Türkiye-Batı ilişkilerinin gemisi için yeni bir rota mümkün mü?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Nişantaşı Üniversitesi
6.02.2021

ABD'nin şimdilik sergilediği "test et, sert dil kullan, fazla kıpırdama" stratejine Ankara Brüksel'den daha hazırlıklı. Sonuçta hem Obama dönemi stratejik körlüğünü hem de Trump dönemi Kongre etkisi deneyimlerini gördü ve bu politikalara rağmen Suriye'den Libya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e alan kapatma kabiliyetleri için yer açtı.


Türkiye-Batı ilişkilerinin gemisi için yeni bir rota mümkün mü?

Türkiye ile Batı dünyasının ilişkileri sadece tek bir çerçeveden incelenemeyecek kadar çok boyutlu. Batı ile ilişkiler konusunda uzun bir geçmiş, bolca tecrübeye sahibiz. Süreç içerisinde Batı'nın da kendi bütünlüğünü koruyamadığını, iki Batılı merkezin, önce Washington ve Brüksel'in, sonra Brüksel ve Londra'nın çeşitli konularda ayrışıp, ilişkilerini tekrar tekrar tanımladıklarını da gördük. Dolayısıyla Türkiye-Batı ilişkileri için yeni bir rota belirlenmesi meselesinde Batılı taraf artık çok başlı, kendi rotaları konusunda da henüz anlaşmış değil.

Diplomasiye şans

Batı'daki bu çok başlılığa rağmen son günlerde Ankara ve Avrupa başkentleri arasında diplomasiye şans verilmesi ve yeni bir diyalog ortamı oluşması yönünde sinyaller alıyoruz. Ayrıca ABD'de yönetimin değişmiş olması, ikili ilişkilerin yeni gerçeklikler üzerinden yeniden tanımlanması için bir şans doğurdu. Bu çerçevede de haklı olarak, geçmişte özellikle Batılı aktörlerin yapmış olduğu hatalar dolayısıyla orası-burası hasar almış Türkiye-Batı ilişkilerinin gemisi için huzurlu yeni bir liman bulunur mu sorusu soruluyor. Bu sorunun muhtemel cevaplarına geçmeden önce, bugünün Batılı aktörleri ve Türkiye-Batı ilişkileriyle ilgili bazı tespitler yapmamız gerekiyor.

Zor sularda batmayan gemi

Gemi metaforunu devam ettirirsek; Türkiye ve Batılı aktörlerin stratejik pazarlık masası kurduğu bu gemi mütevazı boyutlarda, her limana yanaşabilecek, her rotaya oturtulabilecek bir gemi değil. Öncelikle, geminin devasa bir kargosu, kargosunda da NATO müttefikliği ve Türkiye'nin jeopolitik önemi var. 1990'lardan beri Türkiye'nin jeopolitik konumunun Soğuk Savaş sonrası Avrupa güvenliği ile ilişkisi bir klişe olarak tekrarlanıp durduğundan, bugün duyduğumuzda içi boş bir tanımlama gibi kulağa geliyor. Oysa bu klişe, reel politikanın soğuk bir gerçekliği. Batılı aktörlere yönelik bugün ortaya çıkan güvenlik risklerinin ve yeni ekonomik fırsatların olduğu coğrafya Türkiye'nin etkinliğinin ve etkisinin olduğu coğrafya.

Bahsettiğimiz sadece Türk boğazları ve Anadolu'nun stratejik derinliği değil. Türkiye, Karadeniz'den Körfez ve Afrika'ya kadar olan alandaki stratejik dengeleri etkileyebilen, güç aktarımını çeşitli şekillerde yapabilen bir aktör olduğunu gösterdi.

Dolayısıyla, eğer AB, Birleşik Krallık ve Avrupalılar ve elbette ABD, Trans-Atlantik güvenliğini yeniden tanımlayacak, NATO'yu daha işlevsel hale getireceklerse Türkiye'yi göz ardı edemezler. Girit'ten Irak ve Ürdün'e Türkiye'nin konumu ve gücüne alternatif arayışının vekalet savaşlarına ve kaypak ortak savunma sözlerine tosladığını, Türkiye'nin çevresinin sürekli silahlandırıldığı ama Ankara'nın aşılamadığını da biliyoruz. Bu aşamama hali sadece stratejik askeri meseleleri değil, enerji ilişkilerini de mülteci krizinin yönetilmesini de kapsıyor. O nedenle son 10 yılda Türkiye'yi dışlayarak çizilen tüm haritalara rağmen Avrupa enerji güvenliğinin bir ayağı Güney Gaz Koridoru, Avrupa sosyal güvenliğinin bir kolu Türkiye'nin Doğu Akdeniz mülteci kriziyle mücadele için Türkiye ve Suriye'de oluşturduğu kamplar ve o kampların güvenliğini sağlayan Türk askeri. Bu şu demek, bu ağır yükü ağırlayabilecek sakin bir liman bulmak belki zor ve Türkiye-Batı ilişkilerinin gemisi meşakkatli sularda yol almaya devam edecek ama bu geminin aldığı tüm darbelere, yüzdüğü tüm dalgalı denizlere rağmen batması da zor, hatta bu geminin kaybı Batılı aktörler tarafından göze alınabilir değil. Son dönemde çeşitli Avrupalı aktörler tarafından, en önemlisi de AB'nin lokomotif ülkeleri kabul edilen Fransa ve Almanya tarafından dillendirilen,"Türkiye ile yeniden diyalog kurulmalı, yaptırım tehdidinden başka yollar bulunmalı mesajı" söz konusu Türkiye olduğunda Batılı aktörlerin sınırları konusunda bize ipucu veriyor.

Gergin AB-Türkiye ilişkileri

Son yıllarda AB-Türkiye arasında gerginleşen ilişkinin bazı temel sebepleri var. İlk sebep aslında AB'nin kendi içerisinde yaşadığı sorunun bir uzantısı. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa, Birlik politikalarını ve kimliğini derinleştirirken, AB sınırlarını genişletirken bu derinleşme ve genişlemeyi rayına oturtacak stratejik kapasiteyi de inşa etmeyi amaçlamıştı. Ancak 1990'lardan bugüne AB'li ülkeler çeşitli nedenlerle (ekonomik konformizm, Batı-Doğu, Kuzey-Güney Avrupa arasındaki farklar, bürokratik körlük, Avrupa değerleri konusunda muhafazakâr inatçılık, karşı karşıya oldukları risk ve tehditlerin giderek daha maliyetli hale gelmesi, AB'ye Avrupalıların duyduğu güven bunalımı nedeniyle ulusal kapasite inşasına öncelik verilmesi vb) bu stratejik kapasiteyi elde etmeyi başaramadılar. Stratejik otonomi yani AB'nin tam bağımsız bir güvenlik politikası izleme yeteneği oluşturması fikri, bu yüzden, yarı-kutsal bir hayal olarak kaldı. AB'nin yeterince askeri ve parası olmadığını gören bazı AB ülkeleri de ulusal kapasitelerini kullanabilecekleri yeni oyun sahaları bulmaya çalıştılar.

AB trenini terk ederek gözünü eski şanlı günlerin onuruna Hint Okyanusuna diken İngiltere'nin aksine Fransa, İtalya, İspanya gibi aktörler güneye Akdeniz'e ve Afrika-Ortadoğu hattına bakmaya başladılar. GKRY ve Yunanistan'ın AB üyesi olması ve maksimalist politikalar benimsemeye meyilli oluşları, Trump döneminde İsrail odaklı Akdeniz projelerinin ABD'den önce dolaylı sonra doğrudan destek alması, bölgedeki Arap devletlerinin bölünüp parçalanması bu süreçte kimi Avrupalı aktörlerin de iştahını kabarttı. 2004'ten beri bölgedeki statükoyu Türkiye ve KKTC'yi dışlayarak kurmak yönünde Sevilla Haritası, East-Med projesi gibi planlar da bulunduğundan Fransa, Yunanistan ve GKRY tarafından sömürülen Doğu Akdeniz'i AB altında arka bahçe haline getirme hayalleri Türkiye ve KKTC'nin ötekileştirilmesini ve ötelenmesini kapsar hale geldi. Bu hayalleri Türkiye çeşitli enstrümanlarla bozduğunda hem Doğu Akdeniz'de yeni bir kazanç alanı yaratmak için "büyük projeler" geliştirmeye çalışan İtalya ve İspanya gibi aktörler Fransa, Yunanistan ve GKRY ile arasına mesafe koydular hem de Türkiye ile farklı kazançlı işbirlikleri geliştirme aşamasında olan Malta, Bulgaristan, Macaristan gibi ülkeler ötekileştirme fikrine karşı tavır almaya başladı. Sonuç, bizi Aralık 2020 AB Zirvesinde alınan kararlara getirdi.

Zirvenin bıraktığı üç sorun

Doğu Akdeniz konusunda yükselen tansiyonun yönetilmesi için alınan kararlar Türkiye'nin kaybedilmesiyle ilgili maliyetin üstlenilmek istenmediğini gösteriyordu. Beklendiği üzere AB, Türkiye ile ilişkilerini yüklediği gemiyi batırmayı göze alamamıştı. Ancak daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi bu karar AB açısından sınırlarını belirtmekle beraber üç yönden sorunluydu. İlk sorun, "yaptırımlarla" ilgili kararların Mart ayında gerçekleşecek zirveye ötelenmesiydi ki, yaptırımların bir anlamda Demokles'in kılıcına dönüştürülmesini ifade ediyordu. Bu da Türkiye ile yapıcı diyaloğun kurulması konusunda güven artırıcı önlemlerle işe başlanmasını zorlu hale getiriyordu. İkinci sorun, Doğu Akdeniz'deki meselelerle AB'nin ilgilenme kararının ifade edilmesiydi. AB'nin bu meselelerle ilgilenmesi sonuçları açısından İrini Operasyonu'ndaki gibi bölgeyi istikrarsızlaştırıcı bir etki yaratıyordu. AB'nin askeri yeteneklerinin sınırlı olması, Türkiye ile diyaloğunun da kapalı olduğu dönemde istikrarsızlığı kullanan maksimalist ve revizyonist aktörleri cesaretlendiriyordu. Üçüncü sorun aslında AB'nin kendi yetersizliklerinin farkında olarak zorunlu bir biçimde ABD'nin Akdeniz politikalarından medet umması idi.

Olumlu sinyaller

Bu üç sorunla girdiğimiz 2021'de her üç sorun konusunda da bazı ilerlemelerin gerçekleştiğini gördüğümüz bir noktaya geldik. Örneğin Ocak ayının sonunda bir araya gelen AB Dış İşleri Bakanları, Aralık Zirvesinde Türkiye'ye karşı kararlaştırılan ek yaptırımları rafa kaldırmaya karar verdiklerini açıkladılar. Almanya Dış İşleri Bakanı Maas, kararı duyururken Türkiye-AB ilişkilerinde olumlu adımları yaptırımlarla gölgelemek istemediklerinin altını çizdi. Hem Yunanistan'ın Türk-Alman savunma sanayi ticaretine karışma arzusunun Almanya tarafından bertaraf edilmesi, hem Kramp-Karrenbauer ile Akar'ın görüşmesinde savunma sanayi ve askeri ilişkilerin geleceği konusunda olumlu mesajların verilmesi Berlin'in Macron'un "Dear Erdoğan" mektubuyla açmaya çalıştığı yolda çok daha hızlı ilerlediği gösteriyor. Avrupalılar, Yunanistan ile yeniden başlayan istikşafı görüşmeleri güven artırıcı bir önlem olarak bekleyip durdukları jest olarak görmüş olmalılar ki hem von der Leyen hem de Borrell Türkiye ile yapıcı diyalog kurma kararlılığında olduklarını duyurdular.

Türkiye'nin AB ile yapıcı diyalog için bazı somut beklentileri de olduğu muhakkak. Zaten bu beklentileri Sayın Erdoğan, von der Leyen ve Borrell ile gerçekleştirdiği görüşmelerde de dillendirmiş durumda. Ankara, Gümrük Birliği'nin güncellenmesini, Türk vatandaşlarına vize serbestisi sağlanmasını, üyelik müzakerelerinde adım atılarak karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesini, istişare mekanizmalarının işletilmesini ve en önemlisi müzakere sürecindeki aday ülke olan Türkiye'ye yönelik dışlayıcı, ayrımcı eylem ve söylemlere son verilmesini bekliyor. Bu beklentilerin AB tarafından gerçekleştirilebilir olup olmadığı da yakın geçmişte GKRY başta olmak üzere bazı AB üyesi ülkelerin olumsuz tavrı nedeniyle sorgulanıyor. Ayrıca Doğu Akdeniz meselesinin Türkiye açısından bir egemenlik meselesi olarak ele alındığı da muhakkak. Dolayısıyla AB, özel ilgi alanı olarak ilan ettiği Doğu Akdeniz'de Türkiye ile diyalog kurmak konusunda ne kadar samimi sorusu sıklıkla soruluyor ve AB bürokrasisinden gelen olumlu sinyaller kamuoyunda kimi zaman "bir zaman kazanma taktiği" olarak değerlendiriliyor. Oysa, AB'nin ihtiyacı olan zamanın bu taktiksel manevralar ile elde edilemeyecek uzunlukta olduğunu söylememiz lazım. Dolayısıyla AB'nin isteklerinden çok stratejik zorunluluklarının ittiği bir "Türkiye ile yeniden ilişki kurma" taktiğini görüyoruz. Almanya gibi aktörler de bu taktiği fırsata çevirerek hem iki taraf için "zor konular" olarak tanımlanan meselelerde AB adına inisiyatif kapma hem de Türkiye ile diyalog üzerinden AB'nin görünürlüğünü artırmak peşinde. Üstelik böylece AB Türkiye ile zaten işbirliği yapmak zorunda olduğu "terörle mücadele, enerji güvenliği ve mülteci sorunu" meselesini daha maliyetsiz ve daha az riskli hale getirebilir.

Biden dönemi belirsizlikleri

AB ve Avrupalı aktörleri Türkiye konusunda stratejik zorunluluklarını görmeye iten temel mesele ise ABD-AB ilişkilerinin geleceğiyle ilgili duyulan kaygı oldu. Bilindiği gibi Trump'ın başkanlığını kutlamaya hazırlayan "yeni Avrupa'nın" başkentlerinin aksine AB'nin eski lokomotif ülkeleri Biden yönetimini Trans-Atlantik ilişkilerin canlanması için bir şans olarak görüyorlardı. Bu noktada Trump dönemi zorlukların kaynağı olarak nitelenebilecek iki Amerikan eğiliminde değişim bekliyorlardı.

İlk eğilim ABD'nin "tahmin edilmez" , "sürprizlerle dolu" gündemini daha kurumsal ve kurallı dolayısıyla daha tahmin edilir bir gündem ile değiştirmesiydi. Bu noktada Biden ve dış politika ekibinin ilk günleri Avrupalı aktörleri tatmin ekmekten uzak bir çizgi izledi. Biden yönetiminin en önem verdiği "İran Nükleer Anlaşması" meselesinde dahi ABD'nin dış politika mimarları farklı farklı açıklamalarda bulunmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla ABD'nin Avrupalı müttefiklerine bu süreçte nasıl bir rol biçeceği de henüz belirlenmedi. ABD'den gelen farklı açıklamalar sadece İran Nükleer Anlaşması ile sınırlı değil. Kuzey Akım II'den AB-Çin ticaret ilişkilerine kadar pek çok meselede ABD sert bir tür çevreleme-cezalandırma açıklamasından sonra farklı bir "istisna tanıma-diyalog kurma" açıklaması yapıyor. Avrupalı aktörler de doğal olarak iki soru soruyorlar: 1)- ABD dış politika hedefleri (başta da Rusya ve Çin politikası) konusunda net değil mi? 2)- ABD diğer aktörlerin tutumlarını test ettiği bir maliyet kontrol çizelgesi mi oluşturmaya çalışıyor? Bu iki soru, ABD gerçekten sahalara dönme niyetinde mi sorusunun sorulmasına da meydan veriyor. Ki bu konuda kafalar karıştıkça yeterli askeri ve ekonomik kabiliyete sahip olmadığı için ABD'nin peşine takılma senaryosunu ciddi ciddi düşünen Brüksel çevredeki caydırıcı kuvvete haiz Ankara gibi diğer aktörlerle ilişkileri daha yumuşak bir zemine taşımaya çalışıyor.

ABD'nin çıkmazları

Avrupalıların değişmesini umduğu ikinci eğilim, ABD'nin Trump döneminde sergilediği milliyetçi, içe dönük politikanın Trans-Atlantik kurumlar ve ortak Batı evi lehine değişmesiydi. Nitekim Paris İklim Anlaşması için imzalar atıldı ve Kerry ile Stoltenberg karşılıklı gayet kibar açıklamalar yaptılar. Ama bu steril medeniyet gösterisi ABD'nin içinde bulunduğu çıkmazları Avrupalılara unutturamadı. Trumpizm hala Cumhuriyetçi partide etkili, Biden yönetiminin karşı karşıya kaldığı koronavirüs krizi sanıldığından daha ciddi, aşı krizi ile küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaşadığı darboğaz aşılamıyor. Ve tüm bu sarmalda Biden'ın başkanlığının değil ilk 100 günü, ilk senesini ABD içerisindeki sorunların halledilmesine harcayacağı tahmin ediliyor. Bu doğrultuda ilk işaret de insan hakları, yeşil hakları, serbest seçimler gibi söylemlere hiç başvurmadan Biden yönetiminin koşa koşa Putin ile anlaşarak Yeni Start Anlaşmasının uzatılması kararını imzalaması oldu. Açıkçası silahlanma kartını oynayarak Rusya'yı köşeye sıkıştırma taktiğini bile zorlamayan bir yönetim olarak işe başladı Biden Yönetimi. Sonuçta silahsızlanmanın geleceği adına atılmış bu minik adımdan Avrupalılar memnun olsalar da, Biden'ın "ABD geri dönüyor" sloganının özde değil sözde kalma şansının hatırlanması Brüksel'i çevresiyle daha dikkatli ilişkilere girmeye zorluyor, daha da zorlayacak.

Ankara hazırlıklı

ABD'nin şimdilik sergilediği "test et, sert dil kullan, fazla kıpırdama" stratejine Ankara Brüksel'den daha hazırlıklı. Sonuçta hem Obama dönemi stratejik körlüğünü hem de Trump dönemi Kongre etkisi deneyimlerini gördü ve bu politikalara rağmen Suriye'den Libya'ya, Karadeniz'den Akdeniz'e alan kapatma kabiliyetleri için yer açtı. Bu bağlamda sınırlarının test edilmesine çok daha hazırlıklı bir Türkiye var Biden yönetiminin karşısında. Son günlerde Blinken'in talihsiz "sözde müttefik" açıklamasından başlayarak duyduğumuz çok akıllıca olmayan Ankara'yı sınama ifadelerine Türkiye'nin soğukkanlılıkla yaklaşması da iki nedenden kaynaklanıyor: Öncelikle Ankara ABD siyasetinin kötü yüzü konusunda hazırlıklı, Ankara'ya yönelik ötekileştirici politikaları caydırmaya muktedir bir Türkiye var. İkinci olarak, Türkiye-ABD ilişkilerinin masaya yatırıldığı güverte çok su alsa da herkes biliyor ki bu gemi yeni liman ve yeni rota olmasa da yüzecek. Zira Türkiye'nin sert güvenlik sorunlarıyla baş etme gücü, ABD'nin de Amerikan LNG'sini satın alan, koronavirüs diplomasisini başarıyla uygulayan, üstüne üstlük gerektiğinde Rusya ile iş yapabilen Türkiye ile işbirliğine çok ihtiyacı var.

[email protected]