15 Temmuz'da seçilmiş hükümet ve milletin el ele vererek darbeyi önlemesi Türkiye'nin politik istikametinde bir makas değişimi yapmış ve Türkiye'nin sosyo-politik bünyesi millî egemenliğe karşı oluşacak tehditlere karşı daha bilinçli ve duyarlı bir hale gelmiştir. Ama biraz daha geriye uzanırsak 20. yüzyılın başında yine böyle bir politik kırılmanın yaşandığını görmekteyiz. Üzerinde fazla durulmasa da 23 Temmuz günü bu toprakların siyasî hayatına derinden etki etmiştir diyebiliriz.
Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
Tarihimizde Ağustos ayı zaferler ayı olarak bilinir. Çok detaylandırmaya lüzum yok. Anadolu’da Selçuklu hakimiyet devrinin başladığı 1071’deki Malazgirt Savaşı ve 1922 senesinde Yunan işgalini sona erdirecek Büyük Taarruz’un 26 Ağustos tarihine denk düşmesi iddianın sağlam bir zemine oturmasına yeter de artar bile. Adını Roma imparatoru Ogüstüs’den alan bu ayda tarihin cilvesine bakın ki hem Doğu Roma, hem de Doğu Romacılık oynamaya çalışan miniskül sömürgeci Yunanistan Müslüman Türklerden unutamayacakları bir ders almışlardır.
Bir de Temmuz ayı var elbette. Biz bu ayın ismini bir Sümer tanrısı olan Tammuzi’den ödünç almışız. Oysa kullandığımız Roma kökenli takvimde takvimi vücuda getirenlerce bu aya Julius denmekteydi. Bu isim de Roma tarihinden en tanıdığımız sima olan Julius Sezar’a ithaf edilmişti. Malum Julius Sezar, Roma’nın siyasi entrikalarıyla boğuşmuş, politik makas değişiminin öncüsü olmuş ve yine bir siyasi entrikaya bağlı olarak düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybetmişti. Elbette bu yazı ay isimlerinin kökeninin ele almıyor. Bambaşka bir derdi var. Ama tarihî olayları irdelerken böylesi ufak cilveleri keşfetmek de insanın merak barometresini yükseltmiyor değil. Bu çizgiden ayrılmadan hükmü baştan verirsek, bizim de yakın tarihimizde politik fay hatlarının kırılmasında Temmuz ayı bir hayli önem arz etmekte. Nasıl mı?
15 Temmuz ve 23 Temmuz
Konuyu daha iyi anlamak için yakından uzağa gidersek, kötü hatıralarının dumanı henüz belleklerimizde tüten 15 Temmuz 2016 tarihini karşımızda buluruz. Türkiye’nin modern zamanlarını işaretlemek için eğer 1839 tarihini bir kilometre taşı olarak alırsak, 1876 tarihinde Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip katleden darbe olmak üzere pek çok askerî darbe yaşadı. Fakat 15 Temmuz darbe girişimi birkaç noktadan diğer askerî darbelerden farklılık gösteriyordu. Birincisi bu girişim sadece rejimin kontrolden çıktığını düşünen askerî vesayetin anti-demokratik hamlesi olmaktan öte küresel güçlerin Türkiye’deki piyonu olan bir terör örgütünün hamlesiydi. Bu girişim şayet başarılı olsaydı kırılan politik fay hattının Türkiye’nin gerek devlet mekanizmasını gerekse milleti nasıl karanlık bir uçuruma savuracağını kestirmek için yetkin bir strateji uzmanı olmaya gerek yoktur. Zira halk bilgeliğinin dediği gibi görünen köy kılavuz istememekteydi. Tam aksine, seçilmiş hükümet ve milletin el ele vererek darbeyi önlemesi de bu kez olumlu anlamda Türkiye’nin politik istikametinde bir makas değişimi yapmış ve Türkiye’nin sosyo-politik bünyesi millî egemenliğe karşı oluşacak tehditlere karşı daha bilinçli ve duyarlı bir hale gelmiştir.
Ama biraz daha geriye uzanırsak 20. yüzyılın başında yine böyle bir politik kırılmanın yaşandığını görmekteyiz. Üzerinde fazla durulmasa da 23 Temmuz günü bu toprakların siyasî hayatına derinden şekil vermiştir diyebiliriz.
10 Temmuz İnkılabı (!)
Takvimler 1908 tarihinin miladî takvime göre 23 Temmuz gününü, Rumî takvime göre ise 10 Temmuz gününü gösterdiği zaman diliminde Selanik’teki 3.orduya bağlı subaylar Sultan II.Abdülhamid idaresine karşı bir kalkışma gerçekleştirdiler. 1908’de Rumeli’de Kolağası Niyazi Bey ve Binbaşı Enver Bey’in başlattığı kalkışma, aslında ordunun küçük bir grubunun hareketiydi. Ama algı operasyonları işte tam da böyle durumlar içindi. Bir avuç komitacı dev aynasında gösterilerek sanki büyük bir güçmüş gibi mevcut yönetimin iradesinin kırılması amaçlandı ve sonuca ulaşıldı. Gelgelelim sonuç kalkışmayı gerçekleştiren grup için tatmin edici değildi. Zira Sultan II.Abdülhamid hâlâ tahttaydı.
Sular durulmadı. Yaklaşık bir sene sonra yine işin içine karanlık eller girdi ve 31 Mart Vak’ası denilen hadise çıkarıldı. Hadisenin sorumlusu olarak padişahın gösterildi ve süreç tamamlanarak Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildi. Tıpkı 27 Mayıs 1960 darbecilerinin yaptığı gibi darbeyi yapanlar, darbeye inkılap adını koydular ve o günü de bayram ilan ettiler.
Hürriyet sarhoşluğu
23 Temmuz kalkışmasının ardından Meşrutiyet ilan edildi. Meclis-i Mebusan açıldı ve anayasa tekrar yürürlüğe girdi. Osmanlı Devleti bu sırada hem içte hem de dışta çok ciddi sorunlarla mücadele ediyordu. Sultan II.Abdülhamid, pratik siyasetiyle Osmanlı Devlet’ine her kulvarda indirilmeye çalışan darbeleri savuşturmak için ideolojik romantizmden arınmış, gerçekçi politikalar uyguluyordu. Tabii ki bu politikaların uygulanmasında otoriter bir tutum benimsediğinden, hoşnutsuz bir kitle de oluşmuştu. Hoşnutsuz kitlenin büyük kısmının hoşnutsuzluğu basit nedenlere dayalı ve büyük resmi okumaktan uzak bir tutumdu. Ama farkında olmadan bu kesim kullanılmaya elverişli bir hale geliyordu. Hoşnutsuz kitlenin daha azınlıkta kısmı ise oldukça bilinçliydi. Komitacılık bilinciyle bir avuç insanı koca bir muhalif hareket olarak göstermek için o dönemde gereken ne varsa yapmışlardı. Sonuçta komitacılık kazandı.
Ülkede garip bir hürriyet romantizmi esmeye başladı. Ahali “Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik” sloganları ile sokaklara döküldü. Her taraf bayraklarla süslenmişti. Yeni piyasaya sürülen meşrutiyet kartpostalları kapışılıyordu. Her yerden Yaşasın Vatan! Yaşasın Terakki Cemiyeti! sesleri ve marşlar yükseliyordu. Hatta Serez’de ahalinin önünde Rum metropolit, Müslüman imam, Bulgar papaz birbirine sarılarak kardeşlik gösterisinde bulunmuşlardı.
İkdam Gazetesi okurlarının karşısına :
“Oh! Hürriyet… Bize gökten inen kutsî bir seda gibi gelen bu tatlı kelime bu her şeyden güzel, her şeyden çok kulağı okşayan, cihanın her nağmesinden latif her şeyden muazzez olan kelime… Hürriyet… Hürriyet…” romantik bir başlıkla çıkıyordu. Ama romantizm bir yere kadardı.
Romantizmden uyanış
Hürriyet sarhoşluğu geçmeye başladıkça ciddi baş ağrıları ortaya çıktı. Çünkü Jön Türkler Meşrutiyet’i ‘her derde deva’ kabilinden adeta sihirli bir tılsım gibi göstererek, kitlelere hayaller pompalamıştı. Böylece teşkilatlarını politik bir mesih olarak göstermişlerdi.
Fakat durum her geçen gün garipleşmeye başlamıştı. Hürriyetin tılsımı her şeyi allak bullak ediyordu. Herkes hürriyete ayrı bir mana veriyor, kanun ve nizama herkesin itaatte mecbur olduğunu söyleyenlere işbirlikçi, hain damgası vuruluyordu. Kimileri ‘Hürriyet devrinde vergi verilir mi?’ diye vergi vermeyi reddediyordu. Öyle ki bazı vilayetlerde vergi tahsilatı yapılamadı. Yine ‘özgürlükte yasak mı olurmuş’ zihniyetini taşıyanlar İstanbul sokaklarında güpegündüz soygunlar yapmaya başladılar. Basın beklediği özgürlüğü elde etmenin zaferiyle aslı astarı olmayan haberleri ve hakaretleri yayınlamaya koyuldu. Hatta Gazeteci Abdullah Cevdet, sonradan :
“Sultan Hamid aleyhinde yüz yalan uydurdum. Birine ben de inandım. O da harbiye talebelerinin ayağına taş bağlanıp Sarayburnu’ndan denize atılması idi” demişti. Vapura, tramvaya para vermeden binmeyi özgürlük sayanlar mı istersiniz yoksa “hürriyet geldi” diyerek sınavsız sınıf geçmeyi isteyen öğrenciler mi! Hepsi mevcuttu. Hürriyet’in ilanı pek çok kesimde mucizeli çözümler beklentisini yaratmıştı. Köylüler, meşrutiyeti vergi ödememek diye yorumlarken, memurlar terfi ve maaş zammını gözetmekteydiler. Ayrılıkçı örgütlerse ileri görüleceği üzere Kanun-u Esasi’yi Osmanlıdan kopmanın ilk merhalesinin altın anahtarı olarak kullanacaklarını açıkça ilandan çekinmemekteydiler.
Durum o hale geldi ki, “Hürriyet” getiren İttihat ve Terakki Cemiyeti ahaliye ültimatom dolu bir bildiri yayınlamak zorunda kaldı:
“Artık herkes işiyle meşgul olsun. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti bütün vatan kardeşlerini, Allah’a hamd’ü senâlar olsun İttihat ve Terakki bayrağı altında topladı. Artık herkes hür, herkes mesut ve mesrurdur. Heyecanlı nümayişler, bilhassa heyecanlı ve na-makul nümayişler maksadı yalnız bulandırır.
Acı gerçekler
İttihatçılar bildirilerinde “Artık herkes hür, herkes mesut ve mesrurdur.” İddiasındaydılar ama şartlar öyle demiyordu. Belki bandoların marşları ve sloganları arasında başlarda pek duyulmadı ama sonra politikanın acı gerçeklerinin getirdiği haberlerin sesi, artık ne bando ile ne de sloganla bastırılabilecek düzeydeydi.
İlk şok özerk Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle geldi. Hemen ardından Avusturya, Bosna-Hersek’i topraklarına kattığını açıkladı. Bu silsileyi özerk bir yönetime sahip olan Girit Milli Meclisi’nin adayı Yunanistan’a bağlanmasını kabul ve ilan etti. Süreç durmadı. Emperyal İtalya, 1911’de Libya’ya saldırdı. O sırada sadrazam olan Hakkı Paşa, İstanbul’daki İtalyan general Robilan ile poker oynadığından durumun ciddiyetinin sonradan farkına varıldı. Hürriyet getirenler, uhuvvet romantizmiyle sosyal dokuyu hiç anlamadan, Sultan II.Abdülhamid’in birbirine düşürdüğü Balkan milletleri arasındaki anlaşmazlıkları çözdüler. Balkan devletleri de aralarında sorun kalmadığından birleşip Osmanlı Devleti’ne saldırdılar. Osmanlı Devleti küçücük Balkan devletleri karşısında hezimete uğradı. Rumeli elden çıktı. Bunun üzerine bir sorumlu arandı ve hürriyet getirenler Bâbıâli’yi basarak darbe yaptılar. 1912-1918 arası ne slogan ne bando sesi ne romantizm olmadan hürriyet getirenlerin istibdatı altında yaşanıldı. Hürriyetçilerin istibdatı altında hem pişmanlık hem de protesto içeren tek ses Sultan II.Abdülhamid’in cenazesinde ahalinden yükseldi :
“Bizi kimlere bırakıp gidiyorsun sultanım!”