Türkiye niçin hedefte?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Karatay Üniversitesi
8.04.2017

Daha önce de pek çok olay yaşanmasına rağmen sanıyorum AK Parti iktidarı ile ilgili Batı/Hıristiyan dünyasının asıl kırılma yaşadığı an, tarih Gezi kalkışmasıdır. Kişisel olarak benim için de Gezi kalkışması, bu coğrafyadaki kadim sosyoloji için en çok kaygılandığım ve endişe duyduğum andı. Ülke hiç bu kadar kırılgan hale gelmemişti.


Türkiye niçin hedefte?

Gezi kalkışması, yerlilik ile Batılılık arasındaki mücadelenin müşahhas haliydi. Ulusal bir politika olmanın sınırlarını aşan Batılılaşma çabasının bir başka enstrümanla dayatılmasıydı. Her ne kadar “Diren Gezi” çapulcuların sloganı haline geldiyse de esasında direnen Anadolu oldu. Bir işgal girişimiydi ve milli irade ile savuşturuldu.

Ancak işin önemli olan bir başka boyutu gün yüzüne çıktı. Batılılaşmaya gayret ettiğiniz kadar eşitiz diyen müttefikler, ya da aynı güvenlik şemsiyesinin altındaki ortaklarımız, meğer Türkiye’nin zayıf bir anını kolluyormuş. Zira dost ve müttefik görünen aktörlerin, telafisi imkansız tahribat yapma imkanı eline geçtiği anda nasıl davranacaklarını faş eden tarihi bir ana tanıklık ettik. Belki de Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez ülkenin varlığını tamamen tehdit eden bir iç savaş senaryosu ile bu kadar yakından muhatap oldu Türkiye. Ve işte o zaman dost ve düşman net olarak ayrıştı. Bu dönemde Türkiye düşmanlığı, AK Parti muhalefeti maskesine dönüştü. Türkiye kindarlığı Recep Tayyip Erdoğan nefreti haline geldi.

İç ve dış pek çok aktörün aynı anda Türkiye’ye saldırması herhalde bir tesadüf değildir. Bu durum Türkiye’nin huysuzluğuna değil saldıranların bir ittifak oluşturduğuna işaret eder. Aynı zamanda bugüne kadar kendini gizlemiş olmalarına da. Zaten olayların seyrine kabaca bir göz attığımızda söz konusu ittifak, kendi varlığını açığa düşürme pahasına, kendi varlığı pahasına kendisini deşifre etmekten de çekinmedi. Taksim, AKM önündeki direklere asılan sembol/bezlerin çeşitliliğini hatırlayın.

Tıpkı 28 Şubat gibi

Bir husus daha var: Tüm bunlar yapılırken uzun süredir ellerinde bir dış politika imkanı olarak bulundurdukları ve sureti haktan görünmek için maske olarak kullandıkları o çok kıymetli “demokrasi”nin meşruiyetinin tartışılmasını da göze aldılar. Tıpkı 28 Şubat gibi, zaten Gezi kalkışması da uluslararası bir konsorsuyumun 28 Şubat’ıydı.

Sahiden onlar da bin yıl devam ettirmek istediler ve bir adım daha ileri gidip kimliği bizden ama aslı onlardan olan içimizdeki ajanlarını deşifre etme pahasına bir darbe planladılar.

Malum, 15 Temmuz saldırısı sadece bir darbe değildi. Darbe, iç savaş ve kaos durumunu içeren zincirleme bir işgal girişimiydi. Esasında FETÖ’nün darbe girişimi, Batı/Hıristiyan dünyasının bu toprakları açıktan işgal etmek için yürüttüğü fiili savaş ile başarısız olması halinde devreye soktukları ve kurguladıkları B planıydı. Normal harpte yenilen Batı’nın yürüttüğü bir gayri nizami harptir son zamanlardaki olaylar.

Ve bu durum belki de bizim tarihsel zaaflarımızdır. Namertlik veya namertlerle savaşmak mert insanlar için galiba çok zor.

Düşmanın bile mert olanına övgüler dizen bir sosyolojinin namert bir casus çetesi ile yüreklere su serpecek etkinlikte bir mücadele etmesi pek kolay değildir. Zaman alacak bir mücadele sürecine girmiş bulunmaktayız. Bu mücadelenin sonunda kutlu bir zaferin bizi beklediğinden hiç kuşku yok. Her halükarda kazançlı olacağımız bir kavganın içinde bulduk kendimizi. Hak ve batıl mücadelesi ebedidir.

Bugün gerek içerde gerekse de dışarda hem Türkiye’ye hem sayın Reisi Cumhurumuza ve hem de AK Parti iktidarına karşı özel olarak yürütülen kara propaganda ve biriktirilen kin ve öfkenin asıl nedeni herhalde dile getirildiği gibi ülkedeki “demokratik standartla” ilgili değildir. Zira Türkiye’deki demokratik standarda ve işleyişe itiraz eden ya da eleştiren aktörlerin (Batılıların) bu coğrafya için tahayyül ettikleri ya da önerip transfer ettikleri “demokratik sistemin” içerdiği uygulamanın ne olduğunu hep birlikte bizzat yaşayarak gördük.

Heybesine “demokrasi” koyduğunu iddia edip bu coğrafyaya refah ve özgürlük getirme iddiası ile gelenlerin çıkınlarından kan, göz yaşı ve kaos çıktı. Demokrasi götürme maskesi ile etrafımızdaki kaç ülkeyi işgal ettiklerinin canlı şahitleriyiz biz. O halde bizden de asıl beklenen demokratik işleyişe ilişkin bir standart ve uygulama değildir. Fiili işgalin yerine ikame edilen dönüşüm projesine giydirilmiş bir maske olarak günümüzde arz-ı endam eden Batı destekli bu demokrasi, artık işlevini yerine getiremeyecektir. Bu çifte standardı gün yüzüne çıkaran bir aktör olarak yeniden Batı ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız.

Düşman ittifakı

Bir proje olarak dayatılan sahte demokrasiden “sahici” olana geçişin baş aktörü olmaya başladığı andan itibaren Batı/Hıristiyan dünyası ile Recep Tayyip Erdoğan’nın kavgası başladı. Bu kavganın biteceğini de kimse hesap etmesin. Kavganın kadim bir hesaplaşmaya binaen yapıldığının en açık delili, tüm terör unurlarının söz konusu Türkiye olunca büyük bir ittifak içine girmesidir. Zaten “Haçlı Ordusu” ifadesi de özde düşman olanların ittifakı demektir. Birbirine düşman görünen, PKK, DEAŞ, DHKP-C, Esad ve FETÖ’nün Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklemek için nasıl bir ittifak kurduğunu ayrıca burada bir kez daha detaylandırmaya hacet yok. 7 Haziran öncesi Urfa-Suruç’ta DEAŞ’ın patlattığı bombanın siyasi rantını kemiren PKK, ardından DEAŞ’e bir jest olsun diye büyük illerde intihar saldırısı düzenledi. Ceylanpınar’daki polisleri şehit eden PKK’lılara içeriden mihmandarlık yapanların FETÖ üyesi polis kıyafetli teröristler olduğu biliniyor. Dahası, PKK’nın ve Batı’nın birlikte yürüttüğü “Türkiye DEAŞ’ı destekliyor” propagandasının sonucuna bakıldığında iki yönlü bir işlev yerine getirdiği görülmektedir. Bunlardan birisi kanlı çete PKK’yı meşrulaştırmak bir diğeri de vahşi bir çete olan DEAŞ üzerinden tarihin en makul İslam yorumu olan ehl-i sünneti dejenere etmektir. Her iki hedefin de nihayetinde ümmet fikrini zedelemek olduğunu söylemek malumun ilamı olur. Eğer DEAŞ canileri olmasaydı bir diğer kanlı çete olan PKK, Batılılar ve ABD tarafından bu kadar kolay bir şekilde bu coğrafyanın “makbul ve makul” bir aktörü haline getirilemezdi.

Bu iki aktörün birer koçbaşı olduklarının en açık delili ise söz konusu bu yapıların irtibatlı oldukları iddiasındaki konulara ve alanlara en büyük zararı vermiş olmalarıdır. Kürtlerin hukuku adına mücadele ettiğini iddia eden kanlı PKK çetesi kadar Kürtlere zarar veren başka bir organizasyon gelmedi. Hiç bir aktör veya güç, PKK kadar Kürtleri dejenere etmedi. Kürtlerin hakkını savunuyor iddiası ile onların kültürünü yok ettiler.

İnsanlığın en karanlık anlarında İslam bir nur olarak doğdu ve kendi çocuklarını diri diri toprağa gömen bir kavme insanlığın en şerefli işlerini yaptırdı. Tarihin tanıklık ettiği adil uygulamalar ile Müslümanlar dünyaya ezeli ve ebedi bir değer kattı. Müslümanların bunca zamandır biriktirdiği değerleri bir çete Müslümanlar adına birkaç yıl içinde yok etti. DEAŞ İslam adıyla İslam’a tarihin en büyük zararını verdi.

Ez cümle her iki yapının görüntüsünün arkasında başka aktörlerin güdümünde oldukları açıktır.

PKK veya DEAŞ, nasıl bir demokrasi açığından dolayı Türkiye’ye saldırmaktadır acaba?

Ya da kanlı katil çetesi PKK, Kürtlerin hangi hakkı ve kültürü için Türkiye’ye ve Barzani’ye silah doğrultmuştur?

Yani şimdi Barzani Kürtlerin hakkını yeteri kadar muhafaza edemediği için mi PKK ona karşı gayri nizami bir harp yürütmektedir? Tabii ki hayır. Bütün bunların tek bir amacı var, bir gelecek zaman aktörü olan Türkiye’yi bu coğrafyada ve dahi dünya siyasetinde devre dışı bırakmaktır. Biliyorum bugüne kadar Türkiye’nin önemine dair pek çok gereksiz hamaset cümleleri okumuşuz, okumuşsunuz. Ama şu an karşı karşıya olduğumuz durum sanıyorum bundan önce yapılan o propagandayı da içinde barındıryor. Hatta o propaganda bugün için söylenmiş gibidir. Saldırıları yutkunarak izlememiz istenmiştir belki de kim bilir?

İnsanlığın kayıp hafızası

Bütün bunları özetlediğimizde Türkiye iki nedenden dolayı hedeftedir. Bunlardan birincisi bugün dünyayı kuşatan tüm siyasi ve ideolojik beşeri sistemlerin karşılaşacakları varoluşsal krizleri açacak kilidin en önemli parçasının bu coğrafyada olmasıdır. Bizler, insanlığın kayıp hafızasıyız zira. Batılı ideolojilerden istihraç edilen siyasi sistemlerin tıkanma noktasına geldiği bir sır değil. Bu açmaz bir başka imkan (medeniyet/metodoloji) ile aşılabilir.

İkincisi de modern dünyada vahyin özüne sadık bir İslam anlayışına kaynaklık eden bir mirasın üzerinde oturuyor olmamızdır. Zira farklı kültürlerin birlikte yorumladığı bir İslami gelenek var bu ülkede. Pek çok kavmin birlikte inşa ettikleri bir İslam kültürü var elimizin altında. Bu iki hazine, bize Batılı paradigmanın dışında bir yolun ve bir bilginin var olduğunu göstermektedir ve bu hazinelerin anahtarı bizim topraklarda gizlidir.

Batı, tarihsel olarak daha önce yaptığı gibi karşılaştığı sorunları, kendini revize ederek aşmak yerine şimdi kendisine alternatif olabilecek her imkanı yok ederek aşmak istiyor. Barbarca bir iş ve sonu yoktur.

[email protected]