Ercan Yıldırım / Yazar
Türkiye kendi içine kapanamayacak kadar dünyaya bağlı, bağımlı, entegre bir ülkedir. Türkiye’de meydana gelen olayların bir tarafında mutlaka küresel düzen ile irtibat bulunur. Sadece coğrafya açısından değil, İmparatorluk geçmişi, hinterlandı, dini-etnik kimliği, ümmet gerçekliği, ontolojisine içkin küresel iddia içeren “ila’yı Kelimetullah gibi” ideolojik ve idealist tezleri nedeniyle bu ülke en zayıf döneminde bile bölgesel kontrol çabasını gütmüştür.
Meşruiyet kaynağı
Türkiye’yi dünyayla irtibatlı kılacak o derece güçlü potansiyel mevcut ki… Belki de Karlofça’dan bu yana “kendiliğinden” kurulan geriye gidiş ve beka kaygısı septik bir siyasal alanı inşa ederken imparatorluk mekanizmasının çok yönlü argüman, mensubiyet ve meşruiyet kaynağı üretmesine neden oldu.
Kimi zaman öne atılan kimi zaman ricatla sonuçlanan çabalar dünya sistemi karşısında çoğunlukla başarı getirmedi. Cumhuriyet idaresinin inkılapları, yasakları, tasfiyeleri Batı’ya, İngiliz dünya sistemine “jest” gibi sunulurken bir tarafıyla Osmanlı’yı bitiren anlaşmaların sonucu biçiminde gösterildi. Ayasofya ve ezan “evrensel” ve İslami kimliğe içkin işlevleri arka plana atılacak tarzda “yerel”leştirilerek etkisiz kılındı.
Ezanın aslından uzaklaştırılması ümmetle, dinin kendisiyle, İslam tarihiyle otantik bağları kopardı; Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi biz Türklerin ve İslam’ın fetih damarını kesti, Türkiye’yi ayrıcalıklı kılan üstün ve öncü yönü törpüledi. Ayasofya’nın müze yapılması Türk ve İslam kimliklerini pasif, iddiasız, kapana kısılmış bir kültür birimine evriltti. Osmanlı zaten “hasta adam”dı ama Türkiye uzuvları kesilmiş yahut felçli bir beyin gibi uzanmış yatıyordu artık. Dünya sistemi Mondros ile İmparatorluğu öldürdü ama yerine sağlıklı bir ulus devlet doğurmadı. Eski simgeler, kurumlar, zihniyet yıkıldı yerine yenileri inşa edildi. Ayasofya’nın müze yapılması Türkiye’nin artık dünya sisteminin “doğrudan kontrolü”ne girdiğinin, bilkuvve kimliğini harekete geçirmeyecek, öngörülemez adımlar atamayacak bir ülke olmayı kabullendiğinin göstergesiydi.
‘Ayasofya olayı’na tepkiler
Ayasofya’nın aslına rücu etmesi son yıllarda yaşadığımız en ciddi “olay”ların başında gelir. Olay, çünkü buradan bir “oluş”a geçmek mümkün. Ayasofya’nın aslına dönmesinin kendisi son derece kıymetliyken esasında daha da değerli olan “o iradeyi” gösterebilmekte yatar. Ayasofya’yı açma iradesi biz Türklerin hala “canlılık emaresi” gösterdiğini, Türkiye merkezli düşünmeyi olaya evriltebildiğini, tekinsiz karakter sergileyebileceğini de belirginleştiriyor. Ayasofya’nın camiye dönmesi olup bitmiş bir hadiseden çok yeni bir sürecin “işaret fişeği”, başlangıcı mesabesinde. Şu anda bu olayla herhangi bir mevzi kazanmış sayılmayız, esas büyük hasılamız neler yapabileceğimizi “kendimize” de hatırlatmakta yatıyor.
“Ayasofya aslına rücu etti” haberini alan dindar-muhafazakar-milliyetçi-İslamcılardan bazılarının morali bozuldu, canı sıkıldı; tamam kabul, “ekonomimizi düzeltmedi, zenginleşme getirmedi”, hayat standartlarımızı yükseltmedi, sorunlarımıza çare bulamadı… Müzeden camiye dönmenin zaten iktisadi refahla bağlantısını kurma çabası bile abes! Tam tersine hayatı yalnız ekonomik getirilerle bir gören zihnin ne derece yabancılaştığını, İslami kesimin bile nasıl dünyevileştiğini Ayasofya örneğinde tecrübe ettik.
“Ne gereği vardı”, lafzının altında bu başarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazılmasının üzüntüsü var muhakkak; işte temel meselemiz de olayın kendisine, anlama odaklanmaktan çok başarının kime yazılacağının peşine düşmek, skor derdiyle aslolanı kaybetmekte yatıyor. Gündeme geldiğinden bu yana sürekli menfi gelişmelerle birlikte anıldı Ayasofya’nın açılması… Seçim için koz, gerekçesi devamlı tekrarlandı ama açıklanan tarihin seçime uzaklığı Ayasofya üzerindeki her tür angajmanı, kirletme çabasını, araçsallaştırma girişimini boşa düşürdü. Seçim malzemesine dönüşmeyeceğinin anlaşılması “üzüntü”yü artırdı, çünkü Cami’nin meşruiyetini daha da katladı. “Halk ekmeğe bakar Ayasofya’ya değil” argümanını sıralarken bunun muhalefetin işine yarayacağı halde niçin tasa edildiğini de açıklıyor, aslında kederlenme müzeden camiye çevirmenin doğrudan kendine… Büyük bir ekonomik kriz geleceği ön alındığı, bir darbe girişimi gerçekleşeceği bunun Ayasofya’ya bağlanacağı, iktidarın zayıflığı, özgüvensizliğini kapatmak için adım attığı, ruhban okulunun açılacağı gibi komploya da varan iddialar “Ayasofya olayı”nın mahiyetini anlamamanın da sonucu. Kabul etmek gerekir ki Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti’den doğan yeni partilerin hele ki Gelecek Partisi’nin “ideolojik zeminleri”ni ellerinden aldı. Bazıları “duygu politikası”nı hatırlatıp gençlik rüyalarının hayata geçirildiğini, bir anlamda ütopyanın gerçeklik sahasına indirildiğini belirtirken 70’lerde donan arkaik-radikal “bazı” İslamcıların “mühim olanın mekan değil Müslümanca düşünmeyi gerçekleştirmek” gibi klasik ezber ve hazır kalıp izahları piyasaya sürmeleri vaka-i adiyeden. Hele insansız, değersiz, ilkesiz bir devletçiliği neoliberal siyasallıkla bütünleştirenlerin “cami ile kilise birlikte açılsaydı” teklifi; dengeci, ABD-Rusya-AB ne der korkusunu rasyonellik diye pazarlayanların ipliğini de pazara çıkardı.
Post Kemalizm
Camiye dönüşme Kemalistlerin Türkiye’nin istikametine yerleştirdikleri Avrupa’yı, dünya sistemini mutlu etme tarzının, paradigmasının da son bulduğunu gösterir. Mecburiyetler dünya sistemi içinde kaçınılmaz ama “jest” bir siyaset tarzının, tercihin sonucu. Sol liberallerin, Türkiye’nin Batı ile ilişkileri kopardığı dahası sekülerizmden vazgeçtiği, sanki varmış ve aktifmiş gibi AB’den de facto ayrıldığı ithamları da kendi içinde derin çelişkiler içeriyor. Ayasofya’yı siyasetin gündeminden çıkarıp kültürün konusu yapmaya çalışanlar Batı’nın Türkiye’ye müdahilliği için gerekçe hazırlıyor, ihbarda ve çağrıda bulunuyor! Burada enteresan tutumlardan biri “ulusalcıların” müzeden ricat edişi desteklemeleri; üstelik sürecin “post kemalizm” gibi sunulmasına rağmen. Doğu Perinçek’in erken Kemalizmi “tarihselleştiren” açıklamaları hem Tek Parti’yi vazifesini başarıyla yerine getirdiği ve üst konuma yerleştirdiği hem tarihe gömdüğü için anlamlı.
Ayasofya’nın açılışı aynı zamanda yeni dönemin izlerini veren bir “olay”… buna “milli-yerli rejimin inşası” diyenler de post Kemalizmi kanıksamış görünüyor! Fakat Erdoğan muhaliflerinin de kabullendiği iki husus; darbe yapılsa bile bir daha kimsenin Ayasofya’yı müze ya da kiliseye çeviremeyeceği, hiçbir şey yapmasa bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’yı açan kişi payesini elde etmesi… artık yeni statükoyu belirledi!
Sistemdeki yarıkları kullanmak
Ayasofya küresel sistem tıkandığında, neoliberal ekonomi çıkmaza girdiğinde, kapitalizmin merkez ülkelerinin, AB’nin derin krizinde, irili ufaklı ülkelerin hepsinde sınır, güvenlik, çatışma, gelir kaybı gerçekleştiğinde en önemlisi de korona virüs salgını yüzünden devlet mekanizmalarının, toplumların, bireylerin buhranlar geçirdiği bir evrede camiye çevrildi. Burada belirtmek gerekir ki Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’ye gerçekleştirilen harekatlarda, Doğu Akdeniz’deki petrol aramalarında, Libya’daki müdahilliğinde olduğu gibi dünya sistemindeki “yarıkları” çok iyi değerlendirerek Ayasofya’yı camiye çevirdi.
Çin’in merkez ülkeler arasına katılması, ulus devletlerle küresel şirketlerin ve toplumların birbirine girmesi, dünyanın pek çok yerindeki sıcak çatışmaların bir türlü yerli yerine oturamaması, Arap Baharı sürecinin kapanmaması siyasi afazinin devamlılığı Ayasofya’nın ibadetin ötesinde siyasal meselelerde öncülük yapabileceği bir zemini kurmuş oldu. Dünya sistemi Hobbes’un sözüne geldi, “herkesin herkese karşı savaş”tığı, yeni birlikteliklerin, ayrılıkların, dengelerin, oligopollerin, üretim sahalarının, siyasi üslerin, soğuk ve sıcak çatışmaların eşiğindeki dünyada Ayasofya’nın kurduğu “tekinsiz denge” İmparatorluk döneminden gelen bilkuvve değerleri Türkiye’nin yeni küresel statükoda elini güçlendirecek.
Koronavirüs şimdilik meseleleri dondurucuya kaldırdı, akabinde Suriye, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Libya, Çin etkisi, Afrika’nın üretime katkısı ile çatışmalar yeniden alevlenecek, bu süreçte Türkiye’nin Ayasofya ile gösterdiği “tekinsiz bilinç ve irade beyanı” etkili olacak. Putin yeni anayasa ile ülkesinin “dağılma”sına yol veren hukuki kanalları kapattı; Türkiye gibi Rusya, ABD, İspanya, İtalya gibi ülkeler siyasi ve toplumsal bütünlük, beka kaygısı çekiyor. Rusya’nın yalnız askeri ve enerji sanayii ekonomisini zorlarken Merkel’in “Avrupa’nın tarihinin en zor döneminde bulunduğu” itirafı, ABD’nin Çin karşısında psikolojik bir çıkmaza girmesi yeni sistem arayışını tetikliyor. ABD, batı Avrupa ve Japonya’dan oluşan merkezde Çin’i kabullenmek zorunda Batı. Bu yarı çevreyi aşamayan Rusya’yı da tedirgin ediyor elbette. Bu amaçla Rusya-Fransa-Almanya arasında işbirliği “yeni Avrupa”yı yükseltmeye dönük işliyor. Şu anda Avrasya, potansiyel Avrupa ve ABD arasındaki dünya sistemi ana taşıyıcılarının sarsıntılara dayanıklılığını test ediyor; sistemin sağlığı için destek bloklarının dikilmesi gerekir. Bu da yarı çevrenin öncü ülkeleriyle mümkün. Çünkü artık Çin’e bağımlı bir küreselleşme sistemin beka korkusu haline geldi. Mutlaka yeni üretim üsleri, siyasal güç merkezleri de kurulması lazım. Türkiye bu bloklar arasındaki en iyi taşıyıcı konumunda; iki dünya savaşı sonrasında da komünist-Avrasya blokuyla Trans-Atlantik arasında tampon vazifesi görmüştü.
Medeniyet açığını kapatmak
Ayasofya gibi evrenselliğin, Katolik-Protestan ayrımının, ümmetin, İmparatorluğun-Roma-Osmanlı devir tesliminin simgesinin aslına döndürülmesi Türkiye’nin Avrasya ve Trans-Atlantik arasında denge ve tampon işlevinin ötesinde bilhassa İslam ülkelerinin merkezi hatta Afrika’nın anahtarı konumuna talib olduğunu irade etmiştir. Açıkçası Dünya Sisteminin Doğası kitabımdaki Osmanlı Hayaleti yazısında dile getirdiğim gibi dünya sisteminin Türkiye’yi daha fazla görme, öne çıkarma, bölgede İmparatorluk mekanizmasını işletmeye ihtiyacı var; Ayasofya’nın aslına rücu etmesi, dünyadan çelimsiz tepkilerin gelmesi bu durumun ikrarı mahiyetindedir. Türkiye bu boşluğu ve imkanı iyi değerlendirmek mecburiyetinde. Ayasofya’dan sonra yeni bir “hilafet tartışması” illa ki gündeme geleceği gibi, orta vadede dünya sisteminin siyasal yapısının da Türkiye merkezli bir hilafeti icbar edeceği muhakkak gözüküyor! Suud-Mısır hattındaki selefi yorumla Şii Hilali’nin İslam ülkelerini birbirine düşman eden tutumlarından arınmanın yolu Ayasofya’nın temsil ettiği Türkiye merkezli düşünmeden… İslam dışını “öteki” görmekten, gaza metodundan, öngörülmemeyi, sınırlandırılmaya karşı çıkmayı içeren tekinsizlikten geçer. Rusya gibi Türkiye bir yarı çevre ülke olarak belli başlı bazı meseleleri çözmesi gerekiyor. Öncelikle ekonomi… Devlet mekanizması neoliberal siyasallıktan sonra güçlense de ekonomi buna eşlik edemedi. Aynı zamanda neoliberal kültürün açtığı boşluklar, yeni kuşaklardaki zihniyet sendromları da ciddi bir sorun. Hem yarı merkez olarak verili çarklar içinde daha ötesine geçilemediğinden hem bizatihi sistemin kendisinin kötülüğü alternatifi zorluyor. Bu da yeni bir iktisadi, toplumsal, devlet anlayışının yerleştirilmesini gerektiriyor. Tekelci, faizci, rantçı kapitalist iktisadın yüz geri edilmesi, ekonomik doygunluk, kültürel özdekliğin-gündelik hayatın İslamiliğinin sağlanması, güçlü-varoluşa uygun tarım, çok çeşitli sanayi, nomos dışı LBGT gibi akımlara karşı iradeli, dirençli tutum, temsil-katılım-eşitlik-adalet merkezli yeni bir siyasal alan inşası, mimarlıktan çevreye kadar emsal teşkil edici modelleri hayata geçirebilmeliyiz. Ayasofya’nın aslına dönmesi yalnız post Kemalist evreyi değil Müslümanları da derleyip toparlayacak, yöneticilerle halk arasındaki farklılıklara seslenecek “medeniyet açığı”nı kapatmaya mündemiç adımların başlangıcı olabilir.