Türkiye'nin potansiyeli

Ufuk Batum / Yönetim Danışmanı ve Girişim Mentoru
24.03.2023

Eksikler, hatalar yok mu? Var tabii. Ama potansiyele ve umuda odaklanmayı da bilmek lazım. Artık "öğrenilmiş çaresizliği" aştık, yapabileceğimizi gördük. Gelin; istikrar, barış, özgürlükler ve yatırım denizinde değer üretelim ve beraberce büyüyelim.


Türkiye'nin potansiyeli

Avrupa'nın birkaç asırdır dünyanın diğer bölgelerine göre daha rekabetçi ve dolayısıyla müreffeh olmasının önemli sebeplerinden biri acımasız sömürgeciliğidir. Başta Afrika, Güney ve Orta Amerika, Uzakdoğu olmak üzere neredeyse dünyanın hemen her bölgesinden taşınan elmas, altın, gümüş ve bakır gibi değerli taşlar ve madenler, çeşit çeşit baharatlar, pamuk ve kakao gibi işlenecek yüzlerce tarımsal ürün, değerli tohumlar ve diğer hammaddeler yıllarca sorgusuz sualsiz Avrupa'ya aktı. Hem pazar ve lojistik merkezleri hem de önemli sanayiler yarattı. Artan işgücü talebi ise bedavaya yakın bir maliyetle kölelerden sağlandı.

Kolay zenginleşme

Bütün bu gelişmeler Avrupa'ya büyük ve kolay bir zenginleşme ve sermaye birikimi sağladı. Birinci sanayi devrimi sonrasında kas gücüne dayalı işçilik yavaş yavaş ihtiyaç olmaktan çıkmaya başlayınca, bu köleler bir süre daha farklı sömürgelerde çalıştırıldı, sömürülebildiği kadar sömürüldü. Ta ki artık hiç ihtiyaç kalmadığı anlaşılacak ve bir hoşluk olması açısından ABD'deki İç Savaşı takiben "anayasal haklar, barış, yurttaşlık hakkı, insan hakları, demokrasi, özgürlükler" gibi sükseli kavramlar Batı'da gündeme gelebilecekti. Avrupa sömürgeciliğinin dünyayı kasıp kavurduğu o uzun dönemde; Osmanlı, söz sahibi olduğu ve hükmettiği coğrafyalarda koloniyel bir yaklaşım kurmamıştı. Kimsenin de diline, kültürüne, yaşam şekline ve dinine karışmıyor, engizisyon mahkemeleri de kurmuyordu.

Türkiye'nin Afrika açılımı...

Son 15-20 yılda Türkiye'nin bütün bir kıta Afrika'sına yaptığı açılım bazı ülke yönetimlerini hop oturtup hop kaldırıyor. Türk Hava Yolları'nın Afrika'nın en ücra ve bilinmez şehirlerine uçması (40 ülkede 61 nokta), büyükelçilik sayısının 12'den 43'e çıkması, Türkiye Maarif Vakfı Okulları'nın 26 ülkede 175 okula ulaşması, 22 TİKA ofisinin ve 10 Yunus Emre Enstitüsü'nün faaliyette olması öyle çok akıl alacak bir mesele değil. Az zamanda derinlikli bir yaklaşım hayata geçirildi. Bu açılım hem kültürel, hem de diplomatik ve ticari. Tabii Türk Silahlı Kuvvetleri'nin oluşturduğu köklü işbirliklerine ve transfer ettiği bilgi ve deneyime hiç girmiyorum bile. Sadece bu kıtadaki gelişimi ve işbirliği potansiyelini düşünebiliyor musunuz?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, oluşturduğu üst düzey ticari ve diplomatik heyetlerle 30'dan fazla Afrika ülkesine gerçekleştirdiği ziyaretler ve talimatını verdiği dış yardımlarla Afrika ülkelerini halen sömürmek isteyen ülkeleri kızdırmakla kalmıyor, adeta Türkiye'yi hedef tahtasına koymalarını da sağlıyor. Burada şüphesiz ki kültür elçilerine ve diplomatlara çok iş düşüyor ama kanaatime göre en çok da ticaret erbabına ve o ülkelere yatırım yapacak sanayicilere. Çünkü adeta Osmanlı döneminin devamı niteliğinde "eşitlerin ilişkisi" sürdürülüyor bu bölgelerde. Öyleyse alınan ticari kararlar, uygulanan politikalar ve günlük ilişkilerde kullanılan dilin bu "eşitlerin ilişkisi söylemini" ete kemiğe büründürmesi pek önemli. Afrikalı'nın "Beyazın biri gitti, diğeri geldi!" hayal kırıklığını yaşayıp yaşamaması bizim elimizde.

Türkiye-Afrika dış ticaret verileri son 20 yılda 5-6 kat artmış durumda, ama inanın önümüzdeki 5 yılda tekrar 5 katına çıkartmak da ayrıca mümkün. Dış ticarette tablo Türkiye'nin lehine. Yani Türkiye her 2 dolarlık ihracatına kıyasla 1 dolar ithalat yapıyor. Tek kalemde Türkiye'nin en büyük dış yatırımı yine Afrika'da. Tosyalı Holding'in Cezayir'e yaptığı demir çelik yatırımının ilk etap tutarı 2,5 milyar dolardı. Bu yatırım, takip eden yıllar içerisinde 6 milyar doları geçecek şekilde yeniden yapılandırıldı.

Yapı Merkezi'nin Tanzanya'da girdiği elektrikli demiryolu ihalesini girişimci ve rekabetçiliği ile nasıl dünyanın büyük şirketlerinden koparıp aldığını hatırlamıyor muyuz? Her bir (lot) ihale birkaç milyar dolar. Tamamlandıkça yenisi kazanılıyor, proje komşu ülkelere uzanıyor. Türk şirketi bağlantılarını ve marka değerini artırıyor, döviz kazandırıyor, iş bitirme ve referans gibi somut çıktılar ediniyor, Türkiye'den giden yönetici ve çalışanlar deneyim topluyor. Mısır'a yatırım yapan Türk tekstilci ve hazır giyimcilere değinmiyorum bile.

Dünya ile entegrasyon...

Gençlik ve öğrencilik dönemimde (yani 1980'lerin ikinci yarısında) yaptığım bir dolu seyahat arasında sanırım en fazla beni Londra ve New York şaşırtmıştı, bu bağlamda biraz da Paris. Adeta İstanbul kadar büyüklükte olan bu şehirlerde gördüğüm Afrika kökenlileri, özellikle Pakistanlı, Hintli ve Bangladeşlileri nasıl bir umudun, sosyal mıknatısın, seçenek ve özgürlüklerin her yaştan ve sosyal statüden gelen bu insanları çektiğini anlamaya kafa patlattığımı gayet iyi hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar örneğin İstanbul çok steril, adeta kendi kendineydi. Kısacası dünya ile bugünkü gibi henüz entegre değildi.

2022 yılı kısmen pandemiyle meşgul olsa da 51,5 milyon turist ağırlayan Türkiye 1980'lerde sadece birkaç milyon turist çekebiliyordu. Örneğin 1990'da bu rakam 5,4 milyondu; neredeyse bugünkü seviyenin onda biri. İlla 2002 yılıyla kıyaslamak isteyenler de olabilir tabii; rakam 13,2 milyon ziyaretçi olarak gerçekleşmiş. Yani 2002'den 2022'ye kadar rakamlar gerçek anlamda 4 katına çıkmış. O yıllarda dünya turizminde ilk 10'a bile giremeyen Türkiye günümüzde lider ilk 4-5 ülke arasında. Evet çok sıra dışı bir potansiyelin üzerinde oturuyoruz, hızlı ve güçlü büyümelerin yaşandığı ve yaşanacağı bir dönemdeyiz.

Bodrum'da Hint düğünü...

İstanbul'da, İzmir'de, Antalya, Fethiye'de ve Alanya'da değil sadece; örneğin Karabük'te, Samsun'da, Adana'da ve Konya'da da çarşıda, pazarda Afrikalı, Orta Asyalı, Rus, Ukraynalı veya diğer uyruklu ziyaretçileri görmek artık pek şaşırtmıyor kimseyi. Hele İstanbul'da metroda, vapurda veya Marmaray'da öyle çok yabancıyla karşılaşıyor ki insan mutlu oluyor, gururlanıyor doğrusu. Türkiye'nin son 10-15 yılda ağırlıklı bir politika olarak sürdürdüğü dışa açılma, kültürel, akademik ve diplomatik bağ kurma stratejisinin bir yansıması bu tablo. Göz, diş, estetik gibi katma değerli sağlık hizmeti almak için gelen de var, üniversite okumak için gelip Anadolu'yu keşfeden de, ticaret yapıp iki ülkeyi kuvvetli bağlarla bağlayan da. Savaştan, yokluktan kaçıp Türkiye'ye sığınan mülteci ve sığınmacı da var, düğününü İstanbul veya Bodrum'da yapmayı planlayan ve yakınlarını kiraladığı özel uçakla uçuran Hintli zengin de var. Sahip olunan potansiyeli düşünebiliyor musunuz?

Vallahi inanın ki; Kadıköy-Yenikapı-Mudanya arasında yaptığım son 8-10 deniz otobüsü yolculuğumda seyahat edenlerin yaklaşık yüzde 65-70'inin kesinlikle yabancı uyruklu ziyaretçilerden oluştuğunu tespit ettim. Sadece İDO'yu, BUDO'yu finanse etmekle kalmıyorlar; Bursa ve civarının kafeleri, lokantaları, kuyumcuları, havlucuları, kumaşçıları, taksicileri, müzeleri de bu trafikten kendilerine düşen paydan gayet memnunlar. Çünkü bu yolcuların dönüşte elleri, kolları dolu oluyor.

Düşünsenize; Libya'nın büyük şirketlerinin üst yönetimleri eğitimler için eşleriyle beraber İstanbul'a geliyor: "Sabahları eğitim, öğleden sonra ya Kapalıçarşı ya da Boğaz Turu." İran'ın bir devlet kurumu da nitelikli şirketlerin karar vericilerini İstanbul'a getirip benim gibi danışman ve eğitimcilerin önüne çıkartmıştı da ben o zaman anlayabilmiştim İstanbul'un hizmet çeşitlendirmesini ve barındırdığı potansiyeli. Yakın dostumuz Ali Kurt'un Synergia'sının en temel kurgusu çevre ülkelerden girişimcileri ve nitelikli KOBİ'leri İstanbul'a çekmek. Çok da başarılı bu konuda.

Avrupa'dan kaçış...

Rusya-Ukrayna Savaşı'nı tek başına ABD'nin yarattığını artık sağır sultan da duydu, anladı, kabul etti. Sömürgeciliği biten ve yaşlanan Avrupa'da umutlar azalırken aşırı sağın, hatta yer yer ırkçılığın ve faşizmin yükselmesi hiç de şaşırtıcı değil aslında. Tabii bir de neredeyse son 30 yıldır ucuz Rus gazına dayalı rekabetçi Avrupa sanayisi bu kozunu da kaybetmeye başladı. Avrupa ekonomileri büyüyemiyor, pahalılık da cabası, sosyal olaylar patlamaya hazır. İşte diyorum ki Türkiye'nin son 15-20 yılda yakaladığı momentum (tam olarak 2001 krizi sonrası başlayan dönem) her kesim için çok değerli.

Avrupa'da şirketler küçülüyor, bazılarının önümüzdeki yakın dönemde kapanması, iflas etmesi çok olası. İsviçre'de Credit Suisse'in yakalandığı girdap ise efsanevi; içinde birçok ders barındırıyor. Yıkılmaz denen kurumlar yıkılıyor, sermaye ve birikim kaçacak, sığınacak, para kazanacak yeni limanlar arıyor. O açıdan Türkiye'nin sanayide, inovatif girişimcilikte, hizmet sektöründe, bankacılık ve finansal teknolojilerde, turizmde, savunma sektöründe, kamu diplomasisinde topladığı birikim ve yakaladığı momentum çok önemli, çok da stratejik. Bu başarılar bizler için adeta vaka örnekleri.

'Öğrenilmiş çaresizliği' aşmak...

Eksikler, hatalar yok mu? Var tabii. Ama potansiyele ve umuda odaklanmayı da bilmek lazım. Artık "Öğrenilmiş Çaresizliği" aştık, yapabileceğimizi gördük. Anlatmaya çalıştığım birkaç iyi örnek buzdağının sadece görünen kısmına işaret ediyor. Var olan potansiyel kesinlikle misliyle fazla. Gelin; istikrar, barış, özgürlükler ve yatırım denizinde değer üretelim ve beraberce büyüyelim.

[email protected]