Türkiye merkezli düşünme ve İstiklal Harbi

Ercan Yıldırım / Yazar
12.01.2020

Kimse biz Türklere Anadolu’yu, millet bağını hatta İslam’ı ihsan etmedi tam tersine hep önüne barikat koydu, engelledi. Toprağı vatanlaştırırken, toplulukları milletleştirirken, düzeni İslamileştirirken, Batı merkezli düşünmeyi kırarken, Avrupa merkezli akınları durdururken, Doğu heterodoksisini engellerken hep “son savaş” bilinciyle hareket edildi.


Türkiye merkezli düşünme ve İstiklal Harbi

İstiklal Harbi, imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasında, siyasal organizasyonun ötesinde yeni bir düzenin kurucu “olay”ı şeklinde gelişti. Türkiye ulus devlet formunda gözükse de devlet mekanizması, uluslararası geçerliliği, millet bağı itibariyle her zaman İmparatorluk özünü taşımaya devam etti. İstiklal Harbi’nin başarıya ulaşmasında kim ne derse desin imparatorluk ufkuyla beraber tarihi millet derinliğinin bariz etkisi bulunuyordu. İstiklal Harbi belki milletin bağımsızlığını kazanmasına vesile olsa da esasında bir sürecin, millet oluşun basamaklarından birini teşkil etti. İster istemez harbin mantığını Anadolu’nun İslamlaşmasına, vatanlaştırılmasına, millet bağının teşekkülüne bağlamak gerekir. 

Tuttuğunu kopararak... 

1071 sonrasında Türkiye kurulurken aynı zamanda yeni bir ekol, yeni bir millet, yeni bir nizam da inşa ediliyordu. Türkiye’nin oluşumu, İslam alemi içinde kendine özgü yollardan birini örmesiyle öne çıkar; yaşama stili, ötekini kurma biçimi, mücadele metodu, dünyaya ve hatta İslam’a bakış açısı Ortaçağ evreninde spesifik bir tutumu anlatır. Türkiye’nin, bilhassa Avrupa Kıtası’na, Batı’ya uzanmasıyla birlikte Müslümanlar Endülüs’ten sonra ikinci denemeyi de gerçekleştirerek İslam merkezli yapı kurmaya girişti. 

Osmanlı adını almadan önce Türk kimliği Haçlı’yı Kudüs yollarında kırmıştı; uc’lardaki mücadeleler, kademe kademe Orta Avrupa’ya geçiş, Kosova, Varna gibi savaşların yine “Haçlı karakteri”ni ortaya koymasıyla gelen zaferler, Türkiye merkezli İslami kimliğin ikinci ve fakat bu sefer savunmada değil taarruz esnasında gerçekleştiğini belirginleştiriyordu. Anadolu’nun Batı ile Doğu, İslam ile gayrı İslami olan arasındaki sınır, hat vasfı anlaşılan o ki bu topraklarda yaşadıkça sürecekti. 

1071 ile beraber Anadolu İslam’ın yurdu, darül İslam haline geldikçe bir varoluşun işaret fişeği çakılmış oldu. 

İslam Türkler için ontolojik ve ontiktir. 

Başka milletlere İslam, kendi bulundukları topraklarda teklif edilmesine karşın Türkler “kendileri İslam’a gitmeyi” tercih etmişlerdi. Orta Asya bozkır topluluklarının Anadolu’ya intikali aynı zamanda İslam ile ontolojik bağ geliştirenlerin batıya yönelip gazayla kimlik edinmeleri, irade gösterip şuurla varlığa gelmeleriyle söz konusu oldu. Farklı soy, boy yapılarının yeni bir toprakta, yeni bir aidiyet bağıyla yani İslam ile vücut bulmaları, aynı zamanda ideali, müşterek kaderi, müşterek hedefi ortaya koyuyordu. 

Türkiye hazıra konanların değil sıfırdan inşa edenlerin vatanıdır. 

Bu topraklarda hiçbir maddi ve manevi değer, yapı hazır bulunmadı. Kimse biz Türklere Anadolu’yu, millet bağını hatta İslam’ı ihsan etmedi tam tersine hep önüne barikat koydu, engelledi. Toprağı vatanlaştırırken, toplulukları milletleştirirken, düzeni İslamileştirirken, Batı merkezli düşünmeyi kırarken, Avrupa merkezli akınları durdururken, Doğu heterodoksisini engellerken hep “son savaş” bilinciyle hareket edildi. 

Biz Türkler Türkiye’yi tuttuğunu kopararak, bize sunulanları reddederek, İslam’dan başkasını gayrı meşru, millet bağından gayrısını tehdit görerek İstiklal Harbi’ne ulaştık. 

İstiklal Harbi’nin mahiyeti 

Türkiye merkezli düşünme pratiğinin karşısına yerleştirilen oryantalist kanaatlerin devlet ve tebaasına ilişkin söylediklerinin Ortaçağ Avrupası’ndaki feodal yapılarla özdeş, paralel yönler barındırması Türkiye ile İslam’ın ontolojik vasfını yok etmeye yönelik olduğu kadar, itibarsızlaştırıcı daha da önemlisi modern dönemde referans alınmasını örtücü hususiyetler içeriyor. 

İstiklal Harbi üzerindeki kanaatler, hurafeler, aşırı gerçekçi senaryolar, bilinmeyen hakikatler tarih yazımında belirleyici rol oynadı. Tabii bu esnada Kemalistlerin tarih yazımıyla İslamcı-muhafazakarların tarih yazımı hatta Rıza Nur gibi sonradan muhalefete geçen Türkçülerin İstiklal Harbi anlatımı birbirinden çok farklı olabiliyor. Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı gibi süreci yaşayanların sıcağı sıcağına anlattıklarıyla Kemalist rejimin yerleştikten sonraki yaklaşımları bile taban tabana zıtlık ihtiva edebiliyor. Yerli tarihçilerin, fikir adamlarının aktardıklarına karşın mesela Bernard Lewis’in, Eric Jan Zürcher’in İstiklal Harbi, Türk kimliği, Osmanlılık, İttihatçılık vurguları bilinenlerin ötesine rahatlıkla geçebiliyor. 

Kurucu kadronun teşekkülü, Mustafa Kemal’i Samsun’a kimin gönderdiği, asıl amacının ne olduğu, kongrelerdeki konumu tartışılageldi... Ali Fuat Cebesoy ile Kazım Karabekir’in İstiklal Harbi’ndeki rolünün ilkin Mustafa Kemal’in ahali tarafından meşruiyetini sağlamak olduğu, Karakol cemiyetinin asıl örgütlenmeyi gerçekleştirdiği, Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki çekişmenin harbin her aşamasına yansıdığı, Karakol üyelerinin Mustafa Kemal’i zar zor kabullenmeleri ve elbette sonradan tasfiyeleri, İrade-i Milliye ile Hakimiyet-i Milliye’nin iki farklı ekol biçiminde geliştiği, harbin kazanılmasına inancın Polatlı yakınlarında tamamen yitirildiği, küçük subaylarla Fevzi Çakmak gibi bazı komutanların ve erlerin dirayetini yitirmedikleri, Çerkez Ethem gibi bağımsız çarpışanların askerlik hiyerarşisine girmede gösterdikleri inat ve hemen her alanda Meclis’te, komuta kademesinde, yerel kongrelerde bir erk mücadelesinin yaşandığı gibi pek çok husus, hakikat bile olsa İstiklal Harbi’nin aslına, ruhuna, sonucuna etki etmedi, etmiyor da… 

İstiklal Harbi anlatılarında mitolojik yüceltmelere belki de gerçeğin olağanüstülüğü nedeniyle çok fazla gidilmez; kahramanlık vurgusu hep yapılsa bile Çanakkale Şiiri’ndeki gibi “Bedr’in Aslanları” ile mukayeseler de yapılmaz. İstiklal Harbi tüm boyutlarıyla ele alındığında pek çok düş kıran hususiyeti elbette görülecektir. 

Türkiye merkezliliğe katkı 

İstiklal Harbi’nin 100. yılı 1071 ile başlayan ‘oluş’un tamamlanmadığını göstermesi bakımından hayli mühim. Anadolu’nun İslamlaşmasından günümüze kadar gelen pek çok hadise döngüsel tarihin içinde tekrarlanırken bu evrede değerlerin de güncellendiğini takip edebiliriz. Haliyle 1071 ile başlayan İstiklal Harbi’yle devam eden vatanlaştırma ameliyesi günümüzde yaşanan hadiselerle bilfiil süreklilik ihtiva eder.  

Kamilen kurulmuş bir nizamdan ziyade Türkiye’nin varlığı daha çok kendini ötekine karşı konumlandırmayla ortaya çıkmıştır. İslam, Anadolu, millet bağı tercihleri şuur ve iradenin aynı bünyede müştereklerle kotarılması sonucu zuhur etmişti. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye merkezli varoluş beyanı kendini ötekine karşı sürekli yenilenen ve güncellenen tanımlamalarla var kılıyor. 

Francis Georgeon’un İstiklal Harbi’ni tanımlarken kullandığı “kafa tutma” tavrı sadece Yunan, İtalyan, Fransız güçlerine karşı değil aslında İngiliz şefliğindeki dünya sistemine karşı koyma, kafa tutma sayılabilecek tondadır. Erken dönemlerdeki kafa tutma başarı getirince Osmanlı kisvesi altında Türk kimliği ideal bir İslami nizam, Asr-ı Saadet’in bir uyarlaması ve yenilenmesi anlamında Kerim Devlet kurmuştu. Elbette İstiklal Harbi ile kafa tutma belli oranda zafer getirse de kapitalist ilişki biçimlerinin feodal dünyadan çok farklı usuller geliştirmesi yeni bir nizamı doğurmadı, doğurması da beklenmiyordu. 

İstiklal Harbi’nin sömürge altındaki başta Müslüman toplumlar olmak üzre emperyalizmin kıskacındaki tüm uluslara öncülük, örneklik teşkil etmesi, egemene “kafa tutabilme” ihtimalini, imkanını da vermiş olmasından ileri gelir. 

Arnold Toynbee Yunanlıların İzmir’e girmesinin Türklerde büyük travma yaşattığını söylerken bunun 1. Dünya Harbi’nden, mütarekeden bağımsız “şok” etkisi gösterdiğini vurgular. Toparlanma iradesi, örgütlenme ve “müşterekleri yenileme” bilinci İzmir’in işgaliyle gündeme gelir, Balkan Savaşları’nın açtığı yarayı tamir edecek bilinç düzeyi hala İmparatorluğun varlığından dolayı gelişmemişti, halbuki “devletsizlik” ihtimali kaygısı korkuya dönüştürülebildi. 

İzmir’e Yunan askerinin ayak basmasından sonra İstanbul’un ikinci kez işgali, Sevr’in imzalanması, Anadolu’daki isyanların artışıyla şanlı “kurtuluş iradesi” de olgunlaşmaya başladı. 

Anadolu’nun farklı yerlerindeki kongreler, asker, eşraf, memurlarla birlikte bir araya gelerek tertip edilirken aynen 1071 sonrasındaki gibi “müşterek kader”in Türkiye’nin her tarafında uç verdiği rahatlıkla müşahede edilir. 

Ayrılıkçı etnik cemiyetlere, işgalcilere karşı kongreler birlik ruhunu anlatır; ilk günlerdeki yılgınlık, teslimiyet gösterileri de yerini “umud”a bırakır. 

Türkiye merkezli düşünmenin dünyaya, İslam ülkelerine aktardığı değerlerden biri de en kötü gidişatta bile “Allah’tan ümid kesilemeyeceği”nin tatbikle tecrübe edilmesiydi. 

Devlet mekanizmasıyla millet bağının irade beyanı öncelikle kongrelerle, akabinde TBMM ile kendini gösteriyor. Darül Hikmeti İslamiyye, Karakol, İttihatçılar, eşraf topluma öncülük edip bu şuur ve iradeyi organize ederken aynı zamanda millet kavramının modern Batı demokrasilerindeki “ulus”u aşan bir sık dokuya imparatorluk çeşitliliği içinde sahip olduğu da kanıtlandı. Osmanlı dönemini, İslam ile mücehhez Türk kimliğini itibarsızlaştırmak ve Batılılaşmayı meşrulaştırmak için Kemalistler milleti “kul” ve “sürü” kavramlarına hapseder... 

Halide Edip Adıvar bu sürü ithamına açıkça karşı çıkar: 

“Burada, bilhassa pek acı ve Türk milletinin haysiyetini kıran bir meseleyi unutmamak lazımdır. Çünkü gerek hariçte, gerek dahilde propagandalarla, Türk milleti beş yüz sene bir sürü halinde yaşadı, Cumhuriyet Devri, Türkleri bir millet haline soktu, gibi palavraları hala aramızda tekrar edenler vardır. Çocuklarımıza, tarihin büyük bir milletinin evladı olduklarını anlatmak lazımdır.”  

Kemalistlerin sürü yaftalarından bağımsız biçimde özcü milliyet arayışları uyarınca milleti kan ve gen ile tanımlamaya, böylece kısıtlamaya çalışanlar da yine bu kul ve sürü kavramlarına zaman zaman başvurur. Millet kavramını din bağından soyutlayarak yalnızca etnik yahut asabiye boyutlarıyla ele almaya çalışanların Osmanlı’yı “millet oluşumuna izin vermemekle” suçlayan tezleri de İstiklal Harbi ile boşa düşer. Türkiye merkezli düşünme başta İmparatorluk bünyesindeyken asabiyeci tutumla bağımsızlık yoluna giden Müslüman toplulukların örnekliğindeki gibi millet bağını kuran müştereklerin fiziki yapıdan, anatomik hassalardan çok manevi değerlerle sağlandığını yine bu topraklardaki uygulamalarıyla göstermiştir. 

Millet kavramının anatomik, fizyolojik ya da kabilevî unsurlarla değil “din merkezli” ele alınabileceği Türkiye özelinde uluslararası planda Lozan Anlaşmasıyla ikrar edilmiştir; millet bağının, İslam ile sağlanabileceğinin ispatı Türkiye merkezli düşünmenin başta gelen parametreleri arasında yer alır. 

Ümmeti toparlama 

İstiklal Harbi’nin gerekçelendirilmesi kuşkusuz meşruiyet sahasını doğru kurmaya bağlı olarak “İstanbul merkezli” gelişti... 

Burada mevzu yalnızca saltanatın ve hilafetin kurtarılması değildi kuşkusuz... Milletin hilafeti ve halifeyi özgürleştirme bilinci ve talebi ilk sırada yer alıyordu. İstanbul’un da düşmandan arındırılması Anadolu hareketinin temel hedefiydi. İstanbul bir biçimde bağımsızlığımızın ve İslami olanın şiarıydı. İstanbul fetihten sonra artık dünyada İslam’ın gücünün en belirgin nişanesini hatta ikinci merkezini ihtiva ettiği için önceliklidir.

Mekanın kurtuluştaki yerine bir örnek de camiidir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Halkın gerçek evi. Milli kulüpler, harsî konferans salonları, siyasi miting meydanları değil, bu milletin evi, barkı, yurdu, vatanı olan cami ve cemaat idi. Sadece basit cahil halk bunu anlamış ve aydınların Batıyı taklitçilik gayretinde unuttukları gerçek değerleri korumuşlardır.” dediği camiler, Türkiye merkezli düşünmede İslam’ın birincil rolünü çok bariz anlatır. 

İstiklal Harbi’nin manevi cephesi camilerde kurulmuştur. Mustafa Kemal’in Zağnos Paşa Camii’ndeki, Mehmet Akif’in yine Zağnos Paşa ve Nasrullah Camii’ndeki hitapları caminin, İslam’ın fonksiyonunu anlatması açısından kritiktir. Kongreler aşamasında da camiler etkili bir toplanma, karar alma fonksiyonu icra eder, Gotthard Jaschke’nin anlatımıyla cami muhalifi, muvafıkıyla İstiklal Harbi’nin “karargahları” arasındadır: 

“30 Mayıs Havza’da müstesna ve çok calibi dikkat bir kalabalık dalgalanıyor, Havza’nın biraz muhalif olmasına rağmen her taraftan akın akın gelen köylülerimizi camii şerifin içi, dışı almıyor. Namazda, mevlütte bulunmamak teessürünü gösteren halk, caddeleri, mahalle aralarını dolduruyordu. Maiyeti erkanıyla Mustafa Kemal Paşa camie geldiler, Cuma namazı hiç görülmemiş bir cemaatle kılındı ve bir huşu ve huzu’u dini ile Cenab-ı Hak’tan istimdad edildi. Müteakiben Menkıbei Cenab-ı Risaletpenahi okunarak son bir tuhfe-i vedai olmak üzere halka şeker yerine İzmir üzümü dağıtıldı.” 

1071 ile başlayan süreç kendine özgü pek çok hususiyeti barındırır. 

Türkiye merkezli düşünme İslam temeli üzerinden belirgin bir öteki tanımını yapar, birliğin, müstakil yaşama iradesinin, bağımsızlığın, bir fikir ve müşterek üzerinden toparlanmanın emsalini hele bugün açık ya da örtük biçimde işgal, zulüm, sömürge altındaki İslam ülkelerine açıkça beyan eder. Bu merhalede devlet mekanizmasını kurma ve işletmenin, birliği ve kimliği teşekkül ettirmenin süreğen uzantıları devamlı nüksedebiliyor. 

1071 sonrasında İslam’ın, Türkiye merkezliliğin ötekisi başlığında Haçlı-Moğol-Şii güçleriyle; İstiklal Harbinde Fransız-İtalyan-Yunan ve aslen İngiliz dünya sistemiyle; bugün de terör ve Akdeniz’de ABD dünya sistemi ve unsurlarıyla çatışmaya devam ediyoruz. Bunlara elbette bırakın çatışmayı dünya sisteminin merkez ülkelerinin eşgüdümünde faaliyet gösteren, onlara destek veren Körfez ülkelerini de ekleyebiliriz. 

Millet bağını kurarken ortaya çıkan dini-mezhebi-etnik rahatsızlıkların isyanlara dönüşmesi yine bu toprakların genetiğinde mevcut... 

1071 ile birlikte Batıni, iktisadi, dini görünümlü sınıfsal, Fetret dönemindeki gibi idari, etnik kalkışmalar İstiklal Harbi’nde de en büyük sorunlardan birini oluşturur. İmparatorluk sonrası boşlukta yine etnik-mezhebi-idari isyanlar devam ederken, İstiklal Harbi’nin bir boyutunu bu “iç mesele”leri hal yoluna koyma teşkil ettirir. İstiklal Harbi’nin 100. yılına girerken Gezi olayları “vesilesiyle”, hendek çatışmalarında, 15 Temmuz’da yine etnik-heterodoks-dini görünümlü idari kalkışmalar bastırılarak de facto imparatorluk ufku sürer. 

1071’den İstiklal Harbi’ne oradan günümüze kadar Türkiye merkezli düşünmeyi yenileyip güncelleyecek, İslam ülkelerini de tesirine alacak pek çok yönelim etkisini sürdürüyor. 

@Ercnyldrm1