Türkiye’nin liberal solu ve Pakistanlaşma ithamı

ÖMER ASLAN - Araştırma Görevlisi - Polis Akademisi
21.11.2015

Pakistan, yıllarca -en iyimser tahminde 1990’ların ortalarında Refah-Yol hükümeti döneminden bu yana- Türkiye’de beğenmedikleri sivil hükümetleri dışarıda ve içeride karalamak için İran’dan Malezya’ya kadar benzetecek başka bir ülke arayan liberal-sol muhalif aydınların yeni gözdesi.


Türkiye’nin liberal solu ve Pakistanlaşma ithamı

Suriye ve Irak’ta devam eden çatışmaların ve sayıları milyonları bulan mülteci akınının “AKP’yi devirme” ihtimalini sevmiş, büyük ihtimalle hiç gitmedikleri, mümkün mertebe gitmeyecekleri veya gitseler dahi İslamabad’da, halkın çoğunun “gayr-ı milli” gördüğü Serena Otel’de kaldıkları odadan Pakistan hakkında ahkam kesmekten çekinmeyecek bu ümitsiz kesim (Nişantaşı’ndan Türkiye’ye yön çizmeye çalışmaya çok alıştıklarından olsa gerek), son bir yıldır Pakistan’dan da kendilerine bir-iki sol tandanslı isim bularak “Türkiye Pakistanlılaşıyor” cümlesine çok orijinal bir benzetmeymiş gibi sarılmaya başladı.

Geçtiğimiz yıldan bu yana iç ve dış medyada yer bulan bu kampanya, İslamofobik Cumhuriyet’ten Ceyda Karan’ın, Pakistan’ın liberal-sol isimlerinden İmtiyaz Gül ile 12 Ekim’de yaptığı bir söyleşiyle devam etti. Konuşmanın gelip dayandığı nihai nokta, Türkiye’de AK Parti’nin seküler muhaliflerinin yıllardır ‘kat’ niyetine çiğnediği -aksi takdirde kahrolası gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalacakları için- “AK Parti Türkiye’ye Şeriatı getiriyor” fikirsizliğidir. Pakistan’da Ziya ül-Hak’ın Pakistan’ı İslamlaştırdığı (ülkede alkolü yasaklayan ve şeriat yolunda ilk adımı adan Zülfikar Ali Butto olduğunu unutarak), ABD’nin de buna göz yumduğu ve -en kritik yere geliyoruz- liberal aydınların ve sekülerlerin onlara alan açtığı, yeterince karşı çıkmadığı hikayesiyle bugünün Türkiye’si tanımlanmak isteniyor. Pakistan’a dönüşünde Pakistan’ın sol eğilimli, seküler kesiminin sözcüsü olaran Friday Times’ta da bu konu hakkında yazmaya karar veren Gül, 28 Şubat döneminde çıkardığı dergide askerlere ‘dini mühendislik’ yaptıracak kadar kötü durumdaki Diyanet İşleri Başkanlığının küresel düzeyde aktif hale gelmesinden ve Türk diplomasisinin bir parçası haline gelmesinden duyulan rahatsızlığı dile getirirken, Suriye’nin yeni Afganistan olabileceğini, bunun da Türkiye için artan dini militanlık, mezhepçilik, terörizm ve suç oranları anlamına gelebileceğinden dem vuruyor. Ve tabii ki AK Parti’nin Türkiye’nin temel seküler kimliğiyle oynadığı ve değiştirmeye çalıştığı suçlamasını ekliyor. Pakistan benzetmesinde, önceki yıllarda duyduğumuz İran ve Malezya benzetmelerindeki teze ek olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti hükümetinin bir NATO üyesi olan Türkiye’de güvenliği sağlayamadığı iddiası gündeme taşınmak isteniyor. Artık Türkiye’nin ‘ekseninin kaydığı’, AK Parti’nin ülkeye şeriatı getireceği gibi söylemler yeterince tıklanmadığından, hedef hükümetin Türkiye’yi, ‘failed state’ [aciz devlet] olmaya doğru götürdüğünü göstermeye dönüşmüş durumda.

Yukarıda benzetme hayli ideolojik bir eşleştirme olduğu için, cevaben Pakistan’ın Afgan mültecileri ülkeye entegre etme kapasitesiyle Türkiye’nin bu anlamdaki gücünün ve eylemlerinin çok farklı olduğunu anlatmanın yeterli olacağı hayli şüpheli.

Biz yine de deneyecek olursak; ilkin, Türkiye’nin mültecileri karşılama, yerleştirme ve nihai olarak entegre etmede gösterdiği çoğulculuk, aldığı mesafe ve gösterdiği başarı Pakistan’ın bu konudaki tecrübesiyle karşılaştırılamaz. Her ne kadar Osmanlı’nın son döneminde, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Soğuk Savaş’ın sonlarında ve 1990’ların başında Türkiye’ye mülteci akınları olmuşsa da bu tecrübeler, Suriye ve Iraklı mülteciler tecrübesinden çok daha küçük bir hacimde gerçekleşmişti. Emniyetin farklı birimleri de dahil olmak üzere, kurumların bu sürece uyum sağlaması, hukuki altyapının durumu kontrol etme ve yönetmeye yeterli hale getirilmesi doğal olarak zaman aldı. Bu ‘yeni’ duruma toplumsal olarak alışmamız zaman alsa da, böylesi sınayıcı bir süreç bundan daha doğru, daha samimi ve daha kalpten yönetilemez, bundan daha pürüzsüz bir geçiş süreci yaşanamazdı. Avrupa’nın Türkiye’ye gelen mülteci sayısının onda biri karşısında ne hallere düştüğü, kaosa sürüklendiği, yıllarca temellerini oluşturduğunu iddia ettiği değerleri bir anda unutuverdiği bu sınavı Türkiye A notu ile geçeli uzun zaman oldu.

Buna ek olarak; kardeş ülke Pakistan’ın mülteci politikasının yarattığı zorluklar ve güvenlik noktasındaki zafiyet, birçok dış aktör açısından maliyetli bir durum yaratmadığı için bu aktörler tarafından görmezden gelinebilirken, Türkiye için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ortadoğu’da düzensizlik, yaygınlaşan terörizm, ekonomik istikrarsızlık ve her türlü çatışma hali en başta Avrupa olmak üzere dış aktörler için maliyet üretmektedir. Buna güzel bir örnek olarak, Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler, liberal-sol muhalif çevreleri şoka uğratır şekilde AB’nin Türkiye ilgisinin birden artmasına neden olan en büyük faktör oldu. Avrupa’nın Akdeniz’de mültecilerle verdiği ve şu ana kadar sınıfta kaldığı sınav ve Fransa’da meydana gelen saldırılar, Avrupa’nın Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’da olup bitene kayıtsız kalmasına izin vermiyor. Angela Merkel’in Türkiye’ye gelmemesi için dilekçeler yazan sol-liberal kesimin, Merkel’in gelişinin ardından duyduğu öfke de, 7 Haziran’dan sonra daha da ikna oldukları, AK Parti’nin gidişini sağlayacak temel neden olarak düşündükleri Suriye meselesinin ve mültecilerin, umduklarının aksine Avrupa ile Türkiye’yi yeniden stratejik anlamda yakınlaştıran mesele olmasından doğan derin şaşkınlık ve hayal kırıklığından kaynaklanıyor.

IŞİD nasıl taban buluyor?

‘Türkiye Pakistanlaşıyor’ önermesinin en önemli varsayımlarından birisi Pakistan ile Afganistan Talibanı arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak Pakistan Talibanının ortaya çıkmasına benzer şekilde Türkiye’de de bir “Türkiye IŞİD”i ortaya çıkabileceğidir. En başta şunu söylemek gerekir ki, Türkiye ile IŞİD arasındaki ilişki farklı global ve bölgesel ajandalar için son derece araçsal olan bir terör örgütü ve onunla, diğer terör örgütleriyle olduğu gibi mücadele eden bir güçlü devlet arasındaki ilişkidir. IŞİD’in Ortadoğu’nun Talibanı haline gelmesi ve Türkiye’de bir ‘IŞİD şubesinin’ oluşması bu süreçteki tüm manipülasyonlara ve Ankara’da meydana gelen patlamaya rağmen olası değil. Suriye’deki cihadın IŞİD ile birlikte aldığı hal, Suriye ve Irak’ın Bosna, Afganistan veya Çeçenistan cihatlarıyla karşılaştırılamayacağı kanaatini çoktan uyandırmış durumda. Türkiye’de mevcut, bu topraklara has, hoşgörülü, IŞİD ve temsil ettiği ideolojinin aksine tekfirci olmayan İslam anlayışı hakimiyetini sürdürüyor. Sahada yapılan çalışmalarda IŞİD’e katılımda ciddi ve sürdürülebilir bir sosyolojik ve dini anlayış tabanının olmadığı açıkça görülüyor. Bahse konu ‘Pakistanlaşma’ tezinin öne sürdüğünün tam da aksine, Türkiye’de IŞİD’in dini kisve verilmiş dışlayıcı söylemini çürüten yegane faktör Türkiye’nin ‘Müslüman demokratlar’ tarafından yönetiliyor olmasıdır. IŞİD’in rejime ve hükümete yönelik suçlamaları bu sayede alıcı bulmamaktadır.

Son olarak, belirtmek gerekir ki Pakistan solunun da, Batılı liberaller gibi Türkiye’yi yanlış kesimler üzerinden okumaları ve “Türkiye Pakistanlaşıyor” benzetmesini duyunca öfkelenmemeleri ne hazin. Zira bu benzetmede olumsuz bir imge olarak kullanılan ‘Pakistanlaşma’ ifadesinin Pakistanlı bu isimlerin ağırına gitmiş olması gerekirdi. Bir dönem vardı ki, Pakistan’ın asılan lideri, sol-eğilimli Zülfikar Ali Butto, 1970’li yılların başında’Pakistan’ın Kıbrıs politikasının ne olduğu’ sorulduğunda, “bizim Kıbrıs politikamız yoktur. Türkiye’nin bir Kıbrıs politikası vardır. Türkiye’nin politikası neyse bizimki de odur” demişti.

[email protected]