Türkiye'nin COP31 ev sahipliği nasıl anlamlar taşıyor?

Dr. Burak Kaplan/ Yazar
25.11.2025

Türkiye'nin İklim Kanunu hazırlıkları, küresel bir marka haline gelen Sıfır Atık Hareketi ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefi doğrultusunda attığı adımlar, Ankara'nın iklim diplomasisindeki samimiyetinin en somut göstergeleridir. 2026'daki Türkiye ev sahipliği ise teknik bir organizasyonun çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Bu bağlamda COP31, küresel iklim adaletinin tesisi ve finansman krizlerinin aşılması adına yeni bir uzlaşı zemini vaat etmektedir.


Türkiye'nin COP31 ev sahipliği nasıl anlamlar taşıyor?

Dr. Burak Kaplan/ Yazar

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP30), bu yıl Brezilya'nın Belem kentinde, Amazonların kalbinde düzenlendi. Fosil yakıtların geleceğine dair yürütülen hararetli tartışmaların müzakereleri tıkaması, konferansın planlanandan bir gün daha uzun sürmesine neden oldu. Taraf ülkeler ancak 22 Kasım akşamı bir mutabakata varabildi. Ancak ortaya çıkan metin, fosil yakıtlar konusunda somut ve keskin taahhütler bekleyen İngiltere ve Avrupa Birliği ülkeleri için büyük bir hayal kırıklığına yol açtı.

Özellikle cumartesi günü gerçekleşen kapanış oturumunda, ülkelerin nihai anlaşmaya itiraz etmesine prosedürel olarak izin vermeyen COP Başkanlığı, sert eleştirilerin hedefi oldu. Sürece dair tepkisini dile getiren Kolombiya İklim Delegesi Daniela Duran Gonzalez, küresel sera gazı emisyonlarının dörtte üçünden fazlasının fosil yakıt kaynaklı olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığını hatırlattı. Gonzalez, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin bu bilimsel gerçekliği görmezden geldiğini belirterek sürecin meşruiyetini sorguladı.

COP'un tarihsel gelişimi ve işlevi

Temel bir çerçeve çizmek gerekirse COP (Taraflar Konferansı), 1994 yılında yürürlüğe giren BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin en üst karar alma organıdır. Sözleşmeye taraf olan 197 ülke, sorumluluk ve kapasitelerine göre üç ana grupta sınıflandırılır. İlk grupta yer alan Ek-1 ülkeleri, Avrupa Birliği ve diğer 40 ülkeden oluşmakta, sanayileşmiş ve piyasa ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeleri kapsamaktadır. İkinci grupta yer alan Ek-2 ülkeleri, iklim değişikliğiyle mücadelede gelişmekte olan ülkelere finansman ve teknoloji desteği sağlamakla yükümlü olan, Avrupa Birliği ve 23 ülkeyi içermektedir. Üçüncü grupta yer alan Ek Dışı Ülkeler ise iklim değişikliğiyle mücadelede teşvik edilen ancak bağlayıcı bir emisyon azaltım yükümlülüğü altına girmeyen, çoğunluğu gelişmekte olan 100'den fazla ülkeden oluşmaktadır.

1995 yılında Almanya'nın başkenti Berlin'de başlayan bu konferanslar serisi, iklim diplomasisinde kritik bir rol oynasa da karar alma mekanizmalarının hızı ve etkinliği her dönem tartışma konusu olmuştur. Zirvelere bilimsel bir zemin kazandırmak ve karar vericilere rehberlik etmek amacıyla 1988 yılında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) kurulmuştur. Panel, sağladığı verilerle Taraflar Konferansı'nın bilimsel pusulası olma görevini üstlenmiştir.

Katoviçe'den günümüze: Artan tansiyon

Son yıllarda konferansların işlevselliğine yönelik eleştirilerin dozu giderek artmıştır. Bu bağlamda, 2018 yılında Polonya'nın Katoviçe kentinde düzenlenen COP24, sivil toplumun ve eleştirel seslerin daha gür duyulduğu tarihi bir kırılma noktası olmuştur. Bu tarihten itibaren düzenlenen hemen her zirve, büyük çaplı iklim protestolarının gölgesinde gerçekleşmiştir. Yakın tarihteki en kritik dönemeçlerden biri ise 2023 yılında Birleşik Arap Emirlikleri'nde düzenlenen COP28 olmuştur. Bu zirvede taraf ülkeler, ilk kez fosil yakıtlardan uzaklaşma konusunda mutabakata varmıştır. Ancak bu geçişin nasıl uygulanacağı belirsiz kalmıştır. Ardından gelen ve Finansman COP'u olarak nitelendirilen Bakü'deki COP29 (2024), gelişmekte olan ülkelere sağlanacak kaynaklara odaklanmıştır. Zengin ülkeler, 2035 yılına kadar yıllık en az 300 milyar dolarlık bir finansman sözü vermiş, bu kaynağın kaldıraç etkisiyle 1,3 trilyon dolara çıkabileceği öngörülmüştür. Brezilya'daki COP30 ise bu finansmana erişim için detaylı bir yol haritası sunsa da fosil yakıtların sonlandırılması konusundaki siyasi irade eksikliği, sürecin başarısına gölge düşürmüştür.

Gözler 2026 yılında Türkiye'de

Brezilya'da yaşanan bu tartışmalı atmosferin ardından gözler, 2026 yılında COP31'e ev sahipliği yapacak olan Türkiye'ye çevrildi. Türkiye'nin bu yolculuğu aslında 2022 yılında Mısır'ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenlenen COP27'de başladı. Türkiye, burada güncel Ulusal Katkı Beyanı'nı açıklarken aynı zamanda COP31 adaylığını da resmen ilan etti. Ancak bu süreçte Türkiye yalnız değildi. Birleşmiş Milletler çatısı altındaki Batı Avrupa ve Diğerleri (WEOG) grubunda yer alan Avustralya da adaylığını koymuştu. Yaklaşık iki yıl boyunca iki ülke arasında dostane ancak rekabetçi bir müzakere süreci yürütüldü. Türkiye, bu süreçte yoğun bir diplomasi trafiği yöneterek kararlılığını ortaya koydu. Nihayetinde Belem'de (COP30), Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum'un öncülüğünde 5 gün süren kritik müzakereler sonucunda Türkiye, ev sahipliği için hazır olduğunu tüm dünyaya kanıtladı. Bakan Kurum, müzakereler sırasında sadece teknik detaylara değil, tarihsel bağlara da vurgu yaptı. Türk-Anzak dostluğuna atıfta bulunan Kurum, Çanakkale'de temeli atılan bu ruhun, bugün iklim krizi gibi küresel bir tehdide karşı ortak mücadelede de birleştirici bir güç olabileceğinin altını çizdi.

Türkiye'nin adaylığındaki en güçlü argümanlardan biri de coğrafi konumu ve kırılganlığıydı. Bakan Kurum, Türkiye'nin Akdeniz havzasında yer alması nedeniyle iklim değişikliğinin etkilerini en derinden yaşayan ülkelerden biri olduğunu belirtti. Gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında Türkiye'nin tarihsel sorumluluğunun çok daha az olmasına rağmen, elini taşın altına koyarak kararlı iklim eylemlerini hayata geçirdiğine dikkat çekti. Müzakerelerin sonucunda Türkiye'nin, iklim değişikliğiyle mücadelenin küresel aktörlerinden biri olduğu tescillendi.

Türkiye'nin İklim Kanunu hazırlıkları, küresel bir marka haline gelen Sıfır Atık Hareketi ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefi doğrultusunda attığı adımlar, Ankara'nın iklim diplomasisindeki samimiyetinin en somut göstergeleridir. Ancak 2026'daki bu ev sahipliği, teknik bir organizasyonun çok ötesinde anlamlar taşımaktadır. Gelişmiş ile gelişmekte olan ülkeler arasında doğal bir köprü vazifesi gören Türkiye, hem iklim krizinin kırılganlığını derinden hisseden bir Akdeniz ülkesi hem de çözüm üreten bir bölgesel güç olarak masada yerini alacaktır. Bu bağlamda COP31, küresel iklim adaletinin tesisi ve finansman krizlerinin aşılması adına yeni bir uzlaşı zemini vaat etmektedir. Brezilya'da yarım kalan tartışmaların ve uygulama planlarının, 2026 yılında Türkiye'nin ev sahipliğinde, bu kararlı vizyon ve diplomatik tecrübeyle sonuca ulaştırılması hedeflenmektedir.