Türkiye karşıtlığının yeni cephesi: Aydın bildirileri

Ercan Yıldırım - Yazar
16.01.2016

Milliyetçi ve faşizm karşıtı tavrıyla kendini belirginleştiren sol aydınlar bugün artık, milliyetçi eğilimlerin, etnik taleplerin merkezi haline gelirken, ‘önleyici şiddet’i, ‘kurucu şiddet’haline getiren örgütleri destekleyerek faşist yöntemleri savunan bildiriler imzalıyor.


Türkiye karşıtlığının yeni cephesi: Aydın bildirileri

Türkiye’de sol, sosyalist, komünist çevreler bulundukları sosyal sınıftan kendilerini soyutlayarak, enternasyonal bir dil kurmaya, “dünya halkları”nı barış için birleşmeye zorlanarak da olsun çağırabiliyorlardı. Sosyalistler her türlü yerelliklerine, taşralı kimliklerine rağmen memleketçilik yapmaktan uzak duran söylemi, yerliliğin yerine ikame etmeyi başarabiliyorlardı. Sosyalizm, o kadar tekbenciydi ki kendisi dışındaki çevreleri hatta sosyal demokratları bile “faşist” yaftasına boyamayı varoluş nedeni kıldı. Sağın tüm renklerini milliyetçi olsun yada olmasın doğrudan faşizmle damgalamaktan büyük haz alıyordu; öyle ki sosyalistlerin iki büyük düşmanı İslam ve Türk idi.

Solun nomosu olarak etnisite

Ne hazindir ki milliyetçi ve faşizm karşıtı tavrıyla kendini belirginleştiren sol aydınlar bugün artık, milliyetçi eğilimlerin, etnik taleplerin merkezi haline gelirken, “önleyici şiddet”i, “kurucu şiddet” haline getiren örgütleri destekleyerek faşist yöntemleri savunan bildiriler imzalıyor.

7 Haziran seçimlerine giden yolda 6-7 Ekim olaylarını görmeyen, iki günde öldürülen masum sivilleri “yol kazası” olarak değerlendiren sol cenah, HDP üzerinden etnik milliyetçi taleplerini Türkiyelilik başlığına taşıyarak, şiddeti sivil sempatiyle kapatan usuller geliştirmişti; saz çalan lider portresi Türkiye’de aydının işlevselliğini, organikliğini net olarak göstermişti. Saz çalma ritüeli devlete başkaldırının bir vesilesiydi ancak o dönem konjonktür bunu dillendirmeye müsaade etmedi.

Güç merkezlerinin beklentilerinin değişmesiyle aydınlar çok kısa sürede imajlarına katkı sunan görüşlerini değiştirip önceki fikirlerinin karşısına geçebilmeyi başarmıştır. Sadece HDP macerasında değil, Çözüm Süreci boyunca Kürt meselesinde APO üzerinden yapılan güzellemelerin, umut ışıklarının 7 Haziran ile birlikte sönüvermesi aydının “kim”liğini, misyonunu, fonksiyonunu sorgulamaya itti.

Sahiden kimdi aydın?

“Bu suça ortak olmayacağız!” başlığıyla beş ilçede yapılan operasyonlarda halkı “fiilen açlığa ve susuzluğa” mahkum eden “devleti” hedef alan aydın bildirisi, Türkiye’de son yıllardaki “bildiri furyası”nın bir devamı olurken, mahiyeti itibariyle ötekilerden farklıdır.

Bilhassa AK Parti iktidarında hususen 2011 seçimlerinden sonra sürekli olarak “hükümete karşı” bildiri yayınlayan çok farklı kesimler bu sefer ki bildirilerinde hedeflerini hükümetle birlikte “devletin varlığına” yönelttiler. Yazıyla, kitapla, dergiyle, Gezi olaylarıyla, seçimlerle yapılan muhalefetin yanında “muhtıra” niteliği de bulunan bildiriler yayınlama geleneğinin bu son vakasında aydınlar, gözünü doğrudan devlete dikip, sosyalist hatta sol - liberal geleneğin reddettiği “etnik milliyetçilik” ve faşizan uygulamaları öne çıkarmaktadır. Şiddetin müsebbibi örgüte hiç değinilmeyen bildiri, son günlerdeki “katil devlet” ve “çocuk öldüren devlet” propagandasının devamında geldiğinden bütünüyle PKK dilini kamusallaştıran işleve sahiptir. Bu açıdan “aydın müsveddeliği” 1980 sonrası solunun dönüşümü kadar Gezi olayları akabindeki değişimi sunan ilginç bir “sentez”dir. 80 sonrasında PKK mücadelesini sürdürdüğü için onların nezdinde saygınlığını her zaman korudu. Gezi’de ise mesele mikro boyutlara inerek “komün”ü lokalleştirdi; bildiriye imza atanlar bunu bir adım ileri götürerek özyönetim ve bağımsız devlet komünalliğine taşıdılar.

Yön’e rahmet okutmak...

Türkiye’de aydın bildirileri geleneğinin en önemli örneğini Yön Bildirisi oluşturur.

1961 yılında Yön dergisinin ilk sayısında yer alan ve 1042 kişinin imzaladığı bildiri içeriğiyle de, üslubu ve yaklaşımıyla da hayli güçlü eleştiriler, teklifler getirir. Yön bildirisi, “akademisyen bildirisi”nden farklı olarak, Türkiye’yi merkeze alan, Türkiye’nin meselelerini ortaya koyarak onlara çözümler getiren tekliflerle mücehhez olduğundan sosyalizmin erken dönemlerinde belirgin bir milli damarı kurmuştur. Sol işte bu millilik nedeniyle 80’lere kadar gelebildi.

Yön bildirisi teklif, “akademisyen bildirisi” tehdit içerir. Yöncüler sonraki yıllarda üzerlerine yapıştırılan “darbeci” yaftasına uymayacak biçimde Türkiye’nin gelişmesi ve kalkınması için “günün koşullarına uygun” yeni bir devletçilik modeli öne sürdüler. 1960’lar safların keskinleştiği dönem olsa da, ideolojilerin Türkiye’nin meselelerine yoğunlaştığı dönem olarak da sonraki yıllardan ayrılır.

27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar sağ ve sol fraksiyonların tamamı, Türkiye’nin meselelerini geleneksel temellerine kadar götürecek doktrinlerle beraber, “devleti ele geçirme” hedefi uğruna siyasetten cuntacılığa kadar çok farklı metodları denedi. 12 Eylül’e gelirken sosyalizm üçüncü dünyacılıkta karar kıldı.

Mandolin çalarak aydınlanmacı tezleri köylere kadar götüren Halkevleri, subaylar, doktorlar, gazeteciler... Cumhuriyet ideolojisini halka anlatabilecek kesimlerin tamamı “aydın” sınıfında yer almıştı. Bu açıdan aydın zaten iktidar lehine toplumsal dönüşümü sağlayacak araçların tümüne verilen kapsayıcı ad değil kimlik idi. 80’li yıllarda aydın vesayet odaklarının taşıyıcısı değil bizzat vesayet kurmak adına yeni yönelimlere girdi.

1984 yılında Aziz Nesin’in öne çıktığı “Aydınlar Dilekçesi” de 1987 yılında yine ilerici parti SHP desteğini izah eden Aydınlar Bildirisi de 80 sonrası süngüsü düşmüş ve örgütlü kimliği kaybolmuş sosyalizm nedeniyle “aydın diktatörlüğü”nün önemli adımları oldu. İçine sinemacılardan akademisyenlere, edebiyatçılardan profesyonel siyasetçilere kadar geniş bir kesimi alan aydın grubu, “bildiriler” üzerinden siyasi hayata yön verme girişimlerinde bulundu. Yorum çağına, hakikatin çoğulluğu anlayışına geçilirken dahi aydın jakoben yasa koyucu tavrından vazgeçmedi.

Millet ve İslam düşmanlığı 80’lerden itibaren yavaş yavaş devlet varlığına karşı çıkmaya, etnik milliyetçiliklere, gayrimüslim azınlıklara kaymaya başladı. 80’lerden sonra ortaya çıkan neoliberal siyasetin çokkültürcülük, çoğulculuk gibi teklifleri Frantz Fanon’un kasıtlı olarak yanlış okunup postmodern özne üzerinden yeni iktidar alanlarını da oluşturacak etnik bölünmeleri savunmaya dönüştü. 80’ler yoğun olarak “resmi ideoloji eleştirisi” yapmaya başladı. Sadece sol-liberal değil İslamcı kesimler de resmi ideoloji eleştirisi üzerinden devlet tartışması açtı. Sosyalist-liberal devlet eleştirisinde devlet, İslamcıların anladığı İslam düşmanı resmi ideolojiden farklı olarak Sünni-Ehl-i Sünnet İslam’ı ve Türk varlığını karşılıyordu.

Bildiri aydınları Kürt meselesi ve Ermeni tezleri üzerinden yakın tarih eleştirisiyle beraber, doğrudan devlet hiyerarşisine yüklenmeye başladı. “Katil devlet” bildirisi işte tam da bu anlayışın en cesur, en atak, gemi azıya almış hali olarak okunabilir.

“Akademisyenler bildirisi” ne Yön bildirisinde olduğu gibi Türkiye’nin tamamına seslenip, topyekûn “kalkınmayı” ne de 80’lerdeki bildiriler gibi siyasal aktör olabilecek ültimatomu vermeyi hedefler; “devlet kadrosunda maaşlı sürgünler” olarak kendilerini devletin ve tabi ki milletin dışında tutarak, Türkiye’nin bütünlüğünü, tartışılacak gerekçeler öne sürerek uluslararası sorun hale getirmeyi amaçlar.

Entelektüel iktidarın kaybı

Self determinasyon hakkından, önleyici şiddete, çokkültürlülükten Ermeni tezlerine kadar pek çok konuda fikirleri olan, 90 sonrası sol-liberal kesimlerin kaynaklarını oluşturan Wallerstein, Balibar, Chomsky, Judith Butler, David Harvey gibi yabancı Nilüfer Göle, Ahmet İnsel, Baskın Oran gibi aşina isimler son bildiriye imza atmışlar. Esasında imzacı akademisyenlere ek olarak sonradan tanınmış edebiyatçıların da katılması, Türkiye’deki iktidar algısındaki değişiklikle de ilgili. Bildiri aydınlarının temel kaygıları içinde 2011 sonrasındaki sol-liberal-İslamcı ayrışmasıyla belirginleşen “imkansız iktidar ihtimalleri”nin payı büyüktür.

Eski konumlarını, siyasette belirleyici, devlette etkin, dağıtımda aktif rollerini kaybeden elit kesimin sadece kısa vadede değil gelecekte de eski âli statülerine kavuşamayacaklarını, artık devletin-iktidarın organik aydını olamayacaklarını anladıkları için bildiride doğrudan devlet varlığına savaş açmışlardır. Devletten beslenmediklerini kadrolu akademisyenliklerine rağmen belirtme ihtiyacı hisseden bildiri aydınları bu topraklardaki aydın geleneğine halel getirmeyecek derecede, Kürt ve Ermeni diasporasından beslenmeyi, Halide Edip’in aleni mandacılığına karşı usta işi mandacılığı, Türkçeyle aralarının hoş olmadığını, Edward Said özentili sürgün merakını, mütareke basınında olduğu gibi arkalarında Batının olduğunu gösteren özgüveni yüksek dillerini açıkça ortaya koydular.

Bildirilerinde Türkiye’ye seslenmeyen sadece memleketin ufak bir kesimini dikkate alan bildiri aydınları, iktidarlarını kaybedince “benden sonra tufan” ve bölünmüş Türkiye’nin küçük parçalarındaki “küçük olsun benim olsun” anlayışıyla iktidar kavgasını sürdürüyorlar. Cihangir-Taksim komün kafelerinin, sendikaların ıssızlığı bunun bir sonucu...

Devlet eleştirisi üzerinden iktidar olan kesimlerden İslamcılar devleti savunurken, sosyalist-liberal kesim etnik milliyetçilik ve faşist yöntemleri uyguluyor. Tabi arada siyasalın mahiyetini anlatan metinlerden habersiz, Hannah Arendt okumamış, devlet yönetme sorumluluğundan uzak, şiddet kullananları ortak konuşma platformuna çağıran “iyicil gafiller” de bulunuyor.

Sartre aydın için “ünü kötüye kullanan kişidir” der; bildirici aydınlar, ataları Yöncülerin Türkiye’nin meselelerine eğilen asaletinden uzaklaşıp Türkiye’nin varlığına kastedecek yönelimlerin sesi oldukça ünlerine ün katıyor; sosyal sorumluluk projelerini bildirilere imza atarak gösteriyorlar!

[email protected]