi noktaya gelindi?

Embriyonun ahlaki statüsü konusunda uzmanlar arasında yoğun tartışmalar ve farklı görüşler mevcut. Embriyoyu bir insan olarak kabul edenler olduğu gibi, embriyoyu sadece bir hücre topluluğu olarak görenler de var. Buna bağlı olarak hamilelik öncesi embriyonun hayatına müdahale veya hamilelik sırasında kürtajla fetüsün hayatına müdahale ahlaken farklı değerlendirilmekte. Bu farklı değerlendirme önemli. Çünkü bir değerlendirmeye göre ahlaken doğru ve hukuki olarak meşru olan bir eylem diğerine göre yanlış kabul edilmekte. Mesela embriyonal kök hücrelerini kullanarak araştırma yapıyorsanız bir görüşe göre çok özel araştırmalar yapan bir kahraman, diğerine göre ise katil olmaktasınız.

l İnsan nedir, ne zaman insan olur/kabul edilir? Din, tıp, hukuk ve felsefe bu konuda ne söyler?

İnsan nedir sorusu çok zor ve bu röportaj içerisinde hakkıyla cevaplanamayacak bir soru. Sorunuzun ikinci kısmını cevaplamak için de yüzlerce kitap yazılabilir. Biyoetik için “Korunması gereken insan hayatı ne zaman başlar?” sorusu önemlidir. Biyolojik olarak insan hayatı  kadının yumurta hücresinin çekirdeği ile erkek sperm hücresinin birleşip yeni bir genom oluşturmasıyla başladığı kabul edilir - ki bu durumda tartışmalıdır. Bizim medeni hukukumuza göre anne karnındaki cenin ana rahmindeki hayatıyla hak ehliyetine sahiptir. Tam ve sağ doğduğunda ancak kişidir ve doğumdan sonra hukuki kazanımları yürürlüğe girer. Mesela ana rahmine düştüğü andan itibaren sağ doğmak şartıyla mirasçı olur. İslam fıkhı tartışmalarında ise bazı alimlere göre embriyoya ruh üflenmesi embriyonun ahlaki statü kazanması için önemlidir. Embriyoya yuh üflenmesi konusunda da farklı görüşler mevcut. 40., 80. ya da 120. gün gibi farklı zamanlardan bahsedilir. Yine embriyoya ruh üflenmesinin onun ahlaki statüsünün belirlenmesinde kullanılamayacağını savunup embriyonun döllenmesinden itibaren hayatının korunması gerektiği görüşünü kabul eden din alimleri de mevcuttur. Onun için bahsettiğiniz disiplinler bu konuda tek bir şey söylememektedir.

l İnsanın genetik bilgisinin kullanılmasının sınırları ne olmalıdır?

Meşru olduğu sürece insanın bilgisinin arttırılmasına ya da geliştirilmesine sınır konulmasının anlamlı ve doğru olmadığı kanaatindeyim. Diğer taraftan insan bilgisinin pratik hayata belli ihtiyaçları karşılamak üzere dönüşümü olan teknolojinin ve teknolojik uygulamaların ahlaki açıdan değerlendirilmesi gerekir. Eğer bu uygulamalar bizim insanlık kavramımızı derinden ve menfi derecede etkileyecekse sınır konulmalı. Örnek olarak insanın klonlanması verilebilir. Teorik olarak bir kadının vücut hücresinin çekirdeği alınarak kendi yumurtalık hücresinin içerisine yerleştirilip belli tekniklerle embriyo oluşturulabilir. Embriyoyu rahminde taşıyan bu kadın genom anlamında kendi ikiz kardeşini dünyaya getirebilir. Peki bu şekilde annenin ikiz kız kardeşini doğurmasının rutin olduğu bir dünyada yaşamak insan anlayışımız için ne ifade eder? Bu bilginin ‘yanlış’ kişilerin eline geçmesi sonucu kişinin aleyhinde olan durumlar ortaya çıkabilir. Mesela bir iş yerine müracaatında bu bilgiler işverendeyse o işi yapma liyakati olduğu halde işe alınmayabilir. Buda ‘genetik ayrımcılığı’ beraberinde getirir. Ya da yaşam sigortaları tarafından bu bilginin bilinmesi ya bu kişiye yaşam sigortası yapılmaması sonucunu doğurur ya da hasta olmayanlara göre yüksek ödemeler istenebilir. 

Bir de prediktif genetik teşhis metotlarıyla bir kişi henüz hasta olmadan bazı hastalıklara hangi oranda yakalanabileceğini bilmek mümkündür. Mesela BRCA1-2 genlerinde mutasyon tespit edilen bir kadın yüzde 60 ila yüzde 80 arasında meme kanserine yakalanma riski taşır. Pekala herhangi bir önlemle eğer bu hastalığın ortaya çıkması mümkün değilse - ki meme kanserinde memenin cerrahi olarak alınmasından başka bir önlem söz konusu değildir– o zaman bu testi yaptırmak ne kadar anlamlıdır?

l Sakat çocuk dünyaya getirmeme isteği üzerine anne karnındaki bebeğe çeşitli testler uygulanıyor ve bunun sonucunda hayatı sonlandırılabiliyor. Preimplatasyon Genetik Teşhiste de hamilelik öncesinde benzer bir durum söz konusu. İdeali yakalamak için yapılan uğraş öjeni ile ne ölçüde ilişkilendirilebilir?

Burada örnek olarak Down Sendromlu bir fetüsün anne karnında farklı metotlarda hastalığının teşhis edilmesinden bahsediyorsak ve bu teşhis kürtajla sonlanıyorsa burada hastalıklı olan insanların yaşam hakkını sorguluyoruz demektir. Tarihin kara sayfalarında insanlar sırf bazı hastalıklarından dolayı yaşamaya değmeyen bir yaşamları oldukları kabul edildiği için hayatlarına son verilmiştir. Bu bağlamda Nazi Almanya’sında öjeni faaliyetleri çerçevesinde 300 bin civarında, aralarında genetik hastalıkları da olan bedensel ve zihinsel engelli insan öldürülmüştür. O zaman bu tür girişimler devlet eliyle yapılıyordu. Yani tepeden inme bir öjeni söz konusuydu. Acaba şimdi tekniğin bize sunduğu imkanlarla aşağıdan yani tabandan gelen bir öjeniye doğru mu gidiyoruz sorusu haklı olarak sorulabilir. Mevcut bilgi ve teknolojilerin hasta ve ıstırapları dindirmek ve ortadan kaldırılması için kullanmak elbette takdir edilen bir davranıştır. Fakat bu teknolojiler hastalığı değil de hastayı ortadan kaldırmak için kullanılıyorsa o zaman insan ve teknoloji anlayışımızı sorgulamamız gerekir. 

l Gen teknolojisi hiç olmadığı kadar ileri durumda ve bize sunulanın insanın yararına olduğu önkabulünü taşıyoruz. Aslında mevcut durumla ilk kez karşılaşan denekleriz ve nasıl davranmamız gerektiği konusunda birbirine tezat öneriler var. Karar vermede kıstasımız ne olmalı?

Bilim ve teknoloji dünyasındaki gelişmeleri mutlak bir ilerleme olarak mı kabul etmeliyiz? Birinci kavram gelişme, deskriptif yani tarif edici bir kavramdır ve nötr sayılabilir. İkinci kavram ilerleme ise normatiftir ve bir değerlendirme içerir. İşte biz toplumsal ve siyasi tartışmalarda bu iki kavramı birbirinden ayırt edemediğimiz için ve genelde eş anlamlı kullandığımız için sorunlar yaşıyoruz. Eğer bir gelişme gerçekten insanların ağrı ve acılarını dindiriyorsa ve hastalığı ortadan kaldırıyorsa bu gelişmeyi reddetmek anlamlı değil. Diğer taraftan insanlığımız adına ciddi sorunlar çıkarıyorsa o zaman bu durumu sorgulamak ve eleştirel analizini yapmak durumundayız.

Bilimsel alanlara başta genetik olmak üzere çok miktarda kaynak aktarılmakta. Bu alanda çalışan kişiler bu araştırma fonlarından yararlanabilmek için elbette uğraştığı alanın çok faydalı olduğuna parayı verenleri inandırmak zorunda. Burada belki sathi olan fayda kavramına bir de hayırlı olma kavramını eklememiz gerekir. O zaman bu konularda karar verirken sadece faydalı olmayı değil aynı zamanda bir eylemin ve gelişmenin hayırlı olup olmadığını da kıstas olarak kullanabiliriz. Tabii bunu yapmak o kadar kolay değil. Öncelikle hayır kavramının ne anlama geldiğini düşünmekle işe başlamak lazım.

l Genlerimizdeki hastalık, sakatlık, farklılık buluntuları neden ‘genetik bozukluk’ olarak tanımlanıyor? Bilim ve sanat tarihindeki birçok dehada bu genler vardı... Ben örneğin ‘deli’lerin olmadığı bir dünyada yaşamak istemiyorum. Mesele o noktaya kadar gelir mi?

İslam dinin önemli ibadetlerinden olan zekatın gerçekleştirilebilmesi için zekat vermekle mükellef olan insanın kendisine zekat düşen fakir insana ihtiyacı vardır. Aynı şekilde insani olan duygu ve eylemlerden olan acıma, merhamet ve yardım etmenin ortadan kalkmaması için hastalara, bedensel ve zihinsel engellilere ihtiyacımız var. Bir kere birçok çeşidi olan genetik hastalıkları yok etmek için genetik hastalığı olan insanların üremesini ortadan kaldırmak – Nazi döneminde olduğu gibi - ahlaken yanlış olduğu gibi, bilimsel olarak da mümkün değil. Çünkü birçok genetik hastalık kalıtsal olarak değil, embriyonun gelişimi sırasında birden ortaya çıkan mutasyonlarla oluşuyor. Bir de normdan sapan her genetik durum acaba ‘genetik bozukluk’ olarak mı değerlendirilmeli? Ya da kusursuz bir genomdan bahsetmek bilimsel olarak mümkün mü? Diğer taraftan bazı normdan sapmalar hayat kurtarıcı olabiliyor. Mesela belli genetik mutasyonlar o insanları sıtmaya karşı koruyor ve sıtmadan ölmesini engelleyebiliyor. O zaman her mutasyona ve normdan sapmaya hastalık veya bozukluk mu diyeceğiz?

l İnsan yaşamının sonu da tıp etiğinin temel tartışma konularından biri. Tıbbın hedefi tüm teknolojik imkanlarıyla insan yaşamını uzatmak mıdır?

Günümüz tıp etiği ya da biyoetiğin en önemli ve temel sorusu “Teknik olarak muktedir olduğumuz her şeyi tıp alanında yapmamız ahlaken doğru mudur?” sorusudur. Elbette tıbbi gelişmeler insan hayatının uzatılmaması konusunda çok önemli katkılarda bulundu. Bundan 40 yıl önce erken doğan bebeklerin yüzde 90’ı kaybedilirken bugün bu bebekler teknik imkanlar sayesinde yaşayabiliyor. Fakat ömrünün sonuna gelmiş olan bir kişide de aynı şekilde her türlü imkanı seferber edecek miyiz? Ben ölümü hayatın doğal parçası olarak gören kültürümüz, geleneğimiz ve dinimiz açısından bunun doğru olmadığı kanaatindeyim? Tıbbi imkanlar ne kadar geniş ve güçlü olursa olsun ömrünün sonunda olan insanların ölmesine müsaade edebilmeliyiz. Çünkü bir insanın hastanede ölmesi demek tıbbın iflası veya hekimin iflası demek değildir. Bunu özellikle genç hekim meslektaşlarımıza öğretmeliyiz.

l Türkiye’de tıp etiği gündeme geldiğinde gerçek bağlamından kopartılarak gündelik tartışmalarda manipülasyon malzemesine dönüştürülebiliyor. Kürtaj tartışmalarında bunu net biçimde görmüştük. Türkiye tıp etiği alanında hangi noktada?

Evet kürtaj gibi hassas konuların layıkıyla tartışılıp siyasi polemiklere malzeme olmaması için tıbbi etik disiplininin oldukça güçlü ve ideolojilerden arındırılmış olması gerekiyor. Bu bağlamda bakıldığında tıp etiği alanındaki yerimiz dünyada oldukça kötü. Maalesef kitaplarda daha çok Batı’nın yazdıklarını tercüme etmekten öteye gidemiyoruz. Tıp etikçilerimiz bu ülkenin ihtiyacı olan telif eserleri üretemiyor. Özgün bilimsel araştırmalar yapamıyorlar. Fakat ülke olarak bu konuda söz söylememiz, bilimsel çalışmalar yapmamız, bu konularla ilgili araştırmalara yatırım yapmamız hayati öneme sahip. Apandisit ameliyatını bir ateist cerrah, Müslüman cerrah veya Hıristiyan cerrah üç aşağı beş yukarı aynı şekilde yapar. Fakat onlara, “Embriyonal kök hücrelerle ilgili çalışmalar yapmak doğru mudur?” diye sorduğumuzda farklı cevaplar alırız. Bu meyanda Batı’dan tercüme edilen eserler bizim sorunumuzu çözmez, çözemez. Çözümleri ararken önce kendi insan anlayışımız ve geleneğimizin gen, embriyo, yaşamın sonu kavramlarını oluşturmalıyız. Ondan sonra bu kavramlardan neşet edecek davranışların ahlaki boyutu üzerine düşünmeliyiz. Etik Konseyi’nin ülkemizde bir an evvel kurulması gerekiyor. 2016 yılında Alman Etik Konseyi olarak bir toplantı düzenledik 110 ülkeden Etik Konseyi geldi, Türkiye’den yoktu. İnterdisipliner olmalı bu konsey, dünya görüşü olarak da heterojen olmalı. Ayrıca, ülkemizde insanların güvenli sağlık bilgilerini alabileceği bir kurumun oluşturulması gerekiyor Sağlık Bakanlığı’na bağlı çalışan. Bu altyapı oluşturulduktan sonra söz konusu tartışmalar mevcut bilimsel verilere dayanarak, tartışma ahlakı çerçevesinde yapılmalı.