Türkiye-IMF ilişkilerinde yeni dönem

Prof. Dr. Erdal Tanas Karagöl Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
18.05.2013

Türkiye, 1961 yılında IMF ile gerçekleştirdiği ilk stand-by anlaşması ile 2008’de sona eren son stand-by anlaşmasına toplamda 19 stand-by yapmıştır. Türkiye, 30 yılı aşan stand-by ile yaşama döneminde, IMF’den 50 milyar doların üstünde kaynak sağlayan ülkelerden biri olmuştur.


Türkiye-IMF ilişkilerinde yeni dönem

52 yıllık süreçte, 2002-2008 yılları arasında imzalanan son iki stand-by anlaşması haricinde genellikle ekonomik krizlerin ardından mecburi olarak IMF ile stand-by düzenlemesine giden Türkiye, gerçekleştirdiği stand-by anlaşmaları genelde, bitmesi gereken zamandan önce ve belirlenen hedeflere ulaşılamadan sona ermiştir. Siyasi tarihinde yaşanan darbeler, koalisyon hükümetleri ve bunların sebep olduğu siyasi kaos Türkiye ekonomisinin potansiyelin altında bir performans göstermesine neden olmuştur. Bu koşullarda IMF’den alınan koşullu krediler ve dayatılan ekonomik politikalar ekonomiye bir katkı sağlayamamıştır. Uygulanan popülist politikalar ve siyasi iktidarların sürekli değişmesi nedeniyle uygulanan politikalarda istikrar ve süreklilik sağlanamaması IMF’den sağlanan kaynaklar verimsiz kullanılmasına neden olmuştur. 

Krizden büyümeye...

Diğer yandan, IMF, kriz yaşayan ülkelere başta Türkiye’ye genellikle benzer uygulama ve önlemleri içeren istikrar programlarını önermiş, böyle bir durum da ülkenin makroekonomik performansı ve özellikle üretimi üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır. Aynı zamanda, IMF tarafından sunulan çözüm önerilerinin ekonomik durumu daha da kötüleştirdiği, ekonomideki yavaşlamayı önce resesyona ve resesyonları da depresyona dönüştürdüğü gözlemlenmiştir. Yine, IMF, kriz dönemleri ve kriz sonrası dönemlerde yüksek faiz oranı uygulamasına gitmiştir. Bu uygulama ile, krizden etkilenen ülkelerde ekonomik istikrarı sağlamak, sermaye çıkışlarını önlemek ve paraya istikrar kazandırmak hedeflenmiştir. Fakat bu uygulama bazı durumlarda şirketlerin iflas ile karşılaşmasına, dolayısıyla ticari sektörlerdeki iflasların artması neticesinde de bankaların ticari müşterilerine olan borçların ödenmesinde sorunların yaşanmasına ve bankaların da iflas etmelerine neden olabilmiştir. Olası banka iflasları neticesinde de finansal sistem zayıflamış, sermaye çıkışları artmış ve krizin etkileri derinleşmiştir. IMF’nin önerdiği programlarda bütçe açıklarını karşılamaya yönelik vergi oranlarının yükseltilmesi ve cari açığı kapatmaya yönelik devalüasyon önerileri, genellikle ekonomide durgunluğa yol açmıştır. Dolayısıyla bu uygulamanın ülkeyi daha da yoksullaştırdığı ve borçlarını ödeyemez duruma getirdiği görülmüştür. Bu tür değerlendirmeler IMF’nin bazı politikalarının ülkeleri kriz ortamından kurtarmasının aksine, durgunluğu daha da arttırdığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle, uzun yıllar stand-by anlaşması yapılmasına rağmen ekonomik problemler çözülememiştir.

Bu yüzden, 2002 sonrası iktidara gelen AK Parti hükümetinin imzalanan son iki stand-by anlaşmalarını kendi programlarına uyumlu hale getirmeleri ile Türkiye’de çok önemli yapısal reformlara katkı sağlamıştır. Son on yılda gerçekleştirilen ekonomik performansla birlikte ekonomi pozitif ve istikrarlı büyüme trendine girmiş, bütçe açıkları ve kamu borçları önemli ölçüde azalmış, ülkeye rekor seviyede yabancı yatırımı girmiş ve en önemlisi fiyat istikrarı sağlanmıştır...

AK Parti hükümetinin siyasi iradesiyle Türkiye’de çok önemli yapısal reformlara imza atılmış ve yıllarca sürüp gelen ekonomik sorunlar önemli ölçüde ortadan kaldırılmıştır.Bu yüzden, Türkiye’de son yıllarda gerçekleşen ekonomik istikrar sayesinde IMF’den beklentiler sona ermiştir. Bu gelişmeler ve ekonomide yapılan yapısal reformlar ülkeyi uluslararası kuruluşlara bağımlılıktan da kurtarmıştır. Son stand-by anlaşmasının bitiş tarihi küresel ekonomik krizin olduğu bir konjonktüre denk gelmesine rağmen 2008 yılında yeni bir anlaşma yapılmamıştır. Bu dönemde Orta vadeli programlar kapsamında koyulan hedefler güven ortamını artırarak Türkiye’yi yatırımcılar için güvenli bir liman haline getirmiştir. Gerçekleştirilen bütçe disiplini ve popülizmden uzak karar alma mekanizması sayesinde Türkiye, IMF’siz dönemde de mali disiplinini sağlayacak duruşa sahip olmuştur. Türkiye, 2009 yılı son çeyreğinden itibaren başladığı büyüme performansına 2012 yılının son çeyreğine kadar yani 13 çeyrek boyunca devam etmiştir. Son beş yıldır IMF olmadan ekonomi politikalarını uygulayan Türkiye, 2009 yılından beri pozitif ekonomik büyümesini sürdürmüş, borç ve bütçe göstergeleri birçok ülkenin hayal edemediği düşük seviyelere ulaşmıştır. Bu dönemde ülkedeki ekonomik ve siyasi istikrar, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları tarafından ülkenin kredi notuna da yansımıştır. IMF’siz dönemde 18 yıl sonra, yani 2012 yılında önde gelen kredi derecelendirme kuruluşlarından Fitch, Türkiye’nin kredi notunu yatırım yapılabilir seviyeye yükseltmiştir. 

Diğer yandan, Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapmaması ikili ilişkilerin tamamen sona ermesi anlamına gelmemektedir. Zira, Türkiye IMF ilişkileri Türkiye’nin IMF ile herhangi bir stand-by anlaşması yapmadığı dönemlerde de devam etmiştir. 2012 yılı başından itibaren sürdürülen IMF kaynaklarının artırılmasına yönelik çalışmalar kapsamında, çeşitli ülkeler tarafından ek kaynak taahhüt edilmiştir. Türkiye de bu çabaya katkıda bulunmak üzere Haziran 2012’ de gerçekleşen ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu en gelişmiş ve dünyada GSYH en büyük 20 ülkesinin temsil ettiği ve devlet başkanları veya başbakanlarının katıldığı G-20 Los Cabos Liderler Zirvesi’nde 5 milyar dolar tutarında taahhütte bulunmuştur. Bu nedenle, yıllarca hep borçlu konumunda masada oturan Türkiye, şimdi krize girecek ülkelere kredi verebilecek ve masanın diğer tarafında oturan bir aktör durumuna gelmiştir.

IMF’nin geleceği...

IMF mevcut kota sistemi dolayısıyla ülkelerini adaletsiz temsili ve uluslararası platformda üstlendiği krizden kurtarıcı sorunlu rolü ve uyguladığı politikaları nedeniyle birçok eleştiriye maruz kalmaktadır. Söz konusu eleştirilerin en önemli dayanağı IMF’nin mevcut yapısını oluşturan kota sistemidir. IMF kotalarının ülkelerin alınacak kararlarda oy gücünü ve dünya ekonomisi içindeki yerini belirlediği için önemi göz ardı edilemez. Örneğin ABD tek başına tüm oyların yüzde 16,75’ine sahip olması nedeniyle, karar almak için yüzde 85 oranında oy istenmesi ABD’nin IMF’nin önemli kararlarını veto etme hakkını elinde bulundurduğunu gös≠termektedir. Benzer şekilde Belçika’nın Bangladeş’ten 8 kat daha fazla oy hakkına sahip olması da kota ve oy sistemindeki dağılımın eleştirilmesine neden olmaktadır. IMF’nin ekonomik krizlerde doğru zamanda ve doğru kararlarla hemen harekete geçebilmesi bağımsız bir kuruluş olmasına ve uluslararası kuruluş niteliğini taşımasına bağlıdır. Bunun için IMF’nin ABD ve Avrupa gibi zengin ülkelerin etkisinden sıyrılıp, dünya üretiminin yarısını gerçekleştiren ülkeler olan azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin yanında yer alması beklenmektedir. Diğer yandan, kuruluşundan beri IMF’nin Avrupalı ve Dünya Bankası’nın da Amerikalı başkanlar tarafından yönetilmesi nedeniyle de bu kuruluşlara uluslararası kuruluş olma niteliğini kaybettikleri yönünde ciddi eleştiriler yöneltilmiştir.

Özellikle, gelişmekte olan ülkelerin içinde bulunduğu değişim süreciyle IMF uygulamalarının bağdaşmaması, küresel gözetim ve denetim mekanizmasının yetersiz kalması önemli bir sorun teşkil etmektedir. Çünkü ülkelerde ekonomik krizler yaşanmaya devam etmekte ve bu krizlerin neden olduğu dünya ekonomisindeki belirsizlik ortamını giderici uluslararası bir yapıya ihtiyaç giderek artmaktadır. IMF’nin mevcut yapısı itibariyle 188 üye ülkenin bilgilerine ve ekonomik verilerine kolaylıkla ulaşabiliyor olması kuruluştan beklentilerin artmasına neden olmaktadır. Bu beklentiler doğrultusunda IMF’nin çözüm odaklı bir perspektife sahip olması, mevcut görevini başarıyla yerine getirebilmesi ve gelecekte de uluslararası platformda başvurulan en önemli finansal kaynak olması için küresel ekonomideki değişime uygun bir reform geçirmesi gerekmektedir.  

Temsilde yaşanan adaletsizliği azaltmak ve gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomilerinde söz söylemleri için alternatif olarak geliştirilen G-20 platformu doğru bir karar olmakla birlikte, eksiktir. Küresel ekonomi ve ticareti ilgilendiren yapısal hiçbir konu ile ilgilenmeyen G-20,  daha çok kriz dönemlerinde ülkelerin krize karşı alacağı önlemleri koordine eden bir istişare platformu niteliğindedir. Bu nedenle, G-20’nin daha kurumsal bir yapıya kavuşturulması önem arz etmektedir. Ayrıca, yıllarca IMF politikaları uygulayan ve beklenilen sonuçları alamayan gelişmekte olan ülkeler IMF’ye alternatif oluşturma çabalarını hızlandırmalıdırlar.

[email protected]