Türkiye’nin ruhunun en karmaşık yerinde

0
2.09.2012

Antep kan revan içinde. Akif Kurtuluş’un Mihman’da dediğine göre artık “kimsenin acısını bildiği gibi yaşama hakkına saygımız” kalmamış, “kadınların da eline silah aldığı bu topraklarda, anaların tülbentleri barışa yetmiyordu besbelli”.


Türkiye’nin ruhunun en karmaşık yerinde

MUHSİN KIZILKAYA /Yazar

Edebiyat hayatı mı taklit ediyor, yoksa yarattığı hayatı insanlar gerçek hayat sanıp, o gerçeğin içinde kendilerini buldukları için mi ondan zevk alıyorlar? Yaman bir sorudur bu, henüz kimse doğru düzgün cevabını bulamadı. Zaten bu sorunun tek bir cevabı olmuş olsaydı, belki de edebiyat işlevini yitirir, artık kimse romanlara elini sürmez, şiir okumaz, hikayelerden uzak dururdu.

Bazen bir kitap, bir hikaye, bir roman bizi bulunduğumuz yerden alır yaşadığımız karmaşanın, toplumsal histerinin tam ortasına bırakır, orada çırılçıplak kendi gerçeğimizle baş başa kalırız. Okuduklarımız mı gerçek, yoksa yaşadıklarımız mı sorusu kafamızı kurcalamaya başlar, o kitaptan edindiklerimizi yaşadıklarımızla kıyaslar, o hikayeyi uydurmuş olan yazarın, bizim hikayemizi bize yaşatan güç neyse, ondan daha yaratıcı, daha hınzır olduğuna kanaat getirir, okuduğumuz hikayenin yaşadığımız hikayeye ne kadar benzediğini görür, okuduklarımızdan zevk alırken, yaşadıklarımızdan daha da nefret ederiz.

Gerçek hayat nefretliktir bazen; edebiyatın yarattığı gerçek ise, bazen yaşadıklarımıza çok benzese de hayranlık vericidir. Yaşarken nefret ettiklerimiz, okurken yaşadıklarımıza benzediği oranda ona olan hayranlığımız artar. Kudretli yazarları biz sıradan insanlardan ayıran özellikleri, bize kurgulanmış bir hayatı, hayatımız kadar gerçek kılıp bize yeniden anlatmalarıdır.

O yüzden hayranlık besleriz onlara, o yüzden her birimizin vazgeçemediği bir yazarı vardır hayatının her döneminde.

Bazen bir kitap...

Son günlerde memlekette olup bitenlere bakıp, gidişat hakkında bir şeyler yazmak, hadiseleri yorumlamak demeyelim de, o beni aşar, birazcık dertleşmek babında, özellikle de Hüseyin Aygün meselesi hakkında bir şeyler karalamak isterken elime bir roman geçti. Her şeyin her şeyle mutlaka bir alakası vardır, gençliğimde bunu “diyalektik bağ” kavramıyla açıklamaya soyunurdum, siz isterseniz “eşyanın tabiatı”, isterseniz başka bir şey deyin, hiç ilgisiz gibi görünen bazı durumlar mutlaka gelip bir yerde birbirine değerler.

Dersim’in mutlaka bir nehre paralel giden daracık yollarından birinde yolu kesilip “dağa kaldırılan” (isterseniz kaçırılan, isterseniz DTP’liler gibi alıkonulan deyin, kaçırılan biri zaten alıkonmuştur) CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün iki gün boyunca özgürlüğünden mahrum bırakılmış olmasının benim okuduğum romanla ne alakası var diyeceksiniz. Haklısınız, ben de hiçbir alaka kurmamıştım başta zaten.

İletişim Yayınları arasından çıkmış olan roman bir dostumun, büyük bir şairin, Akif Kurtuluş’un kaleminden çıkma, adı “Mihman”. Hani bazen ev ödevimiz olur, yetiştirmemiz gereken bir iş vardır ama zül gelir bize, o işi yapmamak için, yapmayı istemediğimiz bir sürü ıvır zıvırla uğraşırız ya, benimki de o hesap, yazı kolay çıkmaz, bir giriş cümlesi buluncaya kadar birazcık oyalanayım, nasılsa daha sonra oturup okurum diye elime aldığım romanı karıştırırken, bir süre sonra yazıyı da unutarak, giriş cümlesini de boş vererek, okumaya başladığımı fark ettim; bir de baktım ki o kadar derin bir yerdeyim ki, rahmetli Oğuz Atay’ın deyimiyle “Türkiye’nin ruhunun” en karmaşık yerinde... Bütün meselelerimizin anası olan “her daim mezkur meselemiz” Kürt meselesinin tam kalbinde...

Türk edebiyatında Kürtler

Türk edebiyatının Kürtlerle ilgili sınavdan başarıyla çıktığını söylemek zor... Bence bir halkı, bir coğrafyayı anlatmak istersen, o halkın, o coğrafyanın dilini bilmiyorsan, oradan güçlü, büyük, okunduğu zaman insanı sarsan, başka bir dile çevrildiği zaman bir anlam ifade eden, zamana karşı dayanıklı bir eser çıkarmak bir hayli güç. Bir toplumun dilini biliyorsan onun ruhuna nüfuz edebilirsin ancak. Hayır, hiç dilini bilmeden anlattıkları toplumlar hakkında güçlü eserler yazan yazarlar olmadı demiyorum, yazıldı ama bu alanda girişilen birçok deneyim başarısızlıkla sonuçlandı, istisnalar hariç...

Türk kökenli (sahi Kürt kökenli varsa mutlaka Türk kökenli de vardır) yazarların Kürtlere dair yazdıklarının büyük bir çoğunluğunun birer ‘gezi rehberi’, birer ‘seyahatnameden’ öteye gitmemelerinin sebebi budur. Türk kökenli yazarlar Kürtçeyi bilmedikleri için Kürtlerin davranış şekilleri, düşünüş biçimleri, psikolojileri, örneğin niye dağa çıktıkları hakkında çok az malumata sahipler ve bu çok az malumatla da güçlü bir roman yazmak her zaman mümkün olmuyor. Türkler açısından durum bu ama Kürt asıllı olup da Türkçe yazan yazarlar için durum tam tersidir. Bu tür yazarların büyük yazar mertebelerine çok kolay ulaşmaları ve Türk edebiyatının ses bayrağını çok daha yukarılara asmış olanların bunların arasından çıkmış olması, Türkçeyi çok iyi bilmelerinden kaynaklanıyor. Dil nüanstır çünkü ve bazen yanlış yazılan bir isim bile her şeyi berbat etmeye yeter.

Türk edebiyatında yıllar yılı Kürtler hiç yer almadı. Yer aldıkları zaman da ya eşkıya, ya hırsız, ya haydut, ya hamal, ya da töre kurbanı olarak ön plana çıktı. Kürdistan coğrafyasının kalbine nüfuz eden, toplumun nabzını yakalayan, o nabzı doğru aktarmayı beceren yazarlar çok erken dönem ortaya çıkmış olsaydı eğer, bugün Kürtlerin bazı davranışları konusunda hayretlere gark olmaz, o bireyin veya o topluluğun niye öyle davrandığını çok daha kolay anlardık. Belki de Kürt meselesini daha çabuk kavrar, Kürtlerin ne istediğini daha çabuk anlar, Kürt meselesinin çözümü konusunda daha yaratıcı buluşlar yapardık. Ama ne yazık ki yetiştiğimiz müfredat bize böyle bir halkın varlığını anlatmıyordu, olmayan bir halkın bir sorunu olabileceğini düşünmek de her halde mümkün değildi.

Otuz yıldır yakamıza yapışmış olan savaş, lanet, kan, gözyaşı, büyük yangın, adına ne derseniz deyin, Türklere Kürtçeyi öğretemedi ama Türk kökenli bazı yazarlara, Kürtlerin dilini bilmeden de onları anlatabileceklerini öğretti. Bu durum bir sevinç nedeni değildir kuşkusuz, keşke yaşadıklarımızın hiçbiri yaşanmamış olsaydı da, bugün yazılanlardan, örneğin Akif Kurtuluş’un, Murat Uyurkulak’ın romanlarından mahrum kalsaydık ama biliyoruz ki tarih keşkelerle yazılmaz, yaşanmış onca musibetin içinde böylesi bir edebiyatın doğuyor olmasını da Türk edebiyatının kazanç hanesine yazmak gerekir.

Hayat ile sanatın kesiştiği yer

Akif Kurtuluş, Van’ın Başkale ilçesinde bir davanın akıbetini öğrenmek için giden ve örgüt tarafından kaçırılarak bir süre dağda isterseniz “misafir edilen”, isterseniz “alıkonulan”, isterseniz de “gözaltında tutulan” deyin, Avukat Memet Fuat ile yolları bir askeri birlikte kesişen MİT görevlisi Mehmet Fuat’ın (isimlerin arasındaki nüansa dikkat) aynı zaman diliminde akan hikayesini anlatmıyor salt. 1970’lerden günümüze bu ülkenin geçirdiği değişimin ip uçlarını arka plana alarak, bir aşk hikayesinin paralelinde onca ölüm ve gözyaşına rağmen hala anlamakta güçlük çektiğimiz Kürt meselesinin heyecan verici bir resmini çiziyor, hem de şiir gibi bir polisiye teknik kullanarak, işin içine olmazsa olmaz futbolu da koyarak, bizi Anadolu coğrafyasının ücra yerlerinde gezdirerek, (pide tarifi ağzımın suyunu akıttı) ille de Ankara’yı anlatarak...

Benim için romanı önemli kılan şey Kurtuluş’un tam da istediğim bir romanı büyük bir ustalıkla kotarmış olması değil salt, benim için romanın asıl sürprizi, kaçırılan Hüseyin Aygün vakası üzerine düşünüp buna dair bir şeyler yazmak isterken, aynı vakanın tıpatıp aynısının bu romanda karşıma çıkmış olmasıdır. Hayat ile sanatın kesiştiği ve yazının girişinde bahsettiğim şey bu işte... Belki de yıllardır Akif Kurtuluş’un kafasında biçimlenen olay, tam da roman raflardaki yerini almışken, birebir bir benzerinin gerçek hayatta vuku bulmasıdır. Hem de nasıl benzer cümlelerle, mesela roman kahramanı dağa kaçırıldığında, “Örgüt, kaçırılan avukatı, en kısa zamanda ve en uygun koşullarda serbest bırakacak; Devlet de bölgede özellikle avukatın can güvenliği düşünülerek operasyon yapmayacaktı.” (s.210) Hüseyin Aygün meselesinde olduğu gibi!

Savaş sayıları bile çirkinleştirir

Romanı okuma serüvenimde sürprizler bitmiyordu benim için. Romanı yarılamışken, bu kez Şemdinli’ye giden DTP heyetinin PKK militanları tarafından yollarının kesilmesinin görüntülerini seyrettim birtakım internet sitelerinde. Bir militan, kendisine hayranlıkla bakan Gülten Kışanak ve heyettekilere bir nutuk çekiyor, nutuk savaşın anlamsızlığı, ölmenin ve öldürmenin çaresizliği üzerine değil, tam tersine ölümden medet umma üzerine, öldürdükleri yüzlerce askerin Türk televizyonlarında haber olmamasının kendilerine verdiği rahatsızlık üzerine... Görüntüleri bırakıp romanın 220. sayfasında bir cümleye takılıyorum:

“Bazen ev dolar, gençlerden biri kadınlara, televizyonlarda, gazetelerde olmayan haberler verirdi. “TC gerçekleri saklıyor, altı değil, en az on asker öldü.”

Akif’in kahramanı devam ediyor:

“Savaş, ilk önce rakamları çirkinleştirir. Sayılar senin yüreğine yumruk gibi oturur. Acıyı daha büyük acıyla yıkar insan. Evlat acısını yıkacak daha büyük acı yoktur, canım kardeşim. Senin sesin sayıların merhametsizliğine öyle bir vurdu ki, bunu anlayabilecek vicdan nasip etsin bize Allah. Hepimize.”

Şimdi yazının girişindeki soruyu tekrarlamanın zamanı... Edebiyat hayatı mı taklit eder, yoksa hayat dediğin ne ki, yaşadığımız her şey aslında bir yanılsama, kan bulaşmış her yerimize, onu yıkamak için ha bire kan arıyoruz ve hiç kimse çıkıp onu yıkamak için ne kadar çok kan bulursanız bulun, üstünüze bulaşmış olanından kurtulmanız imkansızdır demiyor.

Akif Kurtuluş’a göre, artık “kimsenin acısını bildiği gibi yaşama hakkına saygımız” kalmamış, “kadınların da eline silah aldığı bu topraklarda, artık anaların tülbentleri, barışa yetmiyordu besbelli.”

Antep kan revan içindeyken, bayrama kan bulaşmışken, şairin vicdana dair temennisine “amin” demekten başka bir şey gelmiyor elimden.

[email protected]