Türkiye Suriye ve Mısır’a neden bigane kalamaz?

Prof. Dr. Hüsamettin Arslan - Uludağ Üniversitesi Öğr. Üy.
21.09.2013

İmparatorluğun kaybı, tarihimizdeki en uzun ve en etkili kolektif travmadır. Muhafazakarlığımız bu kolektif travmadan doğmuştur. Türkiye’nin Muhafazakarları Ak Parti’yi geçmişlerini en iyi temsil eden parti olarak görüyorlar; ‘Yeni Osmanlıcılık’ suçlaması ancak gururlarını okşayabilir.


Türkiye Suriye ve Mısır’a neden bigane kalamaz?

İhvan-ı Müslimin’i hem Mısır’da, hem Tunus’ta, hem de Suriye’de öldürmek, boğmak ve yok etmek istiyorlar; çünkü günümüzde Ortadoğu coğrafyasında Batı (Anglo-Sakson emperyalizmi) ve Kuzey emperyalizmine (Rus Çarlığı, Sovyetler Birliği ve bugünkü Rusya ve elbette Çin) karşısında direnme potansiyeline sahip tek yaşayan politik damar İhvan hareketi. İhvan’ı Türkiye’de de yok etmek istediler, başaramadılar. Batı ve Kuzey emperyalizminin Türkiye’deki işbirlikçileri ve yegane “modernleşme” formunun emperyalizmlere ve Batılı yaşama tarzına “peki” diyerek kayıtsız şartsız boyun eğen çanak yalayıcıları İhvan’a her sempatik yaklaşımı “Yeni Osmanlıcılık”la itham ediyorlar. Sanki Osmanlı ülkesi bir başka ülke, sanki Osmanlılar biz değiliz. Sanki Osmanlı başka bir coğrafyada hüküm sürdü. “Bütün camileri yıksak, bütün Kuran’ları yaksak, yine de Osmanlıyız Osmanlı” (Cemil Meriç). 

Mustafa Kemal ve Mustafa Kemal kuşağı bir imparatorluğun üç kıtada nasıl çöktüğüne, bu çöküşün aktörleri olarak tanıklık etmişlerdi ve en azından üç kıta genişliğinde bir vizyona sahiplerdi. Bir ulus devlet kurmuş olsalar bile, vizyonları İmparatorluk vizyonuydu. Kurucu babalar imparatorluk vizyonuyla düşünüyorlardı; kurucu babaların varisleri kendilerini dar ulus devlet vizyonuna mahkum ettiler. (Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu ve diğer parti liderleri arasındaki fark, imparatorluk vizyonu ile ulus devlet vizyonu arasındaki fark olabilir. Kılıçdaroğlu Davutoğlu’nu bir iltifat olduğunu göremeyerek “Küçük Enver” olmakla suçluyor; Enver Paşa’yı kim zannediyor acaba! (Enver Paşa’nın “küçüğü” bile çok büyüktür). Fakat bu suçlamaya muhatap olanların, yani toplumlarının geçmişiyle barışık olanların bu suçlamayı bir “yergi” olarak değil, bir “iltifat” olarak anlayacakları ve anladıkları kuşku götürmez derecede açıktır. “Osmanlıcılık” retoriği ve suçlaması ulus devlet mantığının dar çelik parmaklıkları arkasında yaşayanların sefaletidir. 

Muhafazakarlık-Yeni Osmanlıcılık

Türkiye’de muhafazakarlığa motivasyonunu bahşeden şeyin, Osmanlı’nın Batılı (ekonomik, militer, kültürel, politik, teknolojik, bilimsel emperyalizm) ve Kuzeyli emperyalizmler  (militer ve politik emperyalizm) karşısındaki yenilgisi sonucu İmparatorluğun kaybı olduğunu göremiyorlar. İmparatorluğun kaybı, tarihimizdeki en uzun ve en etkili kolektif travmadır. Muhafazakarlığımız bu kolektif travmadan doğmuştur. Nitekim Türkiye’nin “Muhafazakarları” (Ak Parti’yi iktidara taşıyanlar) kendilerini Osmanlı’nın yeryüzündeki yegane varisleri olarak düşünüyorlar; Ak Parti’yi geçmişlerini en iyi temsil eden parti olarak görüyorlar; “Yeni Osmanlıcılık” suçlaması ancak gururlarını okşayabilir. İhvan-ı Müslimin’i Batılı ve Kuzeyli emperyalist güçlerle işbirliği yaparak yok etmek istiyorlar. Çünkü Ortadoğu’da Vehhabiliğin, Arap milliyetçiliğinin ve Baasçılığının bütün versiyonları Batılı ve Kuzeyli emperyalistlerle işbirliği yapmıştır; çünkü geleneğe tutunamayanların kaderi emperyal güçlere tutunmaktır.  Ortadoğu’da emperyal güçlere direnişin adı İhvan’dır;  Mısır’da ve Suriye’de İhvan, Tunus’ta Ennahda. (Süper güçlerin El Kaide’yi bahane ederek Esad rejimine neden “kerhen” karşı çıktığını böyle anlayabiliriz) Yeri gelmişken, Arap Baharı’nda (!) ve Gezi Parkı’nda harekete geçen yığınların aksine İhvan hareketi bir twit hareketi değildir; İhvan’ın direnişi bir twitmania değildir.  Bunu nasıl anlayabiliriz? Elbette geçmişe ve tarihe dönerek. Ve elbette Memlükler’e ve üçüncü köprü nedeniyle günlük politik tartışma gündemine getirilen Yavuz Sultan Selim’e dönerek. (Ve yine yeri gelmişken, kim İstanbul’da bir yapının adını Osmanlı sultanlarından daha fazla hak ediyor olabilir! Üçüncü köprüye bu ad verilirse Aleviler rencide olacakmış! Alili Aleviler (yani muhafazakar Aleviler) mi Alisiz Aleviler (laisist, Marxist, materyalist Aleviler) mi? Türkiye’de bir Aleviyi sadece kızlarının Sünni erkelerle evlenmesi incitmiştir; “halk” Aleviliği ve “Sünniliği” bu sorunu aşmıştır; Türkiye’de Alevi halkımızın mensupları gündelik hayatlarında her adımbaşı bir Yezit (!), bir Alevi düşmanı Sünni, bir Yavuz Sultan Selim mi görüyorlar? Yavuz Sultan Selim hayaletleriyle mi yaşıyorlar? Ayrıca, eğer Türkiye’nin tarihinde bir Alevi “kıyımı” var ise, bu Osmanlılar döneminde değil, Selçuklular döneminde Babai isyanları sırasında Alevi Türkmenlerin maruz kaldığı şeydir. Cumhuriyetimiz’in “Alevilik” meselesinde sütten çıkmış ak kaşık olmadığı da net. Hatta Osmanlı bu konuda Cumhuriyet’ten çok daha iyi durumdadır. Osmanlı İmparatorluğu, her gerçek imparatorluk gibi, politik geleneğimizde itidalin zirvesini temsil eder. Ak Parti iktidarı başka büyük yapılarımıza da Alevi geçmişimizden isimler koymalıdır; bu onun boynunun borcudur. Üçüncü köprüye Pir Sultan Abdal Köprüsü adını verseydik, “muhafazakar” bir “Gezi Parkı” gerçekleşir miydi; kesinlikle hayır. Bu Türkiye’nin muhafazakarlarını incitmezdi. Apaçıktır ve reddedilemezdir ki Osmanlı sadece Hanefi, Maliki, Şafii, sadece Hıristiyan Ortodoks değildir; Osmanlı aynı zamanda Alevidir (Alisiz Alevilik değil, Alili Alevilik). Osmanlı Cumhuriyetimizden daha Alevidir.  Yavuz Sultan Selim’i büyük yapan şeylerden biri şunu kendisine misyon edinmesiydi: Aden’de, Basra’da, Kızıldeniz’de ve Hint Okyanusu’nda zamanın Batılı güçlerini durdurmak; zamanın Şiiliğinin (zamanın Şiiliğini Türkler temsil ediyordu) Müslümanlığın kutsal mekanlarını ele geçirmesini engellemek. Devletler de toplumlar gibi stratejik geleneklerle yaşarlar; iktidarlar her istedikleri zamanda yönettikleri coğrafyanın stratejik geleneklerini kolayca terkedemezler; çünkü coğrafya ve bu coğrafyaya bağlı ilişkiler stratejik geleneğin buyruğunu politik torunlara dikte ederler. Sözün gelişi, Suriye’deki nüfusun tamamı Alevi ya da Hıristiyan ya da putperest olsaydı bile Türkiye Cumhuriyeti için Suriye ile ilgilenmek mukadder olurdu. Ve yine sözün gelişi, Türkiye on dokuzuncu yüzyılın başından beri, sorunlarının çözümünü güçsüzlüğü nedeniyle Batı ittifakında/Batıyla ittifakta aramıştır. Hangi iktidar ideolojik gerekçelerle bu stratejiyi değiştirebilir! 

Emperyalizme yerli direnç

Ortadoğu’da emperyal güçlere her başkaldırı ve direniş Yavuz Sultan Selim’in inşa ettiği politik ve stratejik paradigmanın (Şii yayılmacılığa ve Batılı emperyalizmlere direniş) mührünü taşır. Türkiye’nin İhvan’ı durumundaki Ak Parti ve seçmenlerinin Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını dizayn ederken, bilinçli ya da bilinçsiz yaptıkları şey bu paradigmaya başvurmaktır. Ortadoğu’da emperyalizme her direnişin adı Osmanlı’dır ve Yavuz Sultan Selim’dir. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren bu direniş bir başka kılıfla karşımıza çıkar: Anti-Siyonizm (Anti-Semitizm değil). Adeviyetül Rabia Anti-Siyonisttir. Mısır’da da, Suriye’de de, Tunus’ta da, Türkiye’de de Anti-Siyonisttir. Ortadoğu Siyonizmden (Antisemitizmden değil) muzdariptir; Siyonizm Ortadoğu’da emperyalizmin adıdır. Batı’nın süper güçleri İsrail devletinin varlığını teminat altına almanın en etkili ve en kalıcı yolunun, bahsi geçen ülkelerdeki İhvan hareketlerini yok etmek olduğunu çok iyi biliyorlar. Amerika’nın Ortadoğu projesi budur. Gezi Parkı’nda Ak Parti iktidarına savaş açanlar Siyonizmin ve Batılı ve Kuzeyli emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürüyor olabilirler; İran’ın Ortadoğu siyasetinin değirmenine su taşıyor olabilirler; fakat bilmelidirler ki Türkiye’de muhafazakarlığın “bam teli” budur; Taksim’de yaşama biçimlerine müdahale edildiğini söyleyenler, bir türlü istedikleri gibi olmayan, hatta kafalarındaki soyut ve muhayyel ve ideal halk imajına direnen halklarının bam teline bastıklarını biliyorlar mı acaba? Hem Gezi Parkı’nda olmak hem de İran’la ve Batılı emperyalist güçlerle aynı saflarda konuşlanmış olmak ne menem bir şeydir acaba? Sosyalist düşünürlerin emperyalizm ve “dünya sistemi” teorileri sıra Ortadoğu’ya gelince nasıl da buharlaşarak sırra kadem basıyorlar? Bu pencereden bakıldığında Gezi Parkı Türkiye’deki “İhvan-ı Müslimin”e karşı emperyalizmlerle işbirliğinin adı değil de nedir?  Türkiye neden Ortodoğu halklarına bigane kalamaz? Türkiye neden İhvan’a yapılan zulme bigane kalamaz?  Stratejik nedenler, Ak Parti’ye karşı olmanın emperyalizmlere karşı olmaktan daha önemli olduğunu düşünenler aksini düşünseler bile, tartışmaya yer bırakmayacak kadar reddedilemezdir. Fakat her şey stratejiden ibaret değildir. Etik nedenler stratejik nedenlerden çok daha önemlidir. “Suriye’de, Filistin’de, Mısır ve Tunus’ta ne işimiz var?” yaygarası toplumumuza ve onun geçmişine küfürdür. Irak’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Yemen’i ve Hicaz’ı, Mısır’ı, Fas’ı ve Tunus’u dört yüz sene biz temsil ettik; ve bütün bir Ortadoğu’yu dört yüz sene temsil ettikten sonra, dünyadaki iktidar hiyerarşisindeki yerimizi kaybettiğimiz için Batılı emperyalistlerin ellerine biz teslim ettik. Osmanlı İmparatorluğu’nun yegane ve tartışma götürmez varisi olarak Cumhuriyet devletimizin (Suriye’yi son terkeden Osmanlı Mustafa Kemal’di) ve toplumumuzun Ortadoğu halklarına behemehal ödemesi gereken bir etik borcu vardır. Etik stratejiden daha önemli olabilir. Sivas’ta, Roboski’de, Gezi Parkı olaylarında ölenler için timsah gözyaşları dökenlerin Mısır’da ve Suriye’de ölenler için hiçbir etik endişe taşımamasını anlamak zor değildir; emperyalizmin vicdanı yoktur; emperyalizmlerle işbirliği yapanların hiç olamaz. Çünkü onların mantığı bizim ölülerimiz-sizin ölüleriniz mantığıdır. Başbağlar, Çeçenistan,  Bosna ve Kosova konusunda da aynı tavrı benimsemişlerdi.  Benim kuşağım ve benden sonraki kuşaklar “insan hakları” jargonunu kelimenin en geniş anlamıyla “sol”dan öğrendiler; peki bu memleketlerin çocuklarına “insan hakları” fikrini öğretenler Mısır ve Suriye’deki katliamlar karşısında neden sokaklara dökülmemiştir. Eğer dökülselerdi, onlara her şeye rağmen inanmaya devam edebilirdik ve sesleri memleketimizin geniş popülasyonunda anlamlı bir yankı bulabilirdi. Ve çok daha önemlisi, yıllarca TC’nin Kürtleri yok etmek istediğini söyleyenler, eğer Mısır ve Suriye’deki katliamlar nedeniyle sokaklara dökülselerdi, onların Türkiye’nin Kürt halklarını çok sevdiklerine inanabilirdik.  Ve çok çok daha önemlisi, eğer Dersim katliamını ısrarla gündemde tutanlar Mısır ve Suriye’deki katliamlar nedeniyle sokaklara dökülselerdi, Dersimliler konusundaki samimiyetlerine inanabilirdik. Ve bütün bunlar Türkiye’deki farklı grupları birbirine yakınlaştırabilirdi. Unutmayalım ki en kalıcı yakınlık etik yakınlıktır. Kabul etmeliyiz ki, bu görüşler Türkiye’nin sağı için de öne sürülebilir. Buna bir itirazım yok. Fakat etik mücadele bir horoz dövüşü değildir;  bir sidik yarışı değildir. Türkiye’nin son zamanlardaki politik tutumu dolayısıyla yalnızlaştığını söylüyorlar. Bunu tartışmaya gerek yok; herkes yalnızdır ve kimse yalnız değildir. Yine de kabul. Eğer böyle ise bunun nedeni Dışişleri Bakanı değildir. Asıl mesele şudur: etik yalnızdır; vicdan yalnızdır; yalnızlık etik duruşu benimseyen vicdan sahiplerinin, etik duruşu benimseyen ülkelerin alın yazısıdır. Başka şeyler de var. “Türkiye dış politikada yalnızlaşıyor”; peki, tamam; fakat zirveler yalnızdır; zirvelere göz dikenler daha yalnızdır; “dünya beşten daha büyüktür” deklarasyonu zirveleri talep eden ülkelerin deklarasyonu olabilir. “Türkiye dış politikasında yalnızlaşıyor”; kabul,  fakatj eskiden yalnız değil miydi; dünya parlamentolarından Allah’ın her senesi “Ermeni sorunu” dolayısıyla “dayak” yerken yalnız değil miydi?

[email protected]