Türkiye’de aşırı muhaliflik: Bir psiko-sosyal vaka

Taceddin Ural / Gazeteci-Yazar
3.06.2017

Giderek yaygınlığını, etkisini artıran tabir-i caizse “ağzı bozuk muhalefet”, bir toplumsal gerilim hattı olmaya aday. Demokrasilerin olmazsa olmazı muhalefeti fevkalade yanlış anlayan bu kesim; galiz küfürler, karakter suikastleri, bitmek tükenmek bilmez yalanlar eşliğinde demokratik rekabeti zehirliyor.


Türkiye’de aşırı muhaliflik: Bir psiko-sosyal vaka

Son yıllarda, siyasî duruşunu “takım tutar gibi”nin de ötesine taşıyan bir kesim belirdi. Özellikle sosyal medyada; kelimenin tam anlamıyla “akla ziyan” paylaşımlarla kendisini gösteren bu tutum, her halükârda siyasî iktidara itirazla hem de çok güçlü bir tondaki itirazla öne çıkıyor. Bu itirazda; gerçeklik, mantık, tutarlılık, insaf, nezaket olması gerekmiyor. Yeter ki, “vurucu” olsun, takipçilerden “aferin” alsın, o paylaşımı gören başka muhaliflerin de “yüreği soğusun”. Sonuçta, bazen bir twitle, bazen bir fb ya da instagram paylaşımıyla var olan bu tarz muhalefet, sosyal medyanın kendini çoğaltan pratiği gereği, bir anda binlerin, yüzbinlerin gündemi olabiliyor, “retweet”lenerek, “beğen”ilerek yeni tasdikçilerini, destekçilerini üretebiliyor.

Ağzı bozuk muhalefet

Bu “muhalefet havzası”nda neler yok ki! Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak ailesi, yönetimdeki sair yetkililer, mevcut iktidara yakın durduğu varsayılan aydınlar, gazeteciler, TV yorumcuları, sanatçılara en ağır hakaretler… Çoğu seküler olduğunu iddia etse de, kadim ve aşkın alana giren tutumlarla beddualar… Bol bol - Gezi Kalkışması’nda sıkça görüldüğü üzere - “photoshoplu yalanlar”dan hareketle toplumsal bir tepki devşirme beklentisi… Çıkmamış ve asla çıkmayacak olan kanunlardan, yönetmeliklerden söz edip, devleti, hükümeti kimbilir kaçıncı kez şeytanlaştırma… Fütursuzca, açık açık terör örgütlerine destek verme… “Kitsch”i özgün, hakareti “muziplik”, dümdüz küfrü “dobralık”, ergen işi bile olmayan sakillikleri “zekice” sayma… Hepsi, her gün sosyal medyada karşımıza çıkıyor, sonrasında da sıklıkla muhalif medyada kendisine yer bulabiliyor. Bir bakıyorsunuz; bir deli saçması, ya bir TV’nin ana haber bülteninde ya bir gazetenin manşetinde ya da bir köşe yazısında yeni çoğaltımlara, dolayısıyla yeni nefret üretimleri zemin hazırlıyor. Başka bir yaygınlaştırma yöntemi de, muhalif siyasileri kullanarak oluyor. Böylece berbat bir kısır döngü ortaya çıkıyor. Siyasetçinin o açıklaması haber oluyor, sözler “caps” yapılıyor, dolaşım tekrar başlıyor. İşler iyice çığırından çıkıyor.   

 Peki neden böyle oluyor? 12 Eylül öncesinin o tek bir 24 saatte 10-15 canın yittiği berbat günlerde bile akla gelmemiş bu “densiz muhalefet”, bugün neden revaçta?  Toplumsal sinirlerin alabildiğine gerildiği 28 Şubat günlerinde bile neden böyle “edepsiz muhalefet” görmedik de, bugün görüyoruz?  Kitleler Psikolojisi’nde Gustave Le Bon, Kitle Psikolojisi’nde Sigmund Freud ve Kesin İnançlılar’da Eric Hoffer, bu işlere kafa yoran isimlerden. Anlattıkları, hele de en çok Hoffer’ın dedikleri; bugün, bizdeki o “malum muhalefet” tarzını çözümlemeye yarayacak türden. Bu üç isim de öncelikle şunda mutabık: Geniş kitleler rasyonel tutumlar sergiler, istikrarın yanında yer alır, onu korumaya özen gösterir. Fakat her toplumda, her zaman memnuniyetsizler vardır. Bunlar, sayıca az olsalar bile oldukça fazla gürültü çıkartırlar. Çoğunda da, kişisel eksikliklerini kalabalıklar içinde yok etme arayışı vardır. Mevcut sistemin işleyiş süresinin uzaması da, bu kesimi rahatsız eder. İktidarın iş başında kalma müddeti arttıkça, bu kesimler ümitsizliğe kapılır ve “Bunlar bir türlü gitmeyecek” kabulüyle “huysuzluklarını” artırırlar.

Doğuştan memnuniyetsiz

Gustave Le Bon ve ağırlıklı olarak onun görüşlerini tahlil eden Sigmund Freud, bu tür muhalif kitleleri, “Kolay kışkırtılma, kızgınlık, kontrolsüz öfke, bireysel kararlarını verme ve eleştiri yetersizliği, duygularındaki abartılar, telkine kapılma ve çabuk inanma, bilinçaltı ve bilinçdışı ile yönetilme” gibi, hepsi de patolojik esintiler taşıyan özelliklerle tanımlıyor. Hâl böyle olunca, “Nasıl oluyor da bu kadar yıkıcı ve akıl dışı tutumları sergileyebiliyorlar?” sorusunun cevabı da ortaya çıkıyor. “Birey, kitle içinde karşı durulmaz bir güce sahip olduğu duygusuna kapılır, bu duyguyla kendini içgüdüsel isteklerin eline teslim eder. Oysa normalde çaresiz dizginleyip frenleyeceği içgüdülerdir bunlar. Anonimlikte, dolayısıyla kitlesel sorumsuzlukta, bireyleri geride tutan mesuliyet duygusu tümüyle silinip gider. Ortak nefret, en uyumsuz unsurları bile birleştirir.”

Toplumlarda, adeta “doğuştan memnuniyetsiz” denilebilecek bir kitle her zaman var olur. Kişisel hayattaki kırgınlıklar, yanlışlar, başarısızlıklar, sağlıklı bir özeleştiri yerine, kendi dışındaki herkesi suçlamaya yönelebilir. Eric Hoffer, bununla ilgili olarak, şunu söylüyor: “Zaten aşırılığı, nefreti ve hoşgörüsüzlüğü körüklemekte olan kitle hareketinin içinde durumumuzun; yeteneğimiz, karakterimiz, fizikî yapımız ve sağlık şartlarımız gibi kişisel niteliklerimizin bir sonucu olduğunu bildiğimiz durumlarda bile, bunun nedenlerini çevremizde arama eğilimi kaybolmaz. H.D. Thoreau diyor ki, ‘Bir kısım insanın işlerini görmesine engel olacak bir derdi varsa, hatta karnı bile ağrıyorsa, bunun için dünyaya yeni bir düzen verilmesi gerektiğine inanır.’ Başarısız kişilerin, başarısızlıklarından dolayı suçu dünyaya yükleme eğilimlerini anlamak güç değildir.”

Bu, bariz bir özgüven eksiliğidir. Kendisinin zafiyetini bilir ama bunu düzeltmek yerine başka teselliler arar: “Bir insanın kendi mükemmelliğine olan inancı ne kadar zayıfsa, inandığı kutsal amacın mükemmelliği yönündeki iddiası da o kadar güçlüdür. Bir insanın işi meşgul olunmaya değerse, o insan muhtemelen kendi işiyle meşgul olur. Fakat işini meşgul olmaya değmez buluyorsa, kişi başkalarının işiyle iştigal eder. Bu şu şekillerde ortaya çıkar: Dedikodu yapmak, kirli çamaşırlar aramak, başkasının işine burnunu sokmak. Böylece kendinden uzaklaşan kişi, ya başkasının sırtına biner yada onunla gırtlak gırtlağa gelir. Kendi bozulmuş ve anlamsızlaşmış kişiliğini, heyecan verici büyük sosyal faaliyetler içinde eritmeyi candan arzu eder. Hareketin içinde kişisel bağımsızlığını kaybettiğinde, yeni bir özgürlüğe kavuşur. Bu, hiç utanmadan ve vicdan azabı çekmeden, nefret etme, yalan söyleme, işkence yapma, adam öldürme ve ihanet etme özgürlüğüdür. Bir kitle hareketinin çekiciliği kısmen bu gerçekte yatmaktadır. Orada biz, ‘başkalarının namusunu lekeleme hakkı’ buluruz.”

Bu tip muhalif hareketlerde, sık sık bir yarışın görüldüğü de vakidir. Adeta, “Kim daha berbat muhalefeti sergileyecek?” yarışıdır bu. Üstelik sık sık da sanat camiasından ya da maddî durumu iyi kesimlerden çıkar bu tip aşırılıklar. Hoffer’ın bu konudaki izahı, neredeyse bizdeki “Cihangir Muhalefeti”ni, “Plaza Muhalefeti”ni bire bir anlatmaktadır: “Hareketin, kendi talih çarklarının dönüş hızını artırarak, şöhrete ve güce ulaştıracağı umuduyla harekete katılan bazı maceraperestlerin bulunduğu ve bunların aşırıya gittiği de bir gerçektir. Eser yazmak, resim yapmak, müzik bestelemek vs. dallarında gerek devamlı başarısız denemelerde bulunanlar, gerekse bu yoldaki eski başarılarından sonra yeteneklerini geri gelmez şekilde kaybedenler de, dehşetli bir ihtirasın pençesine kendilerini kaptırırlar. Aşırı benciller hayal kırıklığına kapılmaya meyillidir. Bir kişine kadar bencilse, hoşnutsuzluğu da o denli şiddetli olur. Maddi imkânların çokluğu da, imkânların kıtlığı gibi hayal kırıklığına yol açabilir. İmkânlar sınırsız olduğunda, içinde yaşanılan zamanın değeri azalır. Bu düşünce onlarda hayal kırıklığına yol açar ve aşırılıklara kapılabilirler.”

İktidarı gözden düşürmek

“Kafa konforu”, bu tip muhalefeti diri tutan unsurlardan bir diğeridir: “Bir mutlak gerçeğe sahip olmak, artık sonsuza dek her şeyi bilmek demektir. Artık meçhul ve hayret verici bir şey kalmamıştır. Akla gelebilecek bütün soruların, ihtimallerin cevabı hazırdır. Kesin inançlı kişi şaşırmaz ve tereddüt etmez. Onun şaşmaz öğretisi, dünyanın bütün sorunlarının çözüm yolunu bilir.Mantığına ve samimi duygularına hitap etmek yoluyla bir fanatiği amacından soğutmak ve vazgeçirmek imkânsızdır.”

Muhalif hareketlerde toplumsal eylemlerin bu kadar revaç bulması, her ama her vesileyle yürüyüş düzenlenmesi de, “muhalif kafa”nın işleyişiyle yakından ilgilidir Hoffer’a göre: “Sadece bir yürüyüş bile birleştirici bir etkendir. Busonu gelmez yürüyüşlerin zaman ve enerji kaybından başka bir şey olmadığını düşünen Hermann Rauschning, sonradan bunun değerini takdir etmiş ve ‘Yürüyüş, insanları düşüncelerinden uzaklaştırır. Yürüyüş düşünceyi öldürür’ demiştir.” Muhalefet, elbette medyasız olmaz. Eric Hoffler’a göre, bu tip medyanın en temel işlevi iktidarı gözden düşürmektir. Bunun için “söz ustaları” kullanılır. Bunların çoğu da; aslında o görüşe inandıkları için değil, iktidara karşı bir vesileyle oluşmuş kişisel husumetleri nedeniyle muhalif hareketlere destek verir: “Gözden düşürme işi, iktidardakilerin yanlış tutumlarının veya suiistimallerinin doğal sonucunda değil, içlerinde şikâyet duygusu barındıran söz ustalarının kasten yaptıkları bir iştir. Bu işler,     mutlaka halk tarafından tanınmış yazar ve konuşmacılara yaptırılır. Kibirli ve kıymeti bilinmediğini düşünen söz ustası, kendisini her ne kadar haksızlığa uğramışların savunucusu olarak gösterse de, onun şikâyetleri aslında, birkaç istisna hariç, özel ve kişiseldir, iktidardakilere duyduğu nefretin bir ifadesidir.”

Etik murakabeden azade

Evet, Eric Hoffer bunları söylüyor. Onun, Kesin İnançlılar kitabı üzerinden Türkiye’deki muhalefeti okumak, insana fevkalade “tanıdık” geliyor. Gerçekten de, oligarşik ve vesayetçi paradigmada yıllardır hak etmedikleri bir ayrıcalığı yaşayan, aslında bu ayrıcalığı hak etmediklerini de gayet iyi bilen bir kesim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında ve AK Parti’nin kurumsal kimliğinde, aradıkları “suçlu”yu buluyor. Öteden beri kifayetsiz olan demokratik performansları, millete doğru mesajı doğru yöntemlerle ulaştırmanın “külfetli” oluşu, “Ne yapsak olmuyor?”un yol açtığı moral çöküntüsü gibi nedenler; gelip gelip, esaslı bir öfkeyle, nefretle buluşuyor. Pek çok hakaretin, yalanın, düşmanca ve nefret yüklü tutumun yanı sıra “Siyanürlü su içerim, gene de AKP’ye oy vermem” gibi hiçbir aklî kayıtla mukayyet olmayan bu yaklaşımlar, doğal olarak toplumsal barışı da zedeliyor. Bu, her türlü “rasyonel ve etik murakabeden azade muhalefet”in acilen geriletilmesi elzem. Çünkü en ağırbaşlı, en toleranslı “muvafıkları” bile çileden çıkartan bu “muhalifler”, süreç içerisinde az da olsa “benzer dil”e yaklaşan muhataplar bulabiliyor kendine. Böylece toplumsal tabanda gereksiz bir yüksek gerilim oluşuyor. Bu çok ama çok kötü muhalefet tarzının; belki dinamik, ateşli hatta sert ama kesinlikle centilmence yürümesi gereken politik mücadeleyi zehirlemesine müsaade etmemek gerekiyor. 

[email protected]