Türkiye’nin Abderalı sanatçıları

Dr. Celal Fedai/ Şair-yazar
29.12.2018

Gerçek bir sanatçı, dünyada değiştiremeyeceği şeyleri küçük görmemenin erdemini bilir. Bu nedenle de o siyasî bir fanatik değildir. Tutkusu onu susması gereken yerde susturur. Değişimi ve değişenin içinde değişmeyeni bu sayede görebilir.


Türkiye’nin Abderalı sanatçıları

Türkiye’nin Abderalıları, Türkiye’yi Abdera’ya döndürmek için elinden geleni yapıyor. Çağlar geçti ama dar kafalılık, Türkler arasında yer edinemedi. Lakin Aydınlanma düşüncesinin peşinden gittiğini söyleyen aydınlar, kendilerinden başka herkesi “dar kafalı” olarak niteleyenler, işe bakın ki bugün Türkiye’nin en dar kafalıları haline geldiler. Nasıl oldu bu? Başından beri böyle miydi, zamanla mı oldu? Zamanla olduysa, zamanın neyi uğradı da bu duruma düştüler? Bu soruları ve dahasını, şu bizim Aydınlanmacıların pirlerinden biriyle, C. Martin Weiland’la, anlatmak yerinde olur sanırım.

Wieland’ın, Almanların Voltaire’i diye anıldığını ifade edersek, nasıl bir Aydınlanmacı olduğunu en kestirmeden söylemiş oluruz. Peki ama bu neyi ifade eder ki bizim Abderalı aydınlarımız için? Türkiye’de aydın olmanın mahiyetini, “Aydınlanma düşüncesi” ile kavramaya kalkmışlar ama geldikleri yer hiç de Weiland gibi Alman olmanın anlamı üzerine gelişmemiş. Biraz açalım... Wailand, 18. asrın bize armağanı. Alman edebiyatının kendini bulmasında Lessing ve Klopstock kadar katkısı var. O sıralar Almanya, 300 civarında şehir devletinden ibaret. Dini taassup almış başını gitmiş durumda. Weiland, önceleri materyalizme yönelse de sonrasında deist olmuş. Teslisi reddetmiş en başta. Tanrı, ona göre, insanlığın iyiliği için var olan bir prensip. Biberach şehir devletinin senatörlüğünü yaptığı sırada tecrübe ettikleri onu epeyce sarsıyor. Neleri mi tecrübe ediyor? Dar kafalılığı, cehaleti, taassubu... Bu nedenle meşhur romanı Abderalılar’ı kaleme alıyor. Birazdan söz açacağım bu romana geçmeden önce, onun “Almanlığı” meselesini anmak gerek. Napolyon, Wiemar’ı işgal ettiğinde her yeri yakıp yıkıyor ama Wieland’ın yaşadığı eve dokunmuyor. Fakat o, gene de Napolyon’a karşı ülkesinin bağımsızlığını isteyen biri olarak muhalefet etmekten geri durmuyor. Rahmetli Attila İlhan’ın fevkalade açıklıkla izah ettiği yer burası işte: Wieland, dar kafalı, cahil, mutaassıp bulsa da milletinden, onu var eden her ne varsa, ondan yana. Yani şu bizim Aydınlanmacı, rasyonalist, laik olduklarını söyleyen Abderalılar gibi değil. “Aydınların Affedilmez Kopukluğu” başlıklı enfes değerlendirmesinde İlhan ne diyordu bir hatırlayalım: “İngiliz aydını, İngiliz halkından, ancak ‘derece’ itibariyle ‘yüksek’te durur, ‘mahiyetleri’ değişmez: ikisi de Batı’dadırlar, ikisi de Batılı! Türk aydını, Türk halkından, ‘mahiyet’ itibariyle yüksekte duruyor: O, Batı’dadır, Batılı geçinir: Halkı ise Doğu’da, en azından Ortadoğu’da, halk kendi tarihini kendi kültürünü yaşar; aydınlar, ‘sistem’in ona biçtiği, tarih ve kültürü!”

‘Eşeğin gölgesi’ davası

Rahmetli İlhan, Atatürkçülüğü ile maruftur. İlhan’ın Atatürkçülüğü, Türkiye’nin dinî, millî kıymetlerinin takdiri için azamî bir gayret sarf eder. Türkiye’nin tarihî bir kaderi olduğunu ve bunun da dinî, millî kıymetlerin, aydınlar tarafından layıkıyla benimsenmesi suretiyle yürütülebileceği gerçeğinin, ısrarla altını çizer. Bu nedenle de İlhan, Aydınlar Savaşı kitabı boyunca, bir türlü milletine eşlik edemeyen Aydınlanmacı, Batıcı, laik aydınları kıyasıya eleştirir. Ona göre bu aydınların “muhafazakarları” ayrı “terakkiperverleri” ayrı şekilde, yukarıda andığı “sistem”in bir parçası olarak Türkiye’ye değil emperyalistlere çalışmaktadırlar. Muhafazakarlar, iktidara geldiklerinde ülkenin ekonomisi Batı’ya teslim olmakta terakkiperverler geldiğinde ise “görgü, görenek, gelenek hor görül”mekte, din diyanet boşlanmakta ve yerine de gerçek bir ulusallık, bağımsızlık konulmamaktadır. Aksine “ecnebi” bir kültür, “evrensellik” adı altında ülkeye sokulmakta, ortalık kozmopolit aydından geçilmemektedir. Kozmopolit toplum, komprador toplumdur ki neticede ipler “sistem”in eline geçer. İlhan’ın Atatürkçülüğü, Türkiye’nin bağımsızlığını Türkiye’nin dinî, millî kaderinden ayırmadığı için olsa gerek taliplisi pek azdır maalesef. Hele de Abderalı olmakla tebarüz etmek isteyen aydınlar arasından seveni hiç mi hiç çıkmaz.

Peki nedir bu Abderalılık ve Abderalılar meselesi? Vaktiyle Batı Trakya dolaylarında bir şehir devletidir Abdera. İşte oralı köy köy gezen bir dişçi, işini kolaylaştırsın, diye bir eşek kiralar. Eşeğin sahibinin de gideceği yön aynıdır. Birlikte yola düşerler. Konaklamak icap eder ama yakıcı güneşten korunacak bir tek ağaç yoktur etrafta. Bizim dişçi de eşeğinin gölgesine kuruluverir. Lakin eşeğin sahibi onu ciddiyetle uyarır: Eşeği kiralamıştır, gölgesini değil. Dişçi aksi fikirdedir. Eşeği kiralayan doğal olarak gölgesini de kiralamıştır ona göre. Başlarlar tartışmaya. Tartışma, davalık olur. Sorun çözülmez. Abdera meclisine intikal eder. Vekiller birbirine girer. Neticede ordu da meseleye dahil olur ve Abdera, eşeğin gölgesi davasıyla yıkılır gider. Abderalıların dar kafalılığı, cahilliği, taassubu sonları olmuştur. Eşeğini kiraya veren adamın hırsı, cahilliği besbelli ki şehri yönetenlerde de vardır. Onun sığlığı, bataklığına herkesi çekmiştir...

Laik bağnazlık

Dünya değişiyor... Türkiye, bu değişim içinden geçiyor. 18. asrın laik, Aydınlanmacı zihniyetine nadir görünecek bir bağnazlıkla sıkı sıkıya bağlı kalanlar, değişimlerin hiçbirini anlayamıyorlar. Buna da Atatürkçülükten bir kılıf buluyorlar. Oysa bunların hiçbiri, Attila İlhan kadar Atatürkçü olamaz. Bu kimseler, o pek muhalif ehli keyif, ağzı bozuk sanatçı pozlarına denk düştüğünü düşündükleri için Can Yücel’i de seviyorlar sözgelimi. Ama hiçbiri Yücel’in fark ettiklerini fark edebilmiş değil. Şu sözler Yücel’in “Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar” yazısından: “(...) Yine de mukaddes ve mülevves ittifak içindeki çekişmelerden ötürü, ve Abdülhamit adındaki o çok zeki insanın gayretiyle otuz kırk yıl daha ayakta kaldı.” Yücel de kendince bağımsız bir Türkiye istediği içindedir. Ama kimse onun bir Abderalı haline geldiğini söyleyemez. I. Berlin’in, Komünist ülkelerde oluşan yanlışları görmezden gelip körleşen entelektüellere ilişkin yaptığı ‘laik bağnazlık’ saptaması, bizim Abderalılarımıza çok uygun düşüyor. Ne Yücel ne de İlhan, laik birer bağnazdı. Atatürkçülükleri ise maalesef onlarla sınırlı kaldı.

Dünyanın geçirdiği değişimi anlayamadıkları, dahası bu değişimin kendilerine artık ihtiyaç duyulmadığını gösterdiği için Abderalılaşanlar, Türkiye’yi de Abdera haline getirmek istiyorlar. Sık sık da Abdera gibi yıkılacağını ima ediyorlar. Onlara sorsanız, ki yüksek ihtimalle bilmiyorlardır, materyalist bir şair olması hasebiyle kendileri gibi düşünen M. Cevdet Anday, Likya’nın nasıl yıkıldığını anlattığı “Defne Ormanı” şiirinde tam onların dediğini anlatmıştır. Oysa tam tersidir:

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri

için felsefe yapıyorlardı, çünkü 

Ekmeklerini köleler veriyordu onlara; 

Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için 

Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini

Köle sahipleri veriyordu onlara. 

Ve yıkıldı gitti Likya. 

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri 

İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü 

Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara; 

Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri 

İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini 

Felsefe veriyordu onlara. 

Ve yıkıldı gitti Likya. 

Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin 

Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin 

Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi. 

Ekmeğin sahipsiz felsefesini 

Felsefenin sahipsiz ekmeği. 

Ve yıkıldı gitti Likya. 

Hala yeşil bir defne ormanı altında.

“Defne Ormanı” şiirinin içerdiği mantık örgüsü etkileyicidir. Attila İlhan’ın yukarıda söz ettiği, vaktiyle işleyen “sistem”in mantığını açık eder. Bugünkü dünya sistemi için de fikir verebilir. Günümüzün Abderalılaşmış “sanatçıları”, çıkarlarından örülü bir dünya tasavvur ediyorlar. Bu dünyada onlara benzemeyene yer yok. Tek dertleri eşeğin gölgesini de kiraya vermek. O çok düşünüyormuş gibi göründükleri Türkiye’yi de aslında düşünmüyorlar. Her şeyden önce buna yetecek tefekküre sahip değiller. Tek bildikleri, tekrar edile edile bayağılığı artırılmış histerik gülme, küfretme, ağlama, yazıklanma seansları tertip etmek. Böyle bir zihnin “Defne Ormanı” şiirini algılayabilmesi mümkün değil. Çünkü şiirin anlattığı “yıkılan Likya”, onların dünyasının ta kendisi. Neden mi yıkıldı? Attila İlhan ve Can Yücel, söylüyor aslında onlara bunu. “Aydın” olduklarına vehmedip Türk milletini, onun her türlü tercihini küçük görmüşlerdir. Sanıyorlardı ki onlara gülen halk, Hoca Nasreddin’e gülen millet olmaktan çıktı. Hassasiyetlerini kaybetti. Kendileri gibi birer Abderalı oldu. Nâzım Hikmet’in “Türk Köylüsü” şiirinde pek güzel bir kavrayışla, “Bayburtlu Zihni gibi gülüp Hoca Nasreddin gibi ağlama”sıyla tersine çevirerek andığı Türk halkı, onlara gülse de asla onlar gibi Abderalılaşmaz. Şairin dediği gibi onun ağlaması da gülmesi de bizim Abderalılaşmış sanatçılarımız gibi keyiften değil dünya hayatının türlü yönlerini görmesindendir.

Aydınların ihaneti

Yaklaşık 100 yıl önce Julien Benda, Batı’da aydınların çıkarlarının, siyasî hırslarının peşinden gittikleri için hakikat kavrayışlarının zayıfladığını ifade etmişti. Ona göre bu, “aydınların ihaneti” demekti. Aynı adla yayımladığı eserinde Benda, siyasî hırsları neticesi basit, kullanışlı birer siyasî figüre dönüşen aydınların tüm savrulmalarını ortaya koydu. Ona göre bu tür sözde aydınlar, kendi gruplarının çıkarlarını korumak için sınırsız bir kin ve nefretle doluydular. Bizim Abderalılaşmış aydınlara sorsanız, onlar kendilerini bu tanımların tam tersi olarak görürler. Güya muhaliftirler, zayıfın savunucusudurlar, iktidara yakın olmak için el etek öpmemektedirler. Zaten onlara göre sanatçı olmanın gereği de muhalif olmaktır; yaptıkları da budur. Dolayısıyla onlar, Benda’nın “aydınların ihaneti” dedikleri değil aksine “aydınların şerefi”dirler. Gerçeği görmek için küçük bir soru yeterlidir. Şu bizim Abderalılaşmış sanatçılarımız, kendilerini sanatlarıyla mı var etmek derdindedirler bugün yoksa çıkarlarını kollayan siyasî pozlar içinde mi? Çok açıktır ki siyasî pozlarıyla. Eşeği kiralamakla edindikleri kâr yetmiyor gölgesini de istemeye devam ediyorlar. Gerçek bir sanatçı, dünyada değiştiremeyeceği şeyleri küçük görmemenin erdemini bilir. Bu nedenle de o siyasî bir fanatik değildir. Tutkusu onu susması gereken yerde susturur. Değişimi ve değişenin içinde değişmeyeni bu sayede görebilir.

Türkiye değişiyor... Değişmek zorunda çünkü nasıl Rusların, İngilizlerin, Almanların tarihin içinden getirdikleri bir kimlikleri varsa ve bugün bu kimlikleriyle var oluyorlarsa Türkiye de Selçuklu, Osmanlı çizgisinin içinden gelen dinî, millî kimliğini hayatında, siyasetinde aktüel hale getirmek zorunda. Tarihin seyri ona bunu zorluyor. İlhan’ın, Yücel’in Anday’ın ve Nâzım Hikmet’in de farkında oldukları şeydi bu. Onların içinde yaşadıkları dönemlerde savunduklarını benimsediğimi söyleyemem. Ancak hiçbiri, çıkarı uğruna dar kafalı, bağnaz bir Abderalı’ya dönüşmemiştir. Türk milleti dinî meseleler başta olmak üzere hiçbir zaman dar kafalı olmadı. Sanatçının hasını da bu sayede her zaman ayırt edebildi. Öyle de olmaya devam ediyor...

@CelaliFedai