Türkiye’nin hafıza defterinde 28 Şubat

Fatmanur Altun / Marmara Üniversitesi
14.03.2015

Evet, bazılarımız hala konuşamıyoruz. Çünkü bunca tanıklığa rağmen mücrimlerin mağrur edasından hiç bir şey eksilmiyor. Hançer hala yerinde dururken acıların ‘mağdur/mazlum edebiyatı’ diye yaftalanması, hançerin yaranın içinde çevrilmesinden başka bir işe yaramıyor.


Türkiye’nin hafıza  defterinde 28 Şubat
Bu ülke’nin bir hafıza/hatıra defteri var, belli tarihlerin kırmızı kalemle işaretlendiği... Acıtan, kanatan yaraların açıldığı, ülke için dönüm noktası olan tarihler... 27 Mayıs gibi, 12 Mart gibi, 12 Eylül gibi 28 Şubat da hafıza defterimizde kayıtlı. Bu kayıtlarda 28 Şubat, Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan on küsur kararın, gerçek hayatta bin küsur acıya tahvil edilmesine olur verilen tarih olarak geçiyor. Bin küsur acı farklı kombinasyonlarla belki milyonlarca insanı etkiledi, etkilemeye devam ediyor. 
 
Belki tam da bu nedenle her gelen yıl daha da yüksek sesle konuşuluyor 28 Şubat hakkında. Acılar bir kere daha hatırlanıyor, kanatmak pahasına yaraların kabukları kaldırılıyor ve konuşuluyor. En çok da şahitlik etmek için. Kendince anlatıyor insanlar 28 Şubat’larını. Bir köşede yaralarını birbirine gösteren çocuklar gibi, birbirlerine emanet ediyor insanlar acılarını. Ne var ki bazılarımız hala konuşamıyoruz. Yaşadıklarımız hala kelimelere bürünüp dilimizden dökülemiyor. Çok derinlere işlemiş yer altı suları gibi, bir türlü yüzeye çıkacak toprağı bulamıyor kimimizin acıları. ‘Gel, konuş, şahitlik et!’ türünden davetlere icabet edemeyişimizin bir sebebi olmalı oysa.
 
Bu yıl, daha önce defaatle yaptığım gibi, bu kez de yazarı olduğum Lacivert dergisinin 28 Şubat etkinliğinde konuşmayı geri çevirdiğimde, bu konuşamayış keyfiyeti üzerine düşünmeye başladım. Yalnız olmadığımı, konuşabilenler kadar, belki de onlardan daha fazla konuşamayan olduğunu biliyordum. Neydi bu halin sebebi?
 
Bu mesele her gündeme geldiğinde boğazımı tıkayan yumrunun yıllar geçmesine rağmen hala yerinde durması olabilir miydi? Konuşamamak, sesi çıkmamak, yahut konuşayım derken hıçkırıklara boğulmak korkusu belki de... Yahut bir yandan konuşanların cesaretlerini hayranlıkla izlerken diğer yandan parçası olduğum o büyük acıyı uzaktan seyretme, mesafe koyma çabası olabilir miydi sorun? 
 
Hem evet, hem hayır!
 
Evet! Çünkü yüzeyde olan gözle görünür, elle tutulur sebepler bunlardı. Hayır! Çünkü bunların hiç biri sebep değil daha büyük bir soruna işaret eden semptomlardı. O halde altta yatan sebebi masaya yatırmak ve çözümlemek gerekiyordu.
 
28 Şubat neydi?
 
28 Şubat’a yapılabilecek belki de en uygun benzetme bir atom bombası olabilir. İlk etkisi kıyametvari bir yıkım olan ve sonrasında kuşaklar boyu devam eden ölümler, hastalıklar yahut sakat doğumlar davet eden atom bombası gibi, 28 Şubat’ta da toplumsal yaşantımıza bir atom bombası atıldı. Okul önlerinde çocuk yaştaki insanların polisler tarafından yerlerde sürüklendiği, evlerinin basılıp nezarethaneye atıldığı, panzerlerle kovalandığı, kızların başlarından örtülerinin çekilip alındığı, kalabalığa doğrultulmuş silahlarla ateş emri bekleyen bordo berelilerin başörtüsü eylemlerine vaziyet ettiği, öğretmenlerin, memurların işlerinden atıldığı, askerlerin, kamu görevlilerinin fişlendiği, hastanelerde başörtülü olduğu için insanların ölüme mahkum edildiği kıyametvari ilk yılları atlattık atlatmasına. Ancak 28 Şubat’ın dalga etkisi hala devam ediyor ve adeta bir dip akıntısı gibi toplumsal formasyonumuzu şekillendirmeye devam ediyor. Bu dip dalgası, daha iyi hayatları olabileceğini bir kez gördükten sonra, bunun ellerinden alınmasını seyreden, o en güzel yıllar diye bahsedilen yirmili yaşlarına bir daha asla dönemeyecek sayısız kadının hayal kırıklıklarından besleniyor. Bu hayal kırıklıklarının, kurdukları ailelerde bir biçimde devam eden yansımaları ile güçleniyor. 28 Şubat’ta o günün şartları altında hapsedilmiş insanların bir kısmının hala hapiste oldukları gerçeği ile pekişiyor. Toplumsal, kültürel yaşantımızdan izleri bir türlü silinemeyen ayrımcılık tarafından katmerleniyor. Hasılı bin yıl devam etmemiş olmasını gururla ifade ettiğimiz 28 Şubat’ın yıkıcı etkilerinin bir kısmı hala devam ediyor. 
 
Konuşamıyoruz, çünkü... 
 
Bütün bunlar meselenin bir tarafında duruyor. Diğer tarafta ise 28 Şubat’ın ortaya serdiği toplumsal zaaflarımızın hiç birinin rehabilite olmadığı gerçeği duruyor. 28 Şubat’ın bu ülkede yaşayan Müslümanlara olduğu kadar, kadınlara karşı bir hareket olduğunu göremeyen Türkiye feministlerinin, o süreçte ezilen kadınlara bir dirhemini bile çok gördükleri desteği, erkek egemen diye yaftaladıkları çatık kaşlı devlete nasıl sınırsızca sunduklarına dair ne kapsamlı bir eleştiri ne de zayıf da olsa bir öz eleştiri yapılabilmiş değil. Oysa Türkiye feministlerinin, başörtülü hemcinslerine çok büyük bir özür borçları var. Bu özür yakın zamanda dilenir mi bilmiyoruz ama siyaset sahnesine çıkmak isteyen kadınlara destek vermek üzere kurulmuş feminist kadın derneklerinin bile başörtülü adaylara hala destek vermedikleri meydanda. 
Feministler bir tarafa, bir de ‘cumhuriyet kadınları’ var. Bilmem hangi toplantıda konuşan bu ‘muhteşem’ kadınların birer Jeanne D’arc edasıyla başörtülü kadınları karşılarına almaları, ‘o pırıl pırıl saten başörtüleri ile yanımdan dimdik yürüyüp geçmelerini hazmedemiyorum!’ demeleri, bırakın bir özrü, yakın zamanda savaş baltalarını gömeceklerine dair bir emareyi bile bünyesinde barındırmıyor.
 
Türkiye solcularının bir kısmının başörtüsü eylemleri ilk başladığı sırada, özgürlük, devlete karşı bireyi savunma gibi saiklerle eylemlere verdikleri desteğin, irtica korkusu tarafından zehirlenmesi ve ‘politik doğruculuk’ adına dincilere yardım eden konuma düşmekten hızla ricat etmeleri, konuşulmamış ve özrü dilenmemiş bir başka başlık.
28 Şubat sürecinde oynadığı yüz kızartıcı rol herkesin malumu olan medyamızın bu süreçteki ilişkilerinin hala tam olarak aydınlatılamamış olması ise toplumsal rehabilitasyona bir başka engel. Medya içinde tek tük sesleri duyulmaya başlayan öz eleştiri örneklerini yok saymasak da cürüm ile hiç değilse özrün denk gelmesi için hala zamana ihtiyaç olduğu görülüyor.
 
Ve tabi ki Gezi olaylarının yarattığı girdab... Bu girdabın Türkiye’de yaşayan Müslümanları ve özelde başörtülüleri içine soktuğu ruh hali konuşulması gereken bir başka tablo. Geçmişte olanları bir sapma olarak gören ve muhatabını affetmeye hazır başörtülü pek çok Müslüman’ın, Gezi olayları ile birlikte ‘yangında ilk bırakılacaklar’ listesinde olduklarını farketmelerinin yarattığı travmayı uzun yıllar boyunca anlamlandırmaya çalışacağız. Bunların da bir özrü dilenecek mi bilmiyoruz fakat tabiat aşkı diye başlayan olayların bile dönüp dolaşıp bir noktada başörtüsü karşıtlığı ile kendisini ifade ettiği bir nefret damarının hala capcanlı olduğunu müşahede ediyoruz. 
 
Evet, bazılarımız hala konuşamıyoruz. Çünkü bunca tanıklığa rağmen mücrimlerin mağrur edasından hiç bir şey eksilmiyor. Hançer hala yerinde dururken acıların ‘mağdur/mazlum edebiyatı’ diye yaftalanması, hançerin yaranın içinde çevrilmesinden başka bir işe yaramıyor. Bu nedenle cesaret gösterip konuşanlar da bir süre sonra konuşmaz hale geliyorlar. Konuşmalıyız, konuşabilmeliyiz ve konuştuklarımızın bir sonucu olmalı. Hançer battığı yerden çıkmalı, yaralar yıkanıp sarılmalı. Ki iyileşme başlayabilsin...