Türkiye-Almanya ilişkileri hem çok iyi hem çok kötü

Bülent Güven / Siyaset Bilimci
29.07.2017

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi bir periferi ülkesi olarak gören Almanya ve diğer Batılı devletler, Türkiye’nin “oyun bozan” tavrından olağanüstü rahatsız. Türkiye bu yeni ve etkin konumundan dolayı kuşatmaya maruz kalmaya devam edecektir. Zor da olsa bu kuşatmayı aşmanın yollarından biri, Almanya gibi ülkelerde kamu diplomasisi yolu ile kendi lehine kamuoyu oluşturmaktır.


Türkiye-Almanya ilişkileri hem çok iyi hem çok kötü

Türkiye ve Almanya arasındaki ilişki çok girift ve ilginç bir ilişkidir. Objektif verilerden yola çıkarak değerlendirildiğinde, iki ülke arasındaki ilişki çok iyi olmak durumundadır, çünkü iki ülkeyi görünürde birbirine bağlayan birçok unsur ve ortak çıkar var. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 37 milyar Avro tutarında. Almanya 15.4 milyar Avro ile Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler arasında birinci sırada. Yine Almanya 21,9 milyar Avro ile Çin’den sonra Türkiye’ye en fazla ihracat yapan ikinci ülke konumunda. Türkiye’de yaklaşık 7 bin civarında Alman şirketinin yatırımı var ve bu şirketlerin Türkiye’de çalıştırdığı insan sayısı 140 binin üzerinde. Geçen yıl istisna tutulursa, Türkiye, Alman turistlerinin en çok gittiği ülkelerin başında geliyor. Ortalama her yıl Türkiye’ye 5 milyon Alman turist geliyor.

Ekonomik verilerin dışında Türkiye-Almanya arasındaki insani bağlar da çok güçlüdür. Almanya’da aralarında ben ve ailemin de bulunduğu 3 milyonu aşkın Türk kökenli insan yaşıyor. 100 binin üstünde Türk ve Alman arasında evlilik ve bu evliliklerden olan çocuklar var. İşin bu boyutu ile bakıldığı zaman bir Türk-Alman akrabalığı dahi söz konusu...

Ayrıca Türkler ile Almanlar arasında bir de tarihi kader ortaklığı var. Osmanlı İmparatorluğu Almanların baskısı ile girdiği I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olarak savaşta yenilenlerin safında yer alarak, Almanlar gibi imparatorluklarını kaybettiler. İki ülke de 1989’a kadar hinterlandını kaybetmiş iki devlet olarak, manevra alanları daralmış bir yapı içinde hareket etmek durumunda kaldı. 1989’dan, yani Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, Almanya özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlar, Türkiye ise Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar’da tekrar hareket alanına kavuştu. Bütün bu ortak noktalara rağmen, son yıllarda ve özelikle son günlerdeki Türk-Alman ilişkilerindeki gerginliği nasıl açıklamak gerekiyor?

Sondan başlarsak, geçen hafta Almanya’nın sosyal demokrat kökenli Dışişleri Bakanı ve Şansölye Merkel’in yardımcısı Sigmar Gabriel tatilini yarıda kesip, Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerini yeniden kurgulayacağını (Neuausrichtung) belirterek ve tehditler savurarak Türkiye’ye karşı alacağı ekonomik ve siyasi tedbirleri sıraladı. 

Bu tehdidine gerekçe olarak, kendini insan hakları girişimcisi olarak tanımlayan, daha önce Kenya, Angola, Mozambik, Nepal gibi ülkelerde ‘gönüllü’ olarak ‘insan hakları’ alanında projeler yürütmüş, Alman kökenli Peter Steudner’in İstanbul Büyükada’da Amnesty International’in Türkiye Direktörü Özlem Dalkıran, Helsinki Citizens Assembly’in kurucularından İlknur Üstün gibi sekiz aktiviste sivil direnişin nasıl organize edileceği konusunda seminer verirken, seminere katılanlar ile birlikte polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasını gösterdi.

 FETÖ’nün hamisi

Alman Dışişleri Bakanı Gabriel’in bu sert ve tehditkar açıklamalarından sonra, Almanya’da iç istihbaratın (Verfassungsschutz) başkanı Hans-Georg Maaßen’ın Alman medyasına Almanya’nın Türkiye’yi artık aynı zamanda bir rakip, hedef olarak gördüğünü belirten bir açıklaması yansıdı. Bu açıklamalara paralel olarak Die Zeit (No.30, 2017) gazetesinde Alman Dış İstihbaratı (BND) Başkanı Bruno Kahl’ın “Gülen hareketi“ ile ilgili bir açıklaması yayınlandı. Kahl’a göre “Gülen hareketi seküler ve dini eğitime katkı sunan sivil bir yapılanmadır”. Almanya aynı zamanda FETÖ okullarının özellikle Afrika gibi ülkelerde hamiliğini üstlenmiş durumda. FETÖ bu ülkelerdeki okulları Almanya’da Alman vatandaşı olan örgüt mensuplarının üstüne geçiriyor. Türkiye bu ülkelerdeki okulların kapatılması yönünde diplomatik baskı yapınca, Almanya Dışişleri Bakanlığı devreye girerek, okulların Alman vatandaşlarına ait olduğu, dolayısıyla kapatılmaması gerektiği yönünde baskı yapıyor.

Almanya Türkiye’ye karşı olan bu tutumunda bir adım daha ileri giderek, kendi Türkiye politikasını sadece Türkiye-Almanya arasındaki bir boyuttan AB boyutuna taşımak istiyor. Sorunu dönem dönem Türkiye ve AB üyesi Yunanistan arasındaki gibi ikili (bilateral) bir sorun olmaktan çıkartıp AB-Türkiye sorunu haline getirmek istiyor.

Alman hükümetinin bu aktüel tehdidinin dışında, 15 Temmuz darbe girişiminin baş müsebbibinin FETÖ olduğu İngiltere başta olmak üzere hemen bütün Batılı devletler ve  medyaları tarafından kabul görmüşken, FETÖ’ye bağlı Almanya’daki okulların mezuniyet törenlerine söz konusu okulların bulunduğu bölgelerin belediye başkanlarının katılıp, bunlarla ile ilgili övücü ifadeler kullanmaları da izaha muhtaç bir durumu ortaya çıkarıyor.

Ayrıca FETÖ’nün global faaliyetlerini yürütmek için Alman devletinin zımni desteği sayesinde burayı merkez seçtiği de malumun ilamı.

Sadece Almanya değil ABD ve pek çok Batılı ülkede Türkiye ve Erdoğan ile ilgili oluşturulan algı; Erdoğan’ın bir diktatör olduğu ve Türkiye’de insanların tekrar mutlu olmaları için onun mutlaka gitmesi gerektiği şeklinde. Sözde demokrasiden yana olan Almanya (demokratik seçimlerle başa gelmiş olmasına rağmen) “diktatörün gitmesine veya hizaya gelmesine” yardımcı olacak tüm kişi ve kurumlara destek veriyor.

Bu sadece Alman siyasetçileri ve medyasının oluşturduğu bir algı değil. Benzer algı başta ABD olmak üzere, Avusturya, Hollanda gibi başka Batı ülkelerinde de sistemli bir şekilde işleniyor.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in “Türkiye politikasını yeniden yapılandıracağız” (Neuausrichtung) sözlerinin arka planında muhtemelen Erdoğan’ın gitmesi veya hizaya getirilmesi sürecinin Türkiye’ye yapılacak ekonomik baskıyla hızlandırması amacı yatıyor.

Batılı ülkelerin etkili olmak veya sömürge yapmak istedikleri ülkelerde kendi emelleri için engel gördükleri liderleri medya kampanyalarıyla şeytanlaştırmaları ve bu vesileyle müdahaleleri için meşruiyet zemini oluşturmaları yeni bir durum da değil.

Bunun en bariz örneklerinden birini aktaralım. İngiltere, Mısır’ı sömürgeleştirmenin önünde engel gördüğü Mısır’ın önemli askeri komutanlarından ve daha sonra başbakan olan Ahmet Arabi el-Misri Paşa‘yı (1841–1911) şeytanlaştırarak kendi müdahalesi için zemin hazırlayıp Mısır’ı sömürge haline getirdi. İngiltere’ye göre Arabi Paşa’nın elinde tehlikeli silahlar vardı, bundan dolayı bölge ve Mısır halkı için çok tehlikeli biriydi.

Benzer bir durumu İran’ın seçilmiş başbakanı Muhammed Musaddık’ın 1953 yılında Amerikan–İngiliz ortak darbesiyle devrilmesinde gördük. Musaddık Batı medyasında insanlık için en büyük tehlike olarak sunuluyordu. Musaddık’ın gitmesi ile insanlığın kurtulacağı izlenimi oluşturuldu. Oysa Musaddık’ın gitmesini isteyen ABD ve İngiltere’nin asıl hedefi, yaşam ve düşünce tarzı ile seküler biri olan Musaddık’ın devletleştirdiği petrol kuyularının tekrar İngiliz ve Amerikan şirketlerinin eline geçmesi idi. Nitekim darbe sonrası bu isteklerini gerçekleştirdiler. Yakın dönemde aynı oyunu; Alman istihbaratı BND’nin ‘bulguları’ndan hareketle elinde kimyasal silah olduğu iddia edilen Irak’ın o dönemdeki Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in ABD’nin liderliğinde bir askeri koalisyon ile devrilmesinde gördük. Bu askeri müdahalenin Irak’ı getirdiği nokta ise herkesin malumu.

Bu tarihi bulgulardan hareket ederek, 2013’ten itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik karalama kampanyasında Mısır, İran, Irak ve bir kısım Latin Amerika ülkelerindeki liderlere yönelik başlatılan şeytanlaştırmanın izlerini görmek mümkün.

Temel sorun Ortadoğu

Burada sorulması gereken soru şu: 2012-2013 yılına kadar AK Parti hükümetlerine destek veren Batı ve Almanya ne oldu da bu desteğini çekti? Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye aleyhine kampanya yürütmekle kalmayıp Türkiye’de darbe teşebbüsünde bulunmuş insanlara kol kanat gerdi? Daha da ileri giderek PKK ile Irak’ta ve Suriye’de ittifak kurup, Türkiye’nin uyarısına rağmen onlara ağır silahlar verdi?

Bu sorunun birkaç cevabı olmakla birlikte temel sorunun, Ortadoğu’daki meselelere, ülkelere ve gruplara yaklaşımdaki farklılıktan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin Filistin’de Hamas’a, Mısır’da Müslüman Kardeşler’e, dönem dönem İran’a destek vermesi, Türkiye’nin artık hepsi çözülme (Failed States) sürecinde olan Irak, Suriye, Lübnan, hatta Yemen ve Suudi Arabistan gibi devletler ile yani bölge ile ilgili farklı tasavvuru olması doğal olarak Türkiye’yi Batı ile karşı karşıya getiriyor. Rusya ile Ukrayna’da soğuk savaşın içinde olan Almanya’nın Türkiye’nin son dönemde Rusya ile stratejik ilişkiler içine girmesinden rahatsız olması doğal.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi bir periferi ülkesi olarak gören Batılı devletler ve tabii bu arada Almanya, Türkiye’nin bu “oyun bozan” tavrından olağanüstü rahatsız. Söz dinlemeyen yeni Türkiye’nin tam rafine bir şekilde olmasa da Almanya’ya karşı elindeki bazı enstrümanları baskı unsuru olarak kullanması, Almanya nezdinde olağanüstü rahatsızlık oluşturuyor.

Türkiye’nin son yıllardaki yeni tavrının mimarı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan görüldüğü için, başta Almanya ve ABD olmak üzere Batılı ülkelerin hedefi haline gelmiş durumda. Özellikle Alman medyasındaki Tayyip Erdoğan takıntısı rasyonel sınırların çok ötesinde. 15 Temmuz darbesinden sonra Almanya’nın tirajı en yüksek dergilerinden birinde Türkiye’deki darbeyle ilgili haberinin başlığı “Erdoğan Darbesi” idi. Sanki Erdoğan darbeye maruz kalmamış da darbenin failiymiş gibi bir izlenimin oluşması amaçlanıyordu.

Gelinen noktada, mevcut Almanya-Türkiye ilişkilerinin uzun vadede sürdürülebilir bir durumda olmadığı aşikar. İlişkilerin bu noktaya gelmesinde yukarıda tasvir edilen nedenlerin dışında eylül ayında Almanya’da yapılacak seçimlerin de önemli bir etken olduğunu vurgulamak gerekiyor. Türkiye ve özellikle Erdoğan karşıtlığı son yıllardaki anti Erdoğan yayınlarından dolayı önemli bir seçmen kitlesine tekabül ediyor. Seçimden sonra Türkiye-Almanya ilişkilerinde duygusal gerginliğin gerilemesi mümkün, fakat yukarıda sıralanan yapısal problemler kalıcı.

Süreci doğru okumak 

Batılı devletler içinde Almanya, Türkiye hakkında en fazla bilgi birikimine sahip ülkelerin başında geliyor. Almanya’nın elinde Türkiye’nin sinir uçları diyebileceğimiz etnik ve mezhepsel sorunlar hakkında yeterli miktarda hem bilimsel, hem de istihbari bilgi bulunmaktadır. Almanya gerektiği durumda elindeki kozları son krizde de görüldüğü gibi Türkiye’ye karşı acımasız şekilde kullanacaktır.

Türkiye yeni konumundan dolayı kuşatmaya maruz kalmaya devam edecektir. Bu kuşatmayı aşmanın yollarından birisi, kuşatmanın geldiği ülkelerde kamu diplomasisi (Public Diplomacy) yolu ile kendi lehine kamuoyu oluşturmaktan geçiyor. Bunu klasik diplomatik kanalların dışında farklı enstrümanları devreye sokarak yapması gerekiyor.

Ayrıca hedefinde olduğu ülkelerde dış politikanın oluşumunda etkili olan düşünce kuruluşları, medya ve baskı gurupları arasındaki network’ü iyi anlamalı, bu network’e müdahil olabilecek duruma gelmelidir. Her şeyden önce dış politikada uzun vadede oyun kurucu olabilmek için, bilgi üreten kurumların gelişmesine katkı sunarak, uluslararası arenada elde ettiği bilgiyi değerlendirerek kendisini ilgilendiren konularda yorum üstünlüğü elde etmelidir.

Türkiye-Almanya ilişkileri iki ülke arasındaki bütün çekişmelere rağmen özel bir ilişkidir, Almanya’da eylül ayından yapılacak seçimlerden sonra Almanya’da yeni kurulacak hükümet ile birlikte ilişkilerde yeni bir sayfa açılmalıdır. Bu yeni açılacak sayfanın süreklilik elde edebilmesi için iki ülkenin de çıkarına olan konuların gündeme getirilmesi gerekmektedir.

[email protected]