Türkiye Mısır’ı rakip değil stratejik ortak olarak görmektedir. Mısır’ın güçlenmesi, Türkiye’nin bölgedeki hareket alanını daraltmayacak bilakis yükünü hafifletecek ve ortak bölge vizyonunun hayata geçirilmesine katkı sunacaktır.
Doç. Dr. İBRAHİM KALIN/Başbakan Başmüşaviri
Başbakan Erdoğan’ın 17-18 Kasım 2012 tarihlerinde Mısır’a yaptığı ziyaret, Türkiye ile Mısır’ın modern tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. 10 bakan, 60 bürokrat, gazeteciler ve 200’den fazla iş adamıyla Mısır’a giden Erdoğan, imzalanan 27 anlaşma, 2 milyar dolarlık finans ve kredi anlaşması ve Kahire Üniversitesinden Mısır ve Arap kamuoyuna verdiği mesajlarıyla yeni dönemde Türkiye’nin Mısır’a atfedeceği özel önemi en üst düzeyde ifade etmiştir. Giderek ortak bir stratejik vizyonla hareket eden Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin güç ve derinlik kazanması, Ortadoğu’nun yeni tarihinde bir dönüm noktası olma potansiyelini haizdir. Güçlü bir Mısır, Türkiye’nin bölgesel ve küresel barış ve istikrar vizyonuyla uyum içerisindedir.
Reel-politik ve ideal-politik
Başbakan Erdoğan 2011’in başında Tahrir’in ‘özgürlük ve onur’ sesine kulak verip eski Mısır’ın Cumhurbaşkanı Mübarek’e ‘artık bırakıp gitme zamanı geldi’ dediğinde, Türkiye’de ve Batı’da pek çok kişi Başbakanın erken davrandığını, fazla risk aldığını, hatta kumar oynadığını düşünmüştü. Mübarek’in devrilmesinden sonra Eylül 2011’de Mısır’ı ziyaret eden Erdoğan, binlerce Mısırlı tarafından bir milli kahraman ve küresel lider gibi karşılandı. Kasım 2012’de de durum değişmedi. Erdoğan, Mısır Devriminin ‘Başını dik tut! Sen Mısırlısın!’ sloganını Kahire Üniversitesinde beş bin kişinin ve onlarca kameranın önünde tekrarladığında bunu sadece Kahire değil, Tunus, Libya, Yemen, Suriye ve bütün dünya duydu.
‘Realist analistler’ bu duygu selini bir ‘katarsis’ olarak görüp hafife alabilirler. Ama tarih stratejik hesapla hissin, akıl ile duygunun, realizm ile insani ideallerin, reel-politik ile ideal-politiğin buluşma noktasında hız kazanır, anlamlı hale gelir ve yeni ufuklara açılır. Ortadoğuda son bir kaç yıldır bu ‘uzun anı’ (long duree) yaşıyoruz. Zira devrimler devam ediyor. Diktatörleri tarihin çöp kutusuna gönderen halk ayaklanmalarının şimdi siyasi, ekonomik ve sosyal devrimlerle desteklenmesi ve tahkim edilmesi gerekiyor.
Mısır bu sürecin en can alıcı noktasında yer alıyor. Mısır’ın yeniden bölgesel bir güç haline gelmesi ve Ortadoğu siyasetine ağırlığını koyması, yeni Ortadoğu’nun siyasi mimarisini temelden şekillendirecek bir unsurdur. Mısır temasları sırasında da ifade edildiği gibi Türkiye, Mısır’ın yükselişini tereddütsüz desteklemektedir.
Zira Türkiye Mısır’ı bir rakip değil, stratejik bir ortak olarak görmektedir. Mısır’ın siyasi ve ekonomik yükselişi, Türkiye’nin bölgesel diplomasi, sürdürülebilir kalkınma, ekonomik entegrasyon ve toplumsal ve kültürel yakınlaşma vizyonuyla tam uyum içerisindedir. Mısır’ın güçlenmesi, iddiaların aksine, Türkiye’nin bölgedeki hareket alanını daraltmayacak; tam tersine Türkiye’nin yükünü hafifletecek ve ortak bölge vizyonunun hayata geçirilmesine esaslı bir katkı sunacaktır.
Yeni Mısır’ın ilk sınavı
Bunun somut ve sıcak örneklerinden birini, geçtiğimiz hafta Gazze’de ateşkesin sağlanması sürecinde gördük. 16 Kasım günü başlayan ve Mısır’ın öncülüğünde, ABD, ABD üzerinden İsrail, Türkiye, Katar, Hamas ve Arap Ligi arasında yürütülen yoğun diplomasi trafiği meyvesini verdi ve 21 Kasım 2012 günü ateşkes ilan edildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun öncülüğündeki Türk heyeti 5 gün boyunca Kahire’de kamp kurdu ve taraflarla an be an görüştü.
Bu müzakereler devam ederken hiç kimse ‘bu işin kredisi kime yazılacak?’ gibi küçük hesapların içinde olmadı. Gazze’de insanlar ölürken zihinlerdeki tek soru, İsrail’in gayr-ı meşru ve gayr-ı insani saldırılarını nasıl durduracağımız sorusuydu. Neticede İsrail’in ihlal ettiği ateşkes, daha önce Mısır’ın temin ettiği ateşkesti ve bu süreçte Mısır’ın öncü bir rol oynamasından daha doğal bir şey olamazdı.
Eski düzen ve yeni aktörler
Mısır’da halk iradesine dayalı meşru bir hükümetin işbaşına gelmesi, Ortadoğu’daki değişim sürecinin boyutlarını, fırsat ve meydan okumalarını çarpıcı
bir şekilde ortaya koyuyor. Eski düzenin ana omurgasını köklü bir şekilde değiştirmeden yeni aktörlerin kısa sürede mucizeler yaratmasını beklemek naiflik ve haksızlık olur. Yeni Mısır yönetiminin önünde büyük siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar var. Sadece Kahire’nin trafik, temizlik ve güvenlik sorununun çözülmesi bile yoğun ve sistemli bir çalışmayı gerektiriyor. Bunu başarmak bile Tahrir ruhunu yaşatmak için önem arz ediyor. Tabii ki bunlar aşılmayacak sorunlar değil. Türkiye mikro ve makro sorunların çözümünde Mısır’ın yanında olmaya devam edecek.
İkili ilişkilere anlam ve derinlik kazandıran asıl çerçeve, iki ülkenin paylaştığı ortak stratejik vizyondur.
Bu vizyonun ana unsurlarını şu başlıklar oluşturuyor: Halkın meşruiyetine dayalı bir siyasi düzen, demokratikleşme, şeffaflık, çoğulculuk, insan hakları, ifade, din ve vicdan özgürlüğü, hukuk devleti, adalet ve eşitlik, ekonomik kalkınma, adil paylaşım ve etkin dış politika. Tahrir Devriminin amacı sadece Mübarek’ten kurtulmak değil, bu ilkeleri hayata geçirmekti. Bu manada Mısır devriminin hala devam etmektedir.
Siyasi ve ekonomik düzenin temelini oluşturan bu ilkelere, ortak tarih ve coğrafya hafızasını ve medeniyet tasavvurunu eklemek gerekir. Türkiye ve Mısır milletlerinin ve bölge halklarının sahip olduğu müşterek tarihi ve kültürel değerler, bölgesel barış, refah ve istikrarın sağlanması için stratejik öneme sahiptir. Zira ruhsuz bir sosyo-politik düzenin uzun vadede kalıcı olması ve yaratıcı bir enerjiye dönüşmesi mümkün değildir.
Başbakan Erdoğan’ın Mısır ziyareti, bu ortak hafızayı ve kültür tasavvurunu tekrar gündeme getirdi. Ailesindeki Türk bağlarını gururla dile getiren Mısırlı devlet adamlarından esnafa, Mehmet Akif’in Fi-Şavi’deki hatıralarından Necip Mahfuz’a, Kahire’nin dört bir yanını bezeyen Osmanlı eserlerinden Ezher Üniversitesine ve ünlü Mısırlı kaarilere kadar her alanda karşımıza çıkan ‘karşılıklı duygudaşlık’, Türkiye ile Mısır’ın sahip olduğu bağların derinliğini ortaya koyuyor. Çeşitli sebeplerle küllenen bu ortak hafızayı canlandırmak, iki ülkenin ve bölgenin gelişmesine ve büyümesine önemli katkılar sunacaktır.
Avrupacılık ve Yeni Ortadoğu
Bazı iddiaların aksine bu ortak tarih ve medeniyet tasavvuru, bir ‘üçüncü dünyacılık’ değildir. Bu, Batı’ya, Asya’ya yahut Afrika’ya karşı yeni bir blok oluşturmak anlamına gelmez. Benim çeşitli vesilelerle dile getirdiğim Avrupa-merkezcilik eleştirisi, onun yerine bir Türkiye, İslam yahut Ortadoğu-merkezciliği ikame etmek hiç değildir. Bir başka ifadeyle Avrupa-merkezciliği eleştirmek ve alternatif modeller üzerinde düşünmek, Batı’ya düşmanlık beslemek değildir. Tersine, Avrupa-merkezci tarih, coğrafya, kültür, sanat, estetik ve küresel siyaset tasavvuru, Batı toplumlarının dünyanın diğer milletleriyle ilişkilerini normalleştirmesinin önündeki temel engellerden biridir. Türkiye’nin AB üyelik sürecinde karşılaştığı sorunlar ve bunlara getirdiği eleştirilerin temelinde de bu adalet ve eşitlik, kısacası normalleşme talebi yatıyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye AB’ye tam üyelik hedefinden vazgeçmiyor. Çünkü Mısır ile 27 anlaşma imzalamanın Kopenhag Kriterleriyle çelişmediğini biliyor.
Avrupa-merkezcilik eleştirisini kaba-saba bir Batı-karşıtlığı olarak görenler, bizzat Batının içinden gelen Avrupa-merkezcilik eleştirilerini anlamakta zorlanıyor ve çoğunlukla bunları görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Öykündükleri Avrupa’yı bile doğru dürüst takip etmiyorlar. Fakat sanırım ana sebep, zihinlerindeki biricik ve muhayyel Avrupa-Batı modelinin buhar olup uçmasından korkmaları. Çoğul modernite ve çok-boyutlu küreselleşme çağında dünyadaki ve Ortadoğu’daki gelişmeleri Avrupa-merkezci bir zaviyeden okuyarak hükümler vermek, en hafif ifadesiyle tarihin akışını ıskalamak demektir. Avrupa-merkezciliğin sınırlarını aşamayanlar ve bunu ham bir Batı-karşıtlığı zannedenler, Heidegger’in Batı felsefesi eleştirisini Derrida ve Habermas’ın modern Avrupa ve Amerika okumalarını; Foucault’nun, Chomsky’nin, Giddens’ın, Buruma’nın, Falk’ın, Dallmayr’ın, Walt’un ve onlarca batılı düşünür ve akademisyenin modern tarih, kültür ve siyaset eleştirilerini ne kadar okumuş ve anlamışlardır bilemiyorum. Lakin şu bir gerçek ki aydınlarımızın dünya tarihine farklı açılardan bakması sadece entellektüel bir zenginlik olmayacak aynı zamanda 21’inci yüzyıl dünyasının ve Ortadoğu’nun dinamiklerini doğru anlamalarını sağlayacaktır.
Türkiye, Mısır ve bölgesel düzen
Türkiye ve Mısır’ın ortak bir stratejik tasavvurla hareket etmesi, bölgesel ve küresel sorunların çözümü için önemli fırsatlar sunuyor. Fakat bunu yüzeysel bir tavırla bir Türkiye-Mısır ekseni olarak görüp yeni karşıtlıklar üretmeye çalışmak yanlıştır. Türkiye, Mısır, İran, Irak, Lübnan, Körfez ve Kuzey Afrika ülkeleri ortak bir vizyon ve iradeyle bölgesel işbirliğine, istikrara ve kalkınmaya çok önemli katkılar sunabilir. Suriye meselesi yüzünden bölge ülkeleriyle ters düşen İran, yapıcı ve kuşatıcı bir bölgesel düzenin parçası olmak durumundadır. Aynı şekilde Körfez ülkelerinin doğal kaynak zenginliği, bölgenin kalkınmasında önemli roller oynayabilir. Esad-sonrası inşa edilecek olan demokratik Suriye de bu bölgesel düzenin önemli bir aktörü olacaktır.
Irak ve Suriye bağlamında tehlikeli boyutlara ulaşan Sünni-Şii gerginliğinin aşılmasında Türkiye ve Mısır’ın sahip olduğu ortak vizyon İslam dünyası için tarihi bir fırsattır. Aynı şekilde Ortadoğu ve İslam ülkelerinde yaşayan gayr-ı Müslim toplulukların temel hak ve hürriyetlerinin güvence altında alınması da hayati önem arz etmektedir.
Türkiye ve Mısır’ın sahip olduğu siyasi ve kültürel birikim, jeo-stratejik konum, genç nüfus ve geniş işbirliği imkânları, yeni Ortadoğu’da kalıcı ve sürekli bir barış ve istikrar düzeninin kurulması için tarihi bir fırsattır. İki ülkenin siyasi liderliklerinin ve halklarının bu fırsatı değerlendirmek için harekete geçmiş olması bölge ve dünya barışı için sevindirici bir durumdur.