Türkiye’nin ‘en uzun seçimi’nde muhalefet ve iktidar

Dr. Murat Yılmaz Siy. Bilimci
31.01.2015

Erdoğan ve Davutoğlu için üç etaplık uzun seçimden başarılı çıkmak bir beka meselesidir. Muhalefet aynı düşmanlık hissiyle ikisine de saldırırken ve aynı zamanda ikilinin birbiriyle mücadeleye yönelmesini beklerken esasında kendi siyasi aklının dibini göstermektedir.


Türkiye’nin ‘en uzun seçimi’nde muhalefet ve iktidar
Türkiye siyaseti, üç etaptan oluşan “uzun seçim”in, son aşaması olan Haziran 2015 genel seçimlerine doğru ilerliyor. Türkiye’nin bu uzun seçimi, Türk modernleşme ve reform hareketlerinin bilançosunun çıkarıldığı tartışmaların bir hesaplaşması haline gelmiş durumda. Bu bakımdan ne 30 Mart 2014 seçimlerinde sadece yerel yönetimler ne 10 Ağustos 104 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sadece Cumhurbaşkanlığı ne de Haziran 2015 genel seçimlerinde sadece TBMM seçimleri yapılacak... Bütün bu seçimlerde Türkiye’nin modernleşme ve reform hareketlerinin kazanacağı seyir ve Türkiye’deki egemenlik savaşının sonucu tayin edilmeye çalışılıyor. Bu seçimlere 2014 sonunda yapılan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri, gündemden düşmeyen siyasi davalar, Anayasa Mahkemesi’nin görev sınırı tartışmaları ve TÜSİAD’tan ÖDP gelişen tuhaf ittifak tartışmalarını da dahil etmek mümkün.
 
Türkiye bütün bu tartışmalar olurken son 10 yılda BM insani kalkınma endeksinde orta insani kalkınmışlık sınıfından yüksek kalkınmışlık sınıfına sıçradı ve kişi başına milli gelirde yüksek gelir sınıfının eşiğinde yer alıyor. Diğer taraftan yapılan bir çok reforma rağmen, özellikle Gezi olayları ve 17- 25 Aralık operasyonları sonrasında yaşanan mücadele dolayısıyla Türkiye demokrasi kategorisinde otoriter olmayan tam demokrasiden hatta kusurlu demokrasilerden uzak ama hibrit rejim eşiğini aşamadı. Hatta kimi verileri tartışılabilir olsa da, The Economist’in verilerine göre Türkiye 10 basamak geriye düştü. Mesela müzakere süreci, gayrimüslimlerim vakıflarındaki önemli adımlar ve başörtüsü ayrımcılığının sona ermesi gibi verilerin bu endeks ve algıda ihmal edildiğini kaydedebiliriz. Keza yolsuzlukla mücadelede 3 Kasım 2002 sonrasında yaşanan büyük sıçramadan sonra Türkiye, ilk defa geriledi. Yolsuzluk algısındaki değişmeyle beraber 17-25 Aralık’ta yargıdaki siyasileşmenin billurlaşmasıyla mahkemelere güvenin son derece düştüğünü hatırlatalım. Burada özellikle Ortadoğu’daki mücadele dolayısıyla Türkiye aleyhine içeriden ve dışarıdan işleyen propaganda makinesinin rolünü ihmal edemeyiz ama Gezi ve 17-25 Aralık egemenlik savaşlarında demokratik hukuk devleti uygulamalarında bir hasar oluştuğunu da teslim etmek gerekiyor. Bu hasarlara rağmen, Türkiye’nin Gezi olaylarında sokağa 17- 15 Aralık’ta devlet içindeki otonom yapı veya örgüte teslim olmadan seçilmiş sivil otoritenin meşruluğu içinde aşılmış olması sadece kısa dönemde değil, uzun dönemde de Türkiye siyasetinin müspet hanesine yazılacak bir kazançtır. 
 
Türkiye’de 27 Mayıs darbesinden sonra yaşanan egemenlik savaşlarında oluşan hasara rağmen, seçilmiş siyasi otoritelerin egemenliğinin teyid edilmesi çok ehemmiyetli siyasi ve stratejik kazançlardır. 
 
Endekslerde bu kazancın görünmemesi anlaşılabilirdir ama siyasi analizlere tarihi süreçler dahil edildiğinde zaferin kıymeti anlaşılabilir ve vazgeçilmez olacaktır. Bu bağlamda hiçbir zafer hasarsız olmaz ancak zafer kazanıldıktan sonra ciddi bir “hasar tespit raporuna” ihtiyaç vardır. Zaferden sonra, zaferin kıymetinin anlaşılabilmesi, kalıcı olabilmesi ve sıçramaya yol açabilmesi hasarın onarılmasına yönelik siyasi irade, yöntem ve zamana göre teşekkül edecektir. Bu bakımdan Başbakan Davutoğlu’nun restarasyon ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yeni Türkiye vurgusu bu ihtiyacı karşılayacak bir siyasi söylemi ortaya koymaktadır, lakin artık siyasi söylemin ötesinde bir siyasi irade ve siyasi projeye ihtiyaç vardır.
 
Seçilmiş meşru siyasi otoriteye karşı gayrimeşru yollarda başlayan mücadelede meşru egemenliğin kazanmasında oluşan hasarın aşılmasında muhalefetin oynayacağı rol fevkalade mühimdir. Fakat muhalefet, muhalefet hasarın aşılarak demokratik hukuk devletinin ve anayasal demokrasinin inşa edilmesi, yani Türkiye’nin hibrit rejimden tam demokrasi istikametine yönelmesini Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin başarısı ve kalıcı olması olarak yorumladığı için iktidarla işbirliğinden ısrarla uzak durmaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu üç etaplık uzun seçim de muhalefeti bu konuda rekabeti önceleyen ve Erdoğan ve AK Parti’yi tecrit eden bir stratejiyi tercih etmeye sevk etmektedir. Muhalefet reformları engelleyen, Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir siyasete angaje oldukça, hasarın onarılmasına mani olmakta hatta artmasına ve bu bağlamda Erdoğan ve AK Parti karşıtı propagandanın özellikle yurt dışında etkinleşmesine yol açıyor. Fakat bu konudaki başarıları, kendi lehlerine bir kazanca dönüşemiyor. Tam aksine siyasi alanı ve hamle üstünlüğünü AK Parti’ye ve HDP’ye terk ediyorlar. AK Parti 3 Kasım 2002’den bu yana muhalefetin bu hatasını kazanca çeviriyor. Çözüm sürecinin başlamasından itibaren HDP de muhalefetin terk ettiği  siyasi alanı kullanmaya başladı.
 
‘Anti-laik odak’
 
CHP, MHP, otonom yapı, radikal sol grupların bir kısmı, bazı sendika ve meslek kuruluşlarıyla TÜSİAD’ın başını çektiği büyük sermayenin Erdoğan ve AK Parti karşıtlığıyla birleşen reaksiyoner muhalefeti Geziyle otoriterlik, 17-25 Aralıkla yolsuzluk ve IŞİD’le laiklik üzerinde tazeleniyor. Özellikle ISİD ve Fransa’da terör hadiseleri laiklik ekseninde bir muhalefetin bilhassa yurt dışında Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir dalga oluşturacağı, hatta Batının artık ılımlı da olsa siyasi İslam’ı ezeceği kanaati bu cepheye yerleşmiş durumda. TÜSİAD da ÖDP de bu hatta birleşmiş durumda. Bu anlayışla, AK Parti Batının isteğiyle iktidar olan ve siyasal İslamcılığa indirgenecek bir siyasi aktör olarak kabul ediyor buna rağmen seçimlerde AK Parti karşısında başarılı olamayacağını da kabul ediyor. Öyleyse kendi ifadeleriyle AK Parti hegemonyasını sona erdirmek için hangi siyaseti öneriyorlar? 
 
Batının siyasal İslamcılığın defterini düreceği varsayımında, Türkiye içinde 27 Mayısvari bir koalisyonla seçim dışı yolarla AK Parti’nin devrilmesi mi amaçlanıyor? Aslında, Gezi ve 17-25 Aralık’ta denenen ve başarısız olan bu yolun Erdoğan ve AK Parti’nin artan hegemonyası ve devlet kapasitesinin gücü karşısında başarılı olamayacağını kabul ediyor. Türkiye’nin yanlış bir dış politikayla Suriye’ye veya IŞİD’e karşı operasyon yapması veya ekonomik kriz beklentisi de gerçekleşmeyince bu cephenin yegane umudu, Erdoğan ve Davutoğlu arasında çıkacak muhtemel bir anlaşmazlık ve bu sayede AK Parti’nin bölünmesi... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bakanlar Kuruluna başkanlık ederken Başbakan Davutoğlu’nun bir fotoğrafı veya TBMM’de Yüce Divan oylamasında AK Parti’nin verdiği fireler üzerinden yapılan coşkulu yorumlar, bu siyasi anlayışı veya beklentiyi ifade ediyor.
 
Elbette bu siyasi beklentinin doğru bir tarafı var. Sahiden Erdoğan ve Davutoğlu birbirlerine karşıt, mesela Turgut Özal ve Mesut Yılmaz pozisyonuna savrulursa AK Parti’deki güç temerküzü dağılarak başka bir siyasi koalisyonun önünü açabilir. Mamafih bu basit gerçeği Erdoğan ve Davutoğlu’nun bilmediği ve AK Parti’nin ardındaki sosyolojinin farkında olmadıklarını varsaymak ancak Türkiye’deki muhalefete yakışacak bir basiretsizlik olarak manidardır.
Erdoğan ve Davutoğlu için üç etaplık uzun seçimden başarılı çıkmak bir beka meselesidir. Muhalefet bu ikiliyi tecrit edip aynı düşmanlık hissiyle ikisine de saldırırken, bu ikilinin birbiriyle mücadeleye yönelmesini beklerken siyasi aklının dibini göstermektedir. Bu saldırılar sadece Erdoğan ve Davutoğlu’nu birbirine yaklaştırmakla kalmayacak, tıpkı 2002 sonrasındaki diğer seçimlerde olduğu gibi AK Parti’nin arkasındaki sosyolojik tabanının siyaseten konsolide olmasına yol açacaktır. Muhalefet bu karşıtlık yerine egemenlik savaşının sona erdiğini, Erdoğan ve AK Parti’nin meşruiyetini kabul ettiğini, otonom yapıya karşı olduğunu ve reformlara destek vereceğini açıklayarak en azından AK Parti’ye oy veren sosyolojiyi yumuşatabilirdi. Böylece Erdoğan ve Davutoğlu’nun Türkiye toplumunun ve devletinin reform ihtiyacının tek siyasi temsilcisi olma sıfatına son verebilirlerdi. Muhalefet artık bu şansı da kaçırmış görünüyor. Fransa’daki terör eylemleri sonrasında yeniden İslamofobik tarzda neşet eden laikçi dalga ve 16 Türk devleti etrafında sergilenen müstehzi tavır Haziran 2015 seçimlerinde muhalefetin kendi kalesine attığı goller olarak şimdiden skorlara yansımaya başladı bile...
 
[email protected] Dr. MURAT YILMAZ Siyaset Bilimci SDE Siyaset Koordinatörü