Türkiye Türklerinmiş meğer...

Ekin Gün - Yazar
11.04.2015

Geçenlerde internette gezinirken iki sene önce yayınlanan bir haber gözüme çarptı.


Türkiye Türklerinmiş meğer...
Geçenlerde internette gezinirken iki sene önce yayınlanan bir haber gözüme çarptı. Gazete manidar. Paralel yapıya hizmet eden ve Çözüm Süreci’ni baltalamaya çalışan bir gazete. Herhalde vakti zamanında Çözüm Süreci’nin altına sinsice dinamit yerleştirirken kamuflaj altında böyle bir haber yapma gereksinimi duymuşlar. Gazetenin adını zikretmeye gerek yok. Haberin içeriği ise önemli.
 
Tehdit dili
 
1998 yılından bu yana İngiliz Parlamentosu ve Kuzey İrlanda Parlamentosu’nda Sinn Fein hareketinde milletvekili olarak görev yapan, 2007 ila 2011 yılları arasında da Kuzey İrlanda Hükümeti’nde Bölgesel Kalkınma Bakanı olan Conor Terence Murphy şöyle diyor: “Birbirimize karşı en eleştirel olduğumuz ve en çok hayal kırıklığına uğradığımız dönemlerde dahi hemen savaşa döneriz ya da savaşı başlatırız demedik. Barış sürecine, kullandığımız dille de bağlı kalmaya çalıştık ve tehdit dili kullanmadık.”
 
Murphy’nin bu sözlerini okuyunca aklıma nedense birden Selahattin Demirtaş geliverdi. Çünkü Çözüm Süreci başladığından bu yana en fazla gösterilen örneklerin başında IRA - Sinn Fein durumu geliyor. Haliyle bu örnek yılların trendi. Lakin bu olayın güzergah olarak da farklılık göstermesi bir yana dursun Selahattin Demirtaş nezdinde de Murphy’nin bu söylediklerinin kıyaslanacak bir tarafı yok. Öyle ki bırakın Barış Görüşmesi için devlet ile İmralı arasında dokunan mekikler sırasındaki ifadelerini, geçtiğimiz günlerdeki Newroz Bayramı’nda bile Öcalan’ın silahları bırakın çağrısına Demirtaş’ın barışa karşı direnen sözleri damga vurmuştu. Barışın en zor anında Demirtaş’ın bu tarz söylemlerine alışmıştık ama barışın koşar adımlarla geldiği Newroz Bayramı’nda dahi Demirtaş’tan bu tarz söylemleri işitmek, karşılaştırdığımızda, Murphy’nin tehdit dilini kullanmamasıyla hiç uyuşan bir durum değil.
 
6-8 Ekim künyesinde
 
AK Parti hükümetinin son dönemdeki en başarılı politikalarından ikisi Kobani ve Şah Fırat Operasyonu’ydu. Cihangir’in çilingir sofralarından barışı getirecekler konuşadursun Kobani için kendini Kürt halkının siyasi lideri olarak sanan birinin Kürtleri sokağa dökmek için çağrı yapması ve bunun sonucunda da yaklaşık 50 kişinin hayatını kaybetmesi Selahattin Demirtaş’ın künyesinde hep yazan bir şey olacak. Tarihe, halkını sokaklara döken siyasi liderlerden biri olarak çoktan yazdırdı adını.
 
Selahattin Demirtaş işin aslı ilklerin adamı.  Geçtiğimiz günlerde Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’lı bir masadaydı. Sanırım, Hürriyet yazarları ile bu şekilde bir buluşma gerçekleştiren ilk Kürt lider. Demirtaş’ın barışa karşı direnen sözlerinin sonucunda Ahmet Kaya’yı sürgüne gönderenlerle aynı masada buluşması çok yadırganacak cinsten değil. Hele Kürt bir liderin “Türkiye Türklerindir” açılımı yapmasını da bu vesileyle kutlamak lazım belki. Cihangir’in arka sokaklarında solcuların bu devrimci hareketinden dolayı Demirtaş’la gurur duyduklarına da eminim.
 
Sivil olmak Genç Siviller’in Demirtaş’a hediye ettiği ‘Converse’e layık olmak demek aynı zamanda. Belki de sivil olmak 411, 367 rakamlarının mimarı Ertuğrul Özkök’le aynı masaya oturmamak demek. Yahut, teröristlerin başına silah dayadığı şehit savcı Mehmet Selim Kiraz’ın o fotoğrafını manşetten gören yayın grubunun mensuplarıyla aynı masada yemek yememek demek. Kısaca; sivil olmak Diyarbakır’ın sokaklarında poşu takarak dolaşıp akşamında da elit bir restoranda canti kıyafetlere bürünüp laflamak hiç değil.
 
Demirtaş’ın son hallerine baktığımızda, en büyük destekçisi Ahmet Altan’dır desek, herhalde yanlış olmaz. Hani şu, Taraf’ın genel yayın yönetmeniyken Demirtaş’ın haberlerine ambargo koyacağını söyleyip şimdilerde ise kovulduğu Türkiye Türklerindir gazetesine -kitabı çok satsın diye- oturduğu koltuktan kaykılarak viskiyle poz veren. Tabii ki, Türkiye’nin Halleri adlı köşesinden Erdoğan’ı Hitler’e benzeten (ne kadar yaratıcı, değil mi?) Murat Belge’yi de unutmamak gerek. Demirtaş’ın ‘hallerinden’ en iyi anlayacaklardan biridir Belge, muhtemelen.
 
Demirtaş ve liderlik
 
Siyasi lider, öyle, Meclis kürsüsünden - Kılıçdaroğlu’nu aratmayan bir performansla- sekiz kere “Seni başkan yaptırmayacağız...” diye bağırarak olunmuyor ne yazık ki. Ya da, siyasi lider, polis tomalarının tepesinden inmeyen -Hayko Bağdat’ın da içinde olduğu- 853 aydın imzası toplamakla da olunmuyor. Siyasi liderlik sorumluluk taşıyan bir vicdana sahip olmayı gerektiriyor. Bu da, sanırım, ciddi bir siyasi riski göze alarak insanları yaşatmayı amaçlayan Erdoğan’ı örnek almaktan geçiyor. Selahattin Demirtaş bir yandan “seni başkan yaptırmayacağız” diye bağıra dursun, ama bir yandan da bütün o altı boş nefretine rağmen hiç değilse biraz Erdoğan’ı örnek alsın. Alsın da tek bir cümleyle 50 kişinin canına mal olacak açıklamalar yapmaktan vazgeçecek bir sağduyuya sahip olsun.
 
HDP barajı geçer mi geçmez mi bilmek mümkün değil. Ama Selahattin Demirtaş’ın gittiği rotaya, yani yeni statükoculuğuna bakacak olursak bu pek mümkün görünmüyor. En azından Türkiye partisi olmak demek seçimlere tüm Türkiye’de girmek demek olmadığını, Türkiye Türklerindir yemeğinde kendisine eşlik eden BirGün gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Saruhan Oluç anlatsın ona. Hatta anlamazsa tüm Türkiye’den oy alan bir kitle partisinin eski milletvekili olan şimdi ise HDP’den milletvekili adayı gösterilen Dengir Mir Mehmet Fırat da kendisine yardım edebilir. Ertuğrul Kürkçü’yü kendisini hala Dev-Genç Lideri olarak gördüğü için hesaba katmıyorum.
 
HDP ve Türkiyelileşme
 
HDP’nin kurulma amacı, bir Türkiyelileşme projesiydi. Türkiyelileşme projesi oy toplamı %0.1’i geçmeyen sol partilerle birleşmek olsaydı aşkın ve devrimin partisi ÖDP bugün çoktan iktidar olurdu. Sanırım, Türkiyelileşme projesi, Türkiye’deki insanları kategorilere ayıran sınıfçılarla akşam yemeğinde buluşmakla olmuyor, Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı alçakça öldüren bir terör örgütüne karşı sesini çıkarmayan Cihangir mahallesi ile birleşmekle de olmuyor. Ne yazık ki -çoğu kimsenin adını bile bilmediği- minik sol partilerle birleşmekle de olmuyor. İşte, en fazla, başörtüsü karşıtı olan bir sol partinin eski genel başkanını Meclis’e sokuyorsunuz
 
Demirtaş “AK Parti kendi Kürdünü yaratıyor” safsatasını bırakıp Leyla Zana’yı, Altan Tan’ı, Şivan Perwer’i, Orhan Miroğlu’nu, Muhsin Kızılkaya’yı aforoz eden -ya da etmeye çalışan- partisine dönüp bakmalı ve bununla da yetinmeyip, Kürtlerin reform ve dönüştürücülüğünün artık çoktan gerisinde kalmış partisinin hesabını yapmalı. Mesele seçimlerde barajı geçmek değil, mesele, en azından, kof Ak Parti karşıtlığını ve yeni statükoculuğu bir kenara bırakıp kendi siyasi ağırlığını oluşturmak olmalı.
 
Bugün Türkiye’de bir dönüşüm yaşanıyor, görmemek mümkün değil. Bu dönüşüm Yeni Türkiye’yi de beraberinde getiriyor. 13 senede gelinen bu pozitif noktadan baktığımızda; reformları kanıksamış gibi gözüksek de, 13 sene öncesinde bugünün böyle olabileceğini tahmin etmek, zordu. Bu Yeni Türkiye’yi okuyamayanlar ve Eski Türkiye’nin dilini kullananlar ve bu dönüşümde halkın reformculuğunun gerisinde kalanlar tarihin sayfalarında kendilerine ufak bir yer bulmaktan öteye geçemeyecekler. Demirtaş’ın da Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nden sonraki ruh halinin bu yönde -eskiye doğru- olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olmaz.
 
Selahattin Demirtaş’ın ve Selahattin Demirtaş’a destek veren aydınların yıllardan beri söyledikleri IRA - Sinn Fein olayına müteakiben “Türkiye İrlandalılarındır” söylemi yerini bir yemek masasında Türkiye Türklerindir söylemine bırakıyorsa şayet, herkes hesapların iyi yapılmalı. Hal böyleyleyken barışa koşar adımlarla gittiğimiz şu dönemde bize de #dirençözümsüreci demekten başka bir şey düşmez sanırım.