Türkiye’nin ‘manevi misak-ı milli’si

Prof. Dr. BİROL AKGÜN/Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)
6.10.2012

Soğuk Savaş sürecinde oluşan küresel siyasi mimari bugün artık işlememektedir. Batının hegemonyası çözülürken bölge ülkeleri için kapsayıcı bir barış, kalkınma ve güvenlik söylemine ihtiyaç vardır. Türkiye kendi önüne açılan fırsat penceresini kullanarak çevresindeki halklarla kalıcı bağlar oluşturma ve ortak bir vizyon geliştirmeye çalışmaktadır.


Türkiye’nin ‘manevi misak-ı milli’si

Türkiye’nin gelecek on yılını biçimlendirecek liderlik kadrosunu belirlediğine inanılan ve siyasi programını yenileyen AK Parti kongresinden yola çıkarak, Türkiye’nin iç ve dış politikasının yakın geleceğine ilişkin bazı gözlemler yapmak mümkündür.

Öncelikle, iç siyaset açısından AK Parti Türkiye’nin hegemonik bir siyasi gücü haline gelmiştir. Sartori gibi bazı siyaset bilimcilerin tanımladığı hegemonik parti sisteminde, demokratik bir siyasal rekabet vardır; ancak seçimlerden sürekli olarak aynı parti zaferle çıkar ve iktidarı uzun süre kontrol eder. Bu çerçevede AK Parti 2002’den bu yana girdiği her seçimden ve referandumdan zaferle çıkmıştır. Hindistan’da 30 küsur yıl iktidarda kalan Kongre Partisi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni Japonya demokrasisinde 41 yıl kesintisiz ülkeyi yöneten Liberal Demokrat Parti hegemon partilerin tipik örnekleri olarak bilinir. Aslında Sartori, 1950-60 arasında Türkiye’yi yöneten DP’yi de bu parti kategorisinde değerlendirir. Gerçekten de DP, askeri ihtilal olmasaydı kalıcı bir siyasi güce dönüşür müydü bilemiyoruz.

Ancak, bugünkü verilerden hareketle, Türkiye’yi en uzun süre yöneten parti sıfatını kazanan AK Parti’nin artık toplumda ciddi bir hegemonik güce dönüştüğünde şüphe yok. İş çevreleri, siyasi elitleri, medya desteği ve dış bağlantıları ile AK Parti Türkiye’de güçlü bir meşruluk zeminine sahiptir. İşin ilginç olan yanı ise, Meclis içindeki ve dışındaki siyasi partilerin ve bu arada siyasetin dışındaki diğer iç ve dış güç odaklarının da AK Parti’nin Türkiye’deki bu rolünü benimsemiş ve hatta içselleştirmiş olmalarıdır. Kamuoyu yoklamaları ne CHP ne de MHP’nin iktidar partisine karşı bir alternatif iktidar bloğu yaratamadığını ortaya koymaktadır. Elbette ki bu durum demokrasinin daha sağlıklı işlemesi ve yönetim sürecinde halkın çıkarlarının daha iyi korunması için mutlaka gerekli olan güçlü muhalefetin yokluğunun da bir göstergesidir ve Türk demokrasisi adına bir nakısadır.        

AK Parti’nin hegemonik gücü

Dördüncü büyük kongrede AK Parti’nin kendi siyasi gücünü konsolide ederek oyunu yüzde 50’nin üzerinde tutacak yeni dayanaklar kazanmayı hedeflediği söylenebilir. AK Parti esasen farklı sosyal ve siyasi grupları bünyesinde toplayan siyasi koalisyon ya da başka bir ifadeyle bir şemsiye örgüttür. Bu büyük koalisyonun kurucu iradesi on yıl önceki milli görüşten ayrılan dinamik ve genç kadrolarca oluşturulmuştur. Zamanla ülke yönetiminde gösterdikleri başarılı performans ile bu çekirdek kadro diğer İslami grupları (Nurcusundan Menzilcisine kadar) kendisine çekmeyi başarmıştır. Ayrıca 2011 seçimleriyle birlikte eski merkez sağ seçmeni de içine almıştır. Hatta 12 Eylül 2010 referandumu bu koalisyonuna MHP tabanının da eklemlenebileceğini göstermiştir.

AK Parti’yi oluşturan bu toplumsal koalisyon, büyük ölçüde yerli yerinde durmaktadır. Ancak koalisyonu oluşturan önemli bir gruptan parti liderliğine karşı bazı çatlak sesler de yükselmektedir. Her halükarda, 2014’e giderken AK Parti’nin saflarını sıklaştırma ve tabanını güçlendirme adına partiye ciddi yeni siyasi aşılamalar/güçlendirmeler yaptığı söylenebilir.

AK Parti, kendisine yakın olan ve belli bir toplumsal karşılığı da olan potansiyel lider adaylarını kendi saflarına çekmeyi başarmıştır. Bu çerçevede Numan Kurtulmuş eski Milli Görüş geleneğinin henüz yıpranmamış bir lideri olarak, olası bir alternatif sağ iktidar bloğu oluşumunda hemen akla gelen isimlerden birisiydi. Yine aynı şekilde Süleyman Soylu da DP-ANAP-DYP geleneği içinde darbelere karşı sağlam bir duruş sergileyen “demokrat kimliği” ile ön plana çıkmış bir siyasi figürdür. Başbakan Tayyip Erdoğan, bir anlamda kendi kulvarındaki muhtemel siyasi liderleri partisi içine çekerek AK Parti şemsiyesini genişletmiştir. Aynı zamanda bu tür siyasi figürlerin de kendisine karşı kullanılmasının yolunu kesmiştir. Bu, AK Parti ve Erdoğan adına son derece akıllı ve basiretli bir siyasi hamle olarak görülebilir. Benzer bir yaklaşımla özellikle ülkenin öncelikli sorunları konusunda toplumsal aktör haline gelmiş bazı akademisyenler de partiye kazandırılmıştır. Tüm bu siyasi ve toplumsal liderlerin kamusal vicdanda belli bir karşılığı vardır ve büyük ölçüde doğru tercihlerdir.

Gerek Tayyip Erdoğan’nın MKYK’yı genişletme politikası, gerekse kongredeki konuşmasıyla çizilen siyasi strateji (2023’e hatta 2071) AK Parti’nin ve liderinin gelecek vizyonuyla da uyumludur. 2013’te yerel seçimlere; 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve 2015’te genel seçimlere gidilecek olan Türkiye’de AK Parti güçlü bir liderlik, sağlam bir iç tutarlılık ve heyecan verici bir vizyonla topluma kendini sunmaktadır. Olağanüstü bir ekonomik kriz ya da savaş gibi yıkıcı bir olayla karşılaşılmadığı sürece, partinin içerideki hegemonik konumunun sarsılması kolay olmayacaktır.

Eksikliklere gelince. Kongre öncesinde Başbakan Erdoğan’ın partinin MKYK’sında daha köklü bir yapılanmaya gideceğine ilişkin ciddi bir beklenti oluşmasına karşın, dışarıdan fazla taze kan takviyesi yapılmamış gözüküyor. İskelet büyük oranda korundu. Başbakanın konuşmasında eksik kalan konulardan biri de olan Kürt sorunudur. Erdoğan’ın konuşması kongre öncesinde yükse(lti)len beklentiler karşısında biraz zayıf kalmış gözüküyor. Çözüm konusunda Kürt vatandaşların sağduyusuna çağrı yapmakla yetinildi. Benzer şekilde Suriye konusunda Türkiye’nin izlediği dış politikaya yönelik eleştirilere karşı da daha ciddi bir cevap gerekirdi herhalde. Eğitim politikalarına ve üniversitelerin yeniden yapılandırılmasına ilişkin konular da AK Parti’nin gündeminde olması beklenirdi. Dış politika açısından AB ile ilişkiler de benzer şekilde gereken ilgiyi görmedi.

AK Parti kongresinde yalnızca Erdoğan’ın konuşması dikkat çekmedi. Yabancı ülkelerden gelenler ve özellikle de bölgesel başkentlerden gelenlerin yaptıkları konuşmalar da oldukça önemliydi. Özellikle yeni kurulmakta olan Ortadoğu’nun siyasi aktörlerinden olan Mısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi; Kuzey Irak’ın bölgesel lideri Mesut Barzani ve Filistinli Hamas lideri Halid Meşal’in konuşmaları ve hatta bizatihi katılımları dahi sembolik olarak son derece önemli ve anlamlıydı. Mursi’nin Türkiye’yi ve AK Parti’yi kendileri açısından model olarak gördüklerine ilişkin açıklaması; Meşal’in Erdoğan’ın yalnızca Türkiye’nin değil, tüm İslam toplumlarının lideri olduğuna ilişkin cümleleri ve nihayet Barzani’nin PKK’ya ve Kürt gruplara silahı ve şiddeti terk etmeye yönelik çağrısı son derece derin anlamlara sahiptir. Dahası Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının başında tıpkı Balkon konuşmasında olduğu gibi, Ortadoğu’nun ve Balkanların tüm önemli şehirlerini sayarak tek tek selamlaması, Türkiye’nin son zamanlarda kendi çevresindeki halklarla yalnızca ticari ilişkileri geliştirmeyi değil, kalıcı gönül köprüleri de kurmayı amaçlayan siyasi stratejisine son derece uygundu. Erdoğan konuşurken yalnızca Türkiye’deki seçmene değil, potansiyel olarak Türkiye’nin kültür ve medeniyet havzasında yer alan tüm ülke halklarına da sesleniyordu.

Dış politikada bölgesel liderlik

Bazıları bu yaklaşımı imparatorluk hayalleri veya Neo-Osmanlıcılık olarak okusalar da, gerçek şudur. Soğuk Savaş sürecinde oluşan küresel siyasi mimari bugün artık işlememektedir. Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yeni güç dengeleri kurulabilmiş değildir. Batının hegemonyası çözülürken bölge ülkeleri için kapsayıcı bir barış, kalkınma ve güvenlik söylemine ihtiyaç vardır. Türkiye kendi önüne açılan fırsat penceresini kullanarak, çevresindeki halklarla kalıcı bağlar oluşturma ve ortak bir vizyon geliştirmeye çalışmaktadır. Bir anlamda bazılarının bölge ülkeleriyle “manevi bir misakı milli” oluşturuyor dedikleri görüntü; aslında Türkiye’nin yalnızca bölgede değil, küresel düzlemde hak ve adalet ekseninde yeni bir “hayali cemaat” yaratma teşebbüsü veya “ortak gelenekler icat etme” arayışı olarak okunmalıdır. Nitekim Erdoğan’ın 1071’den başlayarak Türklerin bu coğrafyada yaşayan Müslüman veya gayr-i Müslimlerle barış içinde birlikte yaşayabilme tecrübesini hatırlatması tam da bu “ortak hayaller kurma” arayışının bir göstergesi değil midir? Topkapı Sarayı’nın ana kapsının sağında “Yeryüzünde Allah’ın (adaletinin) gölgesi” ve sol tarafta ise “Tüm mazlumların (koruyucu) sığınağı” yazısı yaldızlı harflerle işlenmiştir. Bu ibareler, bugünkü Türkiye’nin uluslararası arenada yaratmaya çalıştığı yeni misyonunun da özetidir. Yoksa Türkiye’nin Suriye politikasını başka türlü hangi çıkarla veya rasyonel gerekçelerle izah edeceksiniz?

 [email protected]