Türkiye'nin nomosu: İslam

Ercan Yıldırım / Yazar
12.05.2018

1071’den sonra Anadolu’yu vatan kılarken, farklı boyların, soyların kendi iddialarını örtüp bir millet meydana getirmesine Müslümanlık sebep oldu. Çünkü “mecburiyetler etiği” kimsenin İslam mutabakatını bozmasına müsaade etmedi, Anadolu’ya gelen topluluklar için Türkiye son şans idi. Bu son şansı değerlendirmek ancak İslam’ın ontolojik kılınmasıyla değerlendirilebilirdi. Malazgirt, Türklere Anadolu’nun kapılarını açmadı, Anadolu’nun İslamlaştırılmasının kapılarını açtı! Bir dünyadan vazgeçip yeni bir dünya kurmak isteyenler, İslami bir hayatı talep edenler Anadolu’yu vatanlaştırdı.


Türkiye'nin nomosu: İslam

Türkiye’nin nomosu İslam’dır.

1071’den sonra Anadolu’yu vatan kılarken, farklı boyların, soyların kendi iddialarını örtüp bir millet meydana getirilmesine Müslümanlık sebep oldu. Çünkü “mecburiyetler etiği” kimsenin İslam mutabakatını bozmasına müsaade etmedi, Anadolu’ya gelen topluluklar için “Türkiye son şans” idi. Çünkü bu son şansı değerlendirmek ancak İslam’ın ontolojik kılınmasıyla değerlendirilebilirdi. İslam, Batı dışı bir hayatı yeşertecek şartları Ana-dolu topraklarında muhkem kılarken üç vazgeçilmez sütun yükseltti; vatan-millet-devlet…

Bu topraklarda her kesimden pek çok isyan, pek çok kalkışma, celali çıktı… Millet bağı ezilse de, gönlü razı gelmese de, yeter ki dinim, vatanım, devletim olsun diyerek “bağrına taş basıp”, her seferinde “muhteşem orta”yı ikame etti.

Anadolu, yepyeni bir iddia

Biz Türklerin, Türkiye’de en geçerli nomosunu dinsiz, devletsiz, vatansız kalma korkusu oluşturur.

Millet o “muhteşem orta”nın bir gün “mükemmelleştirileceği” umuduyla her türlü muameleye rıza gösterdi. Mükemmellik yolunda ışık gördüğü her kişiye, her değere tutundu… Hayal kırıklığı yaşasa da “o kurucu ruh” eksilmedi bu toprakların üzerinden.

Dünyadaki en onurlu, erdemli iştir, şehir kurmak, yurt yapmak, nizam tesis etmek…

Anadolu’da kurulan İslami nizam sınıfsızdır. Türkiye’nin düzeni, örneği Batı’da, Asya’da gözlenen otorite ilişkilerinin dışında gelişir; feodalizm bu topraklarda yeşermedi, burjuva da öyle…

Devlet milletin üstünde ittifak ettiği dünyevi tek otoritedir; Anadolu’daki ruh bir “baş” ister, fakat efendilik hakkını kendinde görenlere karşı acı-masızdır. Anadolu’nun İslamlaşmasıyla husule gelen devlet bir koalisyon gibi çalışır; kim ne derse desin müşterek aklı İslam’dır, devlet bir gruba, sınıfa, cemaate dayanmaz... Gaza erlerinin bile vesayetine tahammül göstermez.

Sınıf temelli çatışmalardan uzak, burjuvanın kodaman çobanlık öğretisi de değerlerin, ilkelerin altında ezilir. Toplumsal yapının içinde klasik “meslek”ler elbette vardır, bir yönetici kesimden, ilmiyeden, askeriyeden, zanaatkarlardan oluşan gruplardan söz etmek mümkün. Fakat bu toplum örgüsünde üstünlük kuracak kesimler yoktur. Evet, belki bir farkla… “Türkiye’de ordunun bir milleti vardır, milletin ordusu değil”, sözü ulus devlet döne-minde darbecilik için söylense de millet hayatında asker-millet kavramının bir karşılığı mahiyetindedir.

Anadolu “eski alışkanlıkların” geride kaldığı, yeni bir hayatın inşa edildiği yerdir. İktidar ilişkilerinde, devlet yönetiminde “Anadolu öncesi” gelenekler terk edilir… Hemen hiçbir devleti 100 yıldan fazla yaşatmayan taht kavgaları, “mülkü oğulları arasında pay etme” geleneği bu topraklarda vücut bulmadı; “mülk Allah’ındır”, ona “Allah adına” devlet ve yönetici tasarrufta bulunur, eğer mülk tehlikeye düşerse rahatlıkla etkili olanlar gözden çıkarılır.

Fıkıhta yeri olmayan “kardeş katli” bu hassasiyetin, “vatansızlık-devletsizlik” korkusunun sonucudur.

Gazi beyleri yani “Türk aristokrasisi”ni ortadan kaldıran irade de İstanbul için, nizam-ı alem ve devletin geleceğini hesap eder. Belki meseleleri “klasik saltanat kavgaları” rahatlığıyla açıklamak mümkün fakat “muhteşem orta”nın ittifakı eninde sonunda devlet-vatan-din denklemine oturur.

Feda kavramıyla ihsan bu topraklarda birlikte yürür!

Devlettir esas olan, düşünceyi de, ideolojileri de yönlendiren, payeleri ihsan edip alan devlettir. Bu yüzden sınıf farkına bakmaz, eğilimleri çağın ruhuna göre değişse de kriteri mülkü korumaya matuftur öncelikle.

Devlet varoluşu öteki varoluşların üstünde ve ötesindedir, devlet, vatan-millet çıkarı için en kısa, kestirme, kolay yolu tercih etme de beis görmez.

Heraklit, “Halk surlar için olduğu kadar yasa için de savaşmalı” der… Bizde sur da, yasa da, savaşan da birbiriyle örtüşmüştür, yasa sur, sur ya-sadır.

Bu yüzden Anadolu’daki nizam Cengiz Yasası gibi kişiye bağlı, Magna Carta-Bağımsızlık Bildirgesi gibi bir metne kendini teslim edecek türden değildir. Aslolan şura-meşveret-biat kadar “ya devlet başa ya kuzgun leşe” ilkesinin yürümesidir. Mecburiyet etiğinde meşveret arka plana düşer fakat adalet asla!

Adalet dairesi, mülkün, insanın, dünyanın temelidir.

Adalet ve merhamet bizde bilindiğinin aksine “hakkı olana hakkını vermek” değil, “her şeyi yerli yerine koymaktır”, bozulanı, fesada uğrayanı yerine oturtma iradesi bu toprakları bugüne getirdi.

Vatansız kalma korkusu

Malazgirt, Türklere Anadolu’nun kapılarını açmadı, Anadolu’nun İslamlaştırılmasının kapılarını açtı!

Bir dünyadan vazgeçip yeni bir dünya kurmak isteyenler, İslami bir hayatı talep edenler Anadolu’yu vatanlaştırdı.

Halil İnalcık’ın dediği gibi 1071’den sonra kurulan kapitalizm dışı, Batı dışı nizamın temeli İslam Şeriatı’dır.

Örf yani İslam’a mugayir olmayan an’aneler devletin direklerini teşkil etti. Tevhidi Anadolu’ya, küfrün alnının çatına yazmak yeni bir dünya kurma cesareti gösterenlere nasip oldu.

Haçlı Seferleri ve Şii tehlikesi, “Orta Asya’ya geri gönderme” tehditleri, ne kadar gerçek dışı görülse de bu milletin bilinçaltında her daim canlılığını korudu. Bugün vatanlarını terk eden Suriyelilere hiç istemediği halde kol kanat gererken, kıllarına bile zarar gelmesine izin vermezken de milletimizin bilinç altında, Allah’ın gazabına uğrayıp vatansız kalma korkusu bulunur.

Sadece Çanakkale ve İstiklal Harbi’nde değil İnebahtı’nda da, günümüzde de var oluş mücadelesi, vatanlaştırılan toprağın baki kalması için kaygıya bağlı eylemi beraberinde getirdi.

Biz Türkler doğa-Allah-örf-hukuk-millet-toprak-İslam-kendiliğimiz arasında ayrım gözetmeden yaşama biçimi geliştirmeyi başardığımız için tarih-te tutunduk.

Bizde “Allah alemdir” fikrinden, Allah ile içkinlik-aşkınlık ilişkisinden çok “Allah her daim bizimledir”, “şah damarımızdan yakındır”, “gözetler, korur, cezalandırır” gibi canlı, dinamik, yaşayan bir iman telakkisi vardır.

İbadetleri imanın cüzü saymayız ama Allah’a kulluk-ibadet ederek Müslüman olacağımızı bilir, yaşatırız. Kimseyi tekfir etmeyiz fakat kriterimiz İslam’ı yaşama standardına özgüdür.

İslam devletin ve milletin resmi ideolojisidir.

Türkiye’nin nomosu, İslam-ehli sünnet-gaza ile örtüşen Türk kimliği üzerine oturur.

Selçuk Bey, gayri Müslim olan kandaşlarının üzerine gaza yapmakta “tereddüt” göstermemişti. Gaza, çapul değil bir hayat görüşüydü; gazanın ardından iskan gelir, zaviye kurulur, beldenin darül İslam kılınması sağlanır...

İslam Türkleri, Türkler İslam’ı muhafaza etti; Türkler İslam’ın İslam Türklerin kılıcı oldu.

İslam’la ilişkisi gündelik hayata, estetiğine, kaygılarına, korkularına, müjdelerine bu kadar yansıyan millet olabilmek, dünyayı ahiretin tarlası görmeye bağlı. Bu da üstünlük algısıyla ilgili elbette. Kafirle denkliği reddeden, Müslüman olmanın üstünlüğünü ve asaletini dünyada çekinmeden ve sonuna kadar kullanabilen millet vasfımızı, İslam’dan, Kur’an’dan ve Peygamber Efendimiz’den başka kimseyi üstün görmeyişimize borçluyuz.

Türkiye sınır hattı

Mevlid mesela... Fetret döneminde yani umutsuzluğun, çöküş korkusunun en yoğun olduğu günlerde Peygamber’ine iltica eden bir millet...

Başka Peygamberler ve dinlerle diyaloğu normalleştirmeye çalışanlara karşı Mevlid’i yazarak, her vesileyle okutarak Peygamberimizden üstünü olmadığını asırlarca ikrar eden biz Türkler, gerektiğinde “süpürge tohumu yemeyi” göze alıp dinini terk etmeyen tecrübelerden geçti.

Anadolu’daki millet varlığı yaradılışın hikmetine vakıf bulunduğu, küfrü yok edemeyeceğini bildiği için her daim “küfre boyun eğmeme, küfre boyun eğdirme” idealinin peşinde oldu. Gazayı terkettiğinde, İslam’ı sentezlere mahkum ettiğinde boyun eğdi, Müslüman asaletini hatırladığında, uzlaşmayı reddettiğinde boyun eğmedi, boyun eğdirebildi. Zayıf dönemlerinde bile “nizam-ı alem” ihtimalini gerçekleştirebilecek kimseye sonsuz kredi açan bir millet bağına sahibiz.

Akif’in dikkat çektiği gibi bizler her zaman bu toprakları “İslam’ın son yurdu” görürüz; ümmetin önüne düşenin arkasından gelir, ümmete yüz çevirenin karşısına dikiliriz!

Türkiye her zaman için bir sınır hattı, tampon bölge oldu. Kemal Tahir’in dediği gibi Asya toplumlarını Batıdan koruyan, İslam memleketlerini Haçlı’dan muhafaza eden, İslam ile küfrün tefrik hattı şeklinde yerini aldı Türkiye.

Feodalitenin uğramadığı, kapitalist ilişki biçimlerini reddeden bir İslami nizamdan bahsediyoruz... Toprağı, sermayeyi, malı belirli kişi ve gruplara “kul hakkı”nı gözettiği için devretmeyen bu nizam, kapitalistleşmemek uğruna batmayı bile önemsemedi. Dün Tekfur’dan kaçanı himayesine alan, beka korkusuna rağmen mülkü burjuvaya teslim etmeyen bugün yine zalimden kaçanı kanatları altına alan bir millet varlığını gözönüne getiriyoruz.

Kabul etmek gerekir ki, bu topraklarda fitne, fesat, kavga, kardeş kanı, ihanet eksik olmadı...

Kabul etmek gerekir ki, milleti-cemaati dağıtmak, iktidarı bölmek, kendi özerk alanını çevrelemek isteyen çok kişi, grup, şebeke çıktı...

Kimse inkar edemez ki, gavurun aklına uyup kibrini, ihtiraslarını, şahsi ikbalini memleketinin ve milletinin üzerine çıkarmak isteyen epey kişiye rastlandı.

Biliyoruz ki, asker içinde hep bir iktidar kavgası yaşandı...

Batılı seyyahları hayran bırakan bir ahlaki düzenden, insan portresinden bahsetsek bile ahlaksızlığın uç verdiği ortamda onun peşine takılan kafileler de oldu... “Muhteşem orta” tüm bu “sapma”ları tedricen bile olsa ortadan kaldırmayı bildi... Çünkü Türkiye’nin nomosunu oluşturan ontoloji, İslam-ehli sünnet-gazayı içeren Türk kimliği, vatan-millet-devlet temellerini adalet üzerinden ikame edebildi; bu da sağlam felsefeyle mümkündü.

Maturidi-Hanefi temel, Gazzali, Vahdet-i Vücud, Nakşilik, Yunus Emre bu terkibi çok iyi oturttu, pratiği teoriye, eyleme, öze dönüştürebildi. 

Biz Türkler var olanı-kazanımları, statükoyu koruyarak, İslam’ı muhafazakârlık-medeniyet–konformizm şeklinde okuyunca, üstünlüğün paray-la olacağını düşünmeye başlayınca nomosumuzu kaybediyor, varoluş krizine giriyor, beka sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü biz eyleyerek, dinamik-sürekli diken üstünde yaşayarak düşünebiliyor, varoluşumuzu müdafaa ederek koruyabiliyoruz.

Türkiye’nin nomosunda bilgeler, güzideler, önderler vardır... Halk her dönemde okur-yazara, aydına, liderlere, yöneticilere saygı duyar, onlara öncü-dönüştürücü vazifesi yükler. Fakat kimin güzide kimin yetersiz olduğunu da bilir.

Türkiye’nin nomosu güzidelerin elinde bir gelecek ittihaz ettirebilir, güzideler Türkiye’nin nomosunun canlılık kazanmasıyla varlık alanına çıkar.

Bilkuvvenin bilfiil olması için asaletli bekleyişi bozmayacağız!

[email protected]