Türkiye’nin ‘anayasacılık’ sorunu

Arş. Gör. Hilal Yazıcı / KTÜ Hukuk Fak. Anayasa Huk. ABD.
27.02.2016

Türkiye’de anayasacılık hareketlerini başlatabileceğimiz tarihlerden bu yana anayasalarımızın, “anayasacılıksız anayasa” olarak ifade edilen, anayasanın gerçek anlam ve işlevini ortaya koymasını sağlayan süreç ve çabalardan yoksun bir biçimde yapılmış olduğunu görürüz.


Türkiye’nin ‘anayasacılık’ sorunu

Bu açıdan sınırlı devlet, hukuk devleti ve hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, kuvvetler ayrılığı ve demokrasi gibi kavramlar açısından yoğun mücadelelerin; uzun tartışma ve ardından uzlaşma süreçlerinin yaşanmadığı toplumlarda yapılan anayasaların, anayasacılık hareketlerinden yoksun olduğu, dolayısıyla ifade etmesi gereken anlam ve işlevden tamamen uzaklaşarak demokratik gelişme süreçlerinin önünde engel teşkil eden metinler haline dönüştükleri görülür.

Bozuk silaha dönüştü

Türkiye’nin anayasacılık tecrübesi incelendiğinde, gerek anayasaların yapımı gerekse onlara yüklediğimiz anlamlar açısından benzer bir durumla karşılaşırız. Her şeyden önce, anayasacılığın temel kavram ve dinamikleri üzerinde sağlıklı tartışmaların yapılabileceği demokratik zeminden mahrum olarak hazırlanmış anayasalarımızın kurduğu bir yapı söz konusudur. Yüz küsur yıllık anayasacılık tecrübemiz  (bunun gerçek bir anayasacılık tecrübesi olduğu söylenemez) demokratik meşruiyet, katılım, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, insan hakları ve yargının tarafsızlığı gibi anayasacılığın temel kavramlarıyla ilgili kayda değer gelişmeler yaşamamıza izin vermemiştir. Diğer taraftan, bir ideolojinin ya da rejimin kurucu ve koruyucusu olarak gördüğümüz anayasalarımız, ağır aksak demokrasi geleneğimizin elinde bozuk bir silaha dönüşerek, uzun zamanlar kendi toplumuna eziyet etmenin meşru bir aracı haline dönüşmüştür.

Öte yandan Türkiye’de, demokratik bir ortamda ve demokratik yöntemlerle yeni bir anayasa yapma talebi her ortaya çıktığında toplum, bir takım problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. İlk problem, bir darbe olmaksızın yeni bir anayasa yapılıp yapılamayacağı meselesidir. İkincisi, tali kurucu iradeye hitap eden ve aslında moral bağlayıcılığı dışında herhangi bir yaptırımı olmayan, üstelik içerik itibarıyla da oldukça sorunlu olan anayasanın değiştirilemez hükümlerine dokunulabilir mi, tartışmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir problem ise, hükümetlerin yönetme problemleri yaşadıklarını ve başka hükümet etme yöntemlerinin tartışılabileceğini dillendirme cesareti buldukları her dönemde, bunun, demokrasi ve kuvvetler ayrılığına yöneltilmiş bir tehdit gibi algılanıyor olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye henüz, gerçek bir anayasacılık tartışması yapabilmiş değildir. 

Yeni bir anayasa yapmak, bütün demokratik hakların kullanımının öncü ve kurucusu olması anlamında, söz konusu halkın en temel demokratik hakkıdır. Dolayısıyla, demokratik bir zeminin oluşması halinde, klasik anayasa yapım tecrübeleri ve bu tecrübeye uygun şekilde oluşturulmuş teoriye saplanıp kalmadan bir anayasa yapılabileceği fikri, ne demokratik ne de hukuki açıdan sorunludur. Klasik ifadesiyle halk, yeni bir anayasa yapmak için bir darbeyi ya da başka bir hukuki boşluk ortamını beklemek zorunda bırakılamaz.

Yeni bir anayasa talebi/ihtiyacı geniş katılım ve uzlaşma ile bir karşılık buluyorsa, hukuk ya da başka herhangi bir disiplin, bu talebin önünde bir engel teşkil etmekten ziyade; onun en sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak işlev görmelidir. Diğer taraftan anayasalar, kendi var oldukları zamanı düzenleyebilen belgeler olmalıdır. Bunun yanında, yeni ihtiyaç ve gelişmelerin ortaya çıkması halinde, esnek geçişlerle bu ihtiyacı karşılayabilen, demokratik kanalların önünü kapatmayan, dolayısıyla sık sık değiştirilmeyen ve sık sık değiştirilmeye sebebiyet vermemesi açısından kendi içerisinde dinamik belgeler olarak düşünülmeli/oluşturulmalıdırlar. Elbette ki anayasalar bir milletin tarihi, sosyal, siyasal, kültürel ve hukuki geçmişinin en öz belgeleri olmaları bakımından bu birikimi ya da kendi döneminin meselelerine ilişkin bir yaklaşımı içereceklerdir. Ancak, bu değerlerin sonraki nesiller tarafından da kabul görmesi ya da onları bağlaması, anayasal zorlama yoluyla olamaz. Eğer gerçek anlamda bir birikim söz konusuysa bunun, zaten anayasayı yapan mevcut nesil/halk tarafından yeni anayasaya aktarımı sağlanarak, bir değer olarak demokratik ve meşru bir yolla devamlılığı sağlanabilecektir. Dolayısıyla, geçmişten bugüne, demokratik bir taleple yeni bir anayasa ihtiyacının her seferinde değiştirilemez hükümler gibi yapay ve işlevsiz bir tartışmayla engellenmesi, anayasacılık açısından oldukça “yobaz” bir tavır olarak karşımızda durmaktadır.

Toplumdan gelen talebe kulak tıkamak

Türkiye son birkaç seçimdir yoğun bir şekilde yeni anayasa tartışması içerisindedir. Anayasacılık açısından bu durum oldukça kıymetli bir durumdur. Çünkü toplumun her kesimi, anayasaya ilişkin talep ve beklentilerini ortaya koyma, temel kavramlar üzerinde tartışma yapma, temel kavram ve kurumlardan ne anlıyor olduğunu ve neler beklediğini ortaya koymaimkânı içerisindedir. Bu süreçte siyasi partilere ise oldukça önemli bir rol düşmektedir. Yeni anayasaya ilişkin tabanlarından gelen talep ve beklentileri hem doğru biçimde tespit etmek ve hem de yeni anayasanın yüksek düzeyde tartışılacağı mecralara doğru biçimde aktarmak. Siyasi partiler eğer demokrasinin vazgeçilmez unsurları, dolayısıyla ona hizmet eden araçlar iseler, bu işlevlerine uygun olarak demokratik tartışma mecralarının tamamını etkin bir şekilde kullanma yolunu seçmelidirler. Dolayısıyla, yeni bir anayasanın tartışılacağı, belki temel kavram ve kurumların şekillendirileceği bir mecradan, zaten sorunlu olan “dokunulmaz/tartışılmaz” kavramlara yenilerini ekleyerek kalkmak, siyasi partilerin gerçek işlevleriyle bağdaşmamaktadır. Üstelik hem Mecliste yer alan siyasi partilerin tamamının hem de genel olarak toplumun meşru görerek benimsediği, partilerin üye seçerek gönderdiği, anayasaya ilişkin temel tartışmaların belki en sağlıklı biçimde yapılabileceği bir Komisyonu, “kırmızı çizgi” gibi anlamsız bir gerekçeyle işlevsiz kılmak yeni anayasa için toplumdan gelen taleplere kulakları tıkamak, yeni anayasa trenini kaçırmak anlamına gelir. Kırmızı çizgi bahanesiyle Komisyonu işlevsiz hale getiren siyasi partiler şu sorunun cevabını net biçimde verebilmelidirler: Yeni anayasanın temel konularını; anayasa yapmak için oluşturulmuş,anayasa hukukuna ilişkin teorik ve teknik bilgi birikimi olan ve toplumun temsilcilerinden oluşan bir mecrada tartışamayacaksak nerede tartışacağız?

Sorumluluktan kaçma

Peki komisyon çalışmalarında yer alan partilerin bu keyfi tutumlarının arkasında yatan sebep ne? Şüphesiz başka birçok sebebin yanında Uzlaşma Komisyonu’nun benimsediği tüm partilerin mutabakatı ilkesi, partilerin sorumluluktan kaçmalarını kolaylaştıran, demokratik temsil açısından partilereorantılı olmayan bir güç veren ve dolayısıyla keyfi tutumun yolunu açan bir ilkeydi. Meclisteki partilerin milletvekili sayılarına bakılmaksızın komisyonda eşit temsil edilmeleri eleştirilebilir olsa da süreç açısından daha ılımlı ve uzlaşmacı bir tavrın ortaya konması ve yeni anayasa için motive edici bir etki yaratması açısından önemliydi. Ancak, bir metnin ortaya çıkması noktasında oybirliğinin aranması, dünyanın en homojen toplumlarına sahip demokrasilerde dahi tercih edilen bir usul olmamaktadır. İki ya da üç partinin bir metin üzerinde uzlaşması, bu metnin mecliste görüşüldükten sonra hangi çoğunlukla kabul edilmiş olursa olsun, halkoyuna sunularak taçlandırılması, yeni anayasa için halen bir seçenek olarak karşımızda durmaktadır. 

Demokrasi korkaklığı

Öte yandan, kırmızı çizgiler çizerek kolay ve risksiz bir alanda siyaset yapmak, bir tür ‘demokrasi korkaklığı’dır ve yakın gelecekte, tartışmadığınız meselelerle bağlantılı daha büyük problemler sizi bekliyor olacaktır. Bu, toplumun ve siyasetin problemlerine ufuk kazandıramamak, çözüm sunamamak, geleceğe ilişkin toplumda güven yaratamamak anlamına gelir. Ve toplumda gelecek için bir güven, beklenti ve umut yaratamıyorsanız, geleceğin belirleyici aktörleri olarak toplumun tercihleri içerisinde de yer alamazsınız. Bu noktada, 30 yılı aşkın bir süredir toplumun her anlamda önünü tıkayan bir problemle ilgili, keyfi gerekçelerle masadan kalkmak, risk almamak, sorumluluk üstlenmemek netice itibarıyla başarılı olacak bir tutum değildir. Seçmen bu gerçekliği siyasetçilere defalarca göstermiştir.

[email protected]