Türkiye, ‘hedefleri meçhul' ve ‘hikayesiz' bir ülke mi?

Dr. Celâl Fedai / Şair, Yazar
9.10.2021

Türkiye, "hedefleri meçhul bir ülke" olmaktan, kendisine bir "hikâye"si olduğunu hatırlatan şairlerin, yazarların, akademisyenlerin, teknokratların sayesinde kurtuluyor. Henüz kurtulmuş değil. Zaman alacak bir süreç bu.


Türkiye, ‘hedefleri meçhul' ve ‘hikayesiz' bir ülke mi?

Gençlik yıllarım boyunca en ağrıma giden şey, Türkiye'nin "hedefleri meçhul bir ülke" olduğunu biliyor olmamdı. Bir erkek olarak izzetinefsime dokunuyordu bu bilgi. Gelecekte beni ne bekliyordu? Ülkem, ne için neyi asıl belleyerek eğitim veriyordu bana? Eğitim aldığım süreçler boyunca kişiliğimi önce teşekkül ettirecek sonra giderek tebarüz ve tebellür ettirecek bilgiler verilmediğini fark etmiştim. "Kendilik bilgisi" diyebileceğimiz, kişiye kimliğini, kişiliğini verecek hayati hususlar hep es geçiliyordu. Pozitivist bir bakışla bilgi yüklüyorlardı. Yüklenen bilgi de zaten sorunluydu. Onu yükleyen üniversite de akademik süreçler de... Bunların hepsi çok geçmeden fark ettim ki "Türkiye'nin hedefleri meçhul bir ülke" olmasından kaynaklanıyordu. Ve bunun teminatı da yine aynı şeylerdi. Maalesef ülkem, neyi ne için ve neyi asıl belleyerek ne suretle yapacağım bilgisinden beni mahrum bırakıyordu. Çünkü kendisi öyleydi. İş, bana düşüyordu. "Hikâye"mi bulmalıydım. Elli yaşına merdiven dayamış biri olarak bu hususlarda yalnız olmadığımı biliyorum. Benden yaklaşık elli yıl önce doğan bir isimden, Nur Yalman'dan aldım "hedefleri meçhul cemiyet" tabirini bu yüzden. Ünlü antropoloğumuz Nur Yalman, 1931 doğumlu. Robert Koleji bitirdikten sonra üniversite eğitimi için Cambridge'e gitmiş. O günlerini Abdi İpekçi'ye Opus dergisinde (1971) bakın nasıl anlatmış: "Kolejde öğrenci iken cemiyetimizin hali çok gücüme gidiyordu. Kendimizi an'anelerinden kopup hedefleri biraz meçhul bir cemiyet gibi hissediyordum. Bu cemiyeti tahlil etmek, neden keşmekeş içinde olduğumuzu anlamak istedim. Bunun ilmini sosyoloji olarak biliyordum. Sosyoloji okumak istedim, memlekete bu şekilde hizmette bulunayım diyordum. Cambridge Üniversitesi'nde sosyoloji diye bir dal yok. An'anelerine düşkün oldukları için çok yeni bulmuşlar, katmamışlardı, bunun yerine antropoloji vardı. Aynı şey dediler. Antropolojinin ne olduğunu bile bilmiyordum. Onların tavsiyesiyle antropolojiye girdim." 1931 doğumlu Nur Yalman, 1950'lerin başında toplumumuzun "hedeflerini meçhul" buluyor. 1972 doğumlu bu satırların yazarı da milenyuma az bir zaman kala aynı düşünceyle üniversiteye başlıyor.

Pozitivist aydınlanma fikri

Peki, bugünün üniversiteye başlayan gençleri ülkemizin hedeflerini meçhul buluyor mu? Mühim soru bu. Çünkü bir toplumun hedeflerinin meçhul olması demek o topluma ad olan devletin de hedeflerinin meçhul olması demektir. Topluma, o toplumu oluşturan bireylere eğitim yoluyla "hedefler"i gösteren devlettir. Öyle olmalıdır. Aksi düşünülemez. Dünyadaki tüm büyük ülkeler, değişmeyen prensiplerinden hareketle, yaşanan zamana göre şekillendirdikleri hedeflerine göre bireylerini eğitirler. Bireyler bu eğitimle kendilik bilgisi edinirler. Sonra, yönlerini tespit ve tayin işi onların bileceği iştir. Devletin hedefleri ile onlarınki uyuşmayabilir. Uyuşabilir de. Burada mesele, birey, toplum ve devletin yönsüz, yörüngesiz, hedefsiz olmamasıdır. Birey bir "hikaye"si olmayı aldığı eğitimle edinir. Sonrasında kendi "hikaye"sine yönelir. Eğitim ona kendiliğinin önünü sonuna kadar açar. Birey çatışarak, yalpalayarak yolunu alır. Aldığı eğitim zaten ona bir değil birçok "hikâye" misali vermiştir. Bu sayede tek boyutlu bir yığın olmaktan birey kurtulma imkânı elde eder. Aksi takdirde eğitim onu benzerleriyle birlikte aynı bantta bir üretmiştir. Gilles Deleuze, Fransız toplumun Renault marka otomobil üretir gibi şizofren ürettiğini söylerken bunu kastediyordu. Kapitalizmin imali şizofrenidir bu. Semptomları ülkeden ülkeye göre değişir. Sonunda birey kaybolur ve insanlar aynılaşır. Oysa eğitim insanların aynılaşmaması görüşünü esas alır. Aynı "hikaye"yi sevse, benimsese de birey kendi "hikaye"si için yol alırsa aynılaşmaktan kurtulur. Hedefinin çağrısına uyar.

Cumhuriyet kurulduğunda devletin, toplumun hedefi, "muasır medeniyetler seviyesi"ne erişmekti. Bu seviyeye erişmek için pozitivist aydınlanma fikri etrafında gayretler sarf edildi. Bunlar Türkiye'ye belli bir mesafe kazandırdı. Her şeyden önce eğitimin ülke sathına yayılmasıyla fırsat eşitliği doğdu ve yurdun her yerinden gayretli gençler liselere, üniversitelere ulaşabildi. Azımsanamayacak bir başarıdır bu. Diyarbakır Erganili Sezai Karakoç'un da içinde bulunduğu, Anadolu'nun çoğu Mektebi Mülkiye'de yetişmiş şairleri bu sayede, 1950'lerin ortalarında, adına İkinci Yeni denilen mühim şiir hareketini böylece başlatabilmiştir. Nitekim bu yüzden Ece Ayhan, bu şiir hareketine "sivil şiir" demiş ve onu "karaşın" Anadolu insanıyla ilişkilendirmiştir. 1940'ların başındaki Garip Hareketi şairleri gibi babaları Cumhuriyet'in ilk yıllarının "elit" ailelerinin çocukları değildir İkinci Yeni şairlerinin babaları. Nitekim Garip şairi Oktay Rifat (babası Samih Rifat Bey'dir), Perçemli Sokak kitabıyla İkinci Yeni şiirini sahiplenmeye kalktığında Ece Ayhan tarafından ince bir nükteyle karşılık alır: Onu, "topu var", diye aralarına almışlardır. Bir "beyaz Türk" olarak haddini bilmelidir. Hâsılı Cumhuriyet'in ilk yıllarının muasır milletler hedefi, şiirde gayesini bulmuştur. Zaten büyük bir geçmişi olan Türk şiiri iddiasını yaşanan zamanda da sürdürmüştür hem de sosyalist gerçekçiliğe bağlanıp SSCB güdümünde bir sanat üretmek isteyen onlarca şair, yazar, sanatçıya rağmen. Sovyet Rusya'dan gelen talimatlarla yazmayı içlerine sindirenlerin karşısında ne laik, pozitivist, hümanist estetiğe ne de SSCB'den gelen Marksist estetiğe yüz veren Sezai Karakoç'un varlığı bu noktada çok çarpıcıdır. Karakoç, değişmeyeni yaşanan zamana feda etmeden zamanın sesi olabilme iradesini göstermektedir. Nasıl başarabilmiştir bunu? Bu soruya doğru cevabı bulabilirsek, hedefleri meçhul olduğu dönemler boyunca Türkiye'de büyük isimlerin nasıl varlık bulduklarını da "hikâye"leriyle birlikte izah edebileceğiz.

Ruhta birleşmek

Sezai Karakoç, Türkiye'nin muasır medeniyetler seviyesine çıkma arzusuyla başlayıp yönsüz, yörüngesiz bir seyrüsefere kendini bıraktığı yıllar boyunca olup bitenleri dosdoğru etüt etmiştir. Türkiye'nin tarihin içinden getirdiği hedeflerini yaşanan zamanda ona şiirle hatırlatmak gibi bir meseleyi omuzlamış ve daha önemlisi bu işi, böyle bir meselenin varlığını en üst estetik seviyeye çıkararak yapmıştır. Hedefleri meçhul bir topluma hedeflerini hatırlatmak bugün olduğu gibi o gün de zordu. Büyük bir isim olarak onun varlığı, toplumun kendisine hatırlatılmadığı için bilemediği, devletin ise üstlenmediği hedeflere, yani "hikâye"ye, sahip olmasıyla vücut bulmuştur. Attila İlhan'dan Cemil Meriç'e, Kemal Tahir'den Can Yücel'e kadar Türkiye'de, öyle ya da böyle hangi özgün ses var ise cümlesinin varlığı, Karakoç gibi olmasa da, toplumumuzun hedefleri meçhul olmasını istememeleriyle izah edilebilir. Bu isimler ve niceleri kendi aralarında pek çok meselede anlaşamasalar da Türkiye'nin hedefleri meçhul bir ülke olmaması noktasında birleşirlerdi. Attila İlhan, Can Yücel, Kemal Tahir ve Cemil Meriç'in, Türkiye'deki muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için yola çıkıp izzetinefislerini kaybedip ABD, SSCB ve Avrupa hayranı olanlara yönelik eleştirilerine bakmak bu noktada yeterli fikri verecektir. (1) Bu isimler, Türkiye'nin hedefleriyle büyük bir ülke olmasından yanadırlar. Türk tarihinde Selçuklu ve Osmanlı'da zirveye çıkan "ruh"ta birleşirler. Devletlerini ve insanımızı mızmızlanan, şikâyet üreten bir haletiruhiyede görmek istemezler. Her şeyden önce kendileri asla öyle olmazlar. Onlar muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktan onları aşmak anlamını çıkarırlar. Bunun için de her biri Türkiye'yi her bakımdan eleştirirler ve kendilerine yakıştırılacak türlü "uyumsuz"lukları göğüslerler. Sezai Karakoç'un, bu ve yanlarına eklenebilecek başka isimlerden farklı bir "hikâye"si vardır. Onun hikayesi Türkiye'nin tarihin içinde oluşan hikâyesiyle örtüşmüştür. Tahir'e, İlhan'a, Meriç'e mizacıyla benzemez. Beklenemez de bu. Her biri ayrı kıymetler, "hikaye"lerdir bunlar.

Bir hikayesi olmanın küçümsendiği zamanlardan geçiyoruz. Kapitalizmin ulus devletlerin sınırlarını aşıp küreselleştiği, dünyanın tek bir pazar haline geldiği günümüzde Türkiye gibi ülkelere bir hikâyesi olmanın demode olduğu öğretildi. Bizzat öykü ve romancılarımızdan başlayarak hikâye anlatmak küçük görülür oldu. Bu, meselenin sadece edebiyata has yanı. Keşke bu kadarla sınırlı olsaydı. Değildi. Bugün Türkiye'de her çevreden insan dünyayı küresel pazara çevirenlerin kurduğu hikâyeyi görmezden gelip "bir hikâyesi olmayı" küçük görüyor. Oysa hepimizin içinde yaşatıldığımız bir hikâye var ve biz o hikâye ile Türkiye'yi, Türkiye'den ibaret sayıyoruz. Başka ülkelerin hikâyelerinin olduğuna inanmak istemiyoruz. Oysa son derece politik bir hikâyeleri var. Ve bununla sadece bizi değil tüm yeryüzünü uyuşturup uyutuyorlar. Sömürüyorlar. Yeryüzünü korumaya kalkan da yine onlar.

Ağ içinde, rüyada

Örümcek ağı içine çekilmiş sinekler gibi insanlık. Küçük sinekleri örümcek hemen yiyor. Daha büyüklerin ağın içinde debelenerek ölmesini bekliyor. O ağda adeta bir rüyadayız. Uyanmak istemiyoruz. Biliyoruz ki uyanırsak bir hikâye kurmamız gerekecek. Hikayelerimizin kahramanı olmak durumunda kalacağız. Başkalarının hikayelerinin figüranı olmak bize daha güvenilir geliyor. Yüz yıl önce İstanbul işgal edildiğinde Fransız ve İngilizlerle iyi geçinince işlerinin yolunda gideceğini zanneden İstanbul zenginleri gibiyiz. Kobranın, "Bay Kobra!" da desek bizi yine de sokacağı bilgisinden uzağız. Hedefleri meçhul bir devletin eğitim sistemi sanırım insanların içinden ilk önce izzetinefislerini alıyor. Çünkü bir "hikaye"si olmadan kişide benlik gelişmiyor. İzzetten hiç söz etmeyelim... Nedir bir hikayesi olmak? Leslie Marmon Silko, Seramoni adlı romanında anlattığı hikâyenin bir hikâyenin ötesine nasıl geçtiğini bakın şu şarkı-şiirle ne kadar çarpıcı şekilde ortaya koymuş.

"Şimdi size hikâyeler hakkında bir şey söyleyeyim

onlar eğlencelik değildir sadece

Aldanmayın ha.

Bilin ki, onlar bizim her şeyimiz

hastalık ve ölümle mücadele ederken

elimizde olanların tümü.

Eğer hikâyelerimiz yoksa

hiçbir şeyiniz yok demektir.

Şeytanları kudretlidir onların

ama hikâyelerimiz in karşısında duramaz.

O yüzden yok etmeye çalışıyorlar

hikâyelerimizi

Bozmaya, unutturmaya.

Hoşlarına gidecektir böyle olursa

mutlu edecektir bu onları

çünkü o zaman savunmasız kalacağız hepimiz."

Marmon'un romanını, "yerli"lerin kendi tarihlerini bir "miras" ve "tasarı" olarak nasıl gördükleri konteksti içinde değerlendiren Arif Dirlik, "yerci"liğin amacını, Avro-Amerikan tarihçiliğinin "ilkel" addettiği "Yerli" aşamasına has özelliklerin geri kazanılması olarak belirlemekte. Toprak ve doğayla kurulan özel ilişkinin yeniden elde edilmesi, "yerci"liğin temelini oluşturuyor ona göre. (2) Kültürleri yok edilen, toprak ve doğayla bağları koparılan yerlilerin "hikâye"lerinden başka ellerinde kalan hiçbir şey yok. Hikâyeleri, tek mülkleri. Bu yüzden de Marmon bir romancı olarak anlattığı hikâyenin bir hikâye olmanın ötesine geçtiğine özellikle işaret ediyor yukarıdaki şarkı-şiirde.

Türkiye, "hedefleri meçhul bir ülke" olmaktan, kendisine bir "hikâye"si olduğunu hatırlatan şairlerin, yazarların, akademisyenlerin, teknokratların sayesinde kurtuluyor. Henüz kurtulmuş değil. Zaman alacak bir süreç bu. Başkalarının hikâyeleri içinde kendilerine yer arayanlar, ellerinden geleni yapacak. Türkiye'nin hikâyesini, başkalarınınkini büyütmek için küçük görecek. Cesareti olmayanlar, baltalayacak. Dünya hayatını hazlarına dalıp keyif sürerek yaşamak sanan hedonistler, burun kıvıracak. Lakin Türkiye'nin hikâyesi tarih boyunca zaten bunlara rağmen var oldu.

İnsanımıza hikâyemizin anlatılması, yayılması, en temel sorun olarak duruyor karşımızda bugün. Küresel kapitalizmin popüler kültürü, onları kendi hikâyesine inandırırsa (ki bu geniş halk kesimlerinde maalesef gerçekleşmek üzeredir ve sorumluları da bu konuda bir "kültür iradesi" meydana getirmeye yetkili herkestir), Türkiye'nin hedeflerini hatırlaması imkân dahilinden uzun bir süre daha çıkacaktır. Türkiye'nin hikâyesi, bir kuru hayal değildir. Tarihin kendisine şahitlik ettiği, bu sayede de aleyhindeki tüm davaların düştüğü bir gerçektir. Bu yüzden Türkiye'nin hikâyesinden söz açanlar, her şeyden önce buna layık olmalıdır. İnsanların aç karnına hikâye dinleyemeyecekleri iddiasına gelince... Aksine, asıl hikâyeyi yazanlar fakirliği övüncü olarak görenlerdir. Onlar anlatıcı değil yazıcıdır. Hedefleri de hiçbir zaman meçhul olmamıştır. İnsanların ihtiyaçlarının giderilmesi fakirlikleriyle övünenlerin zenginlerinin boyunlarının borcudur. Onların yaşanan zamanda yokluğunun varlığını hesap etmek ise devlet, dediğimiz organizasyonun sorumluğundadır. Devlet, bir hikâyesi ve hedefleri olduğu kadar insanı için de "devlet kuşu" misali baht da olmalıdır. İnsanlarının başına "deve kuşu" olan devlet olmayı Türk tarihi görmemiştir ve "hedef"i ile birleşmiş "hikaye"sinden ötürü bunu kendine yediremeyecek ve asla kabul etmeyecektir. Nesimî'nin dediği gibi olmalıdır Türkiye'de benlik ve devlet fikri. Hikâyemiz bu, hedefimiz budur:

"Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam"

[email protected]

Kaynaklar

1-Attila İlhan ve Can Yücel'in bu konudaki çarpıcı görüşleri için bkz., Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, (Haz. Sabahattin Şen), Ank. 1995, s. 379-385 ve 415-423.

2-Bkz. Arif Dirlik, Postkolonyal Aura, (Çev.: Galip Doğduaslan), İst., 2010, s. 369-372.