Türkiye’nin ‘tutukluluk’ meselesi

ADNAN BOYNUKARA / Adalet Bakanı Yüksek Müşaviri
12.01.2013

Türkiye’de, 2001’de yüzde 50,4 olan tutukluluk oranı, 2012 sonu itibariyle yüzde 23.3’e inmiştir. Bu değer yüzde 25,2 olan AB ortalamasının altındadır. Konuyu siyaseten gündemde tutmak isteyenlerin bu verileri de değerlendirmeleri, anlamlı analizlerin ortaya çıkmasını sağlayacak ve afaki tartışma zeminini biraz olsun reel göstergeler üzerinden sağlıklı bir ortama çekecektir.


Türkiye’nin ‘tutukluluk’ meselesi

Siyasal iktidara karşı olan kesimlerin sıklıkla kullandığı argümanlardan birisi tutukluluk meselesidir. Bu konunda görüş açıklayanların söylemlerine bakıldığında, meselenin veriler yerine, devam eden kimi davalar üzerinden değerlendirildiği ve konuya sadece o davalarda yargılanan isimler üzerinden yaklaşıldığı görülecektir. Bunun doğru bir tutum olmadığı açık. Tutuklama, ceza muhakemesi sürecinde yer alan ve önemli olduğu kadar, kişi özgürlüğü ile güvenliği hakkının kısıtlaması sebebiyle de kritik bir tedbirdir. Muhakeme faaliyetinin etkili biçimde yürütülebilmesi için kurgulanmıştır.

Hatalı bir kanaati, yaygın bir yanlışı düzeltmekte yarar var. Kişinin tutuklanması, masumiyet karinesi gereği, suçlu olduğu anlamına gelmediği gibi serbest bırakılması da beraat ettiği, hakkında bir yargılama olmayacağı anlamına gelmemektedir. Tutukluk, ceza muhakemesi sürecinin en kritik tedbirlerinden biridir sadece. Kuvvetli suç şüphesi altında bulunan kişinin kaçmasını ve delilleri karartmasını engelleme amacıyla anlam kazanan bir tedbir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin konuyu düzenleyen 5. maddesinde “suç işlenmesine engel olmak [...] zorunluluğu inancını doğuran makul sebeplerin bulunması” bile bu tedbirin uygulanması, yani kişinin tutuklanması için bir neden olarak öngörülmüşse de, hukuk sistemimizde bu durum bir tutuklama nedeni değildir. Özetle tutuklama, kişinin suçluluğuna dair kuvvetli belirtilerin bulunduğu, ama kural olarak masumiyetinin kabul edildiği bir evrede başvurulan bir tedbirdir. ‘Mahkumiyet’ ise yargılama sonucunda varılan bir netice, yani kişinin suçluluğu kanaatine dayalı bir ceza hükmünden ibarettir.

AİHM değerlendirmesi

AİHM, soruşturma ve kovuşturma aşamasında tutukluluk süresinin uzunluğuna ilişkin şikâyetleri AİHS 5/3 maddesi ışığında değerlendirmektedir. AİHM, değerlendirmeye esas alacağı tutukluluk süresini belirlerken, ilgilinin yakalandığı tarih ile serbest bırakıldığı veya ilk derece mahkemesi tarafından mahkûmiyetine karar verildiği tarihi esas almaktadır. Burada, mahkûmiyet kararının temyiz incelemesinden geçerek kesinleşmesi beklenmemekte ve ilk derece mahkemesinin verdiği mahkûmiyet kararıyla birlikte kişilerin AİHS kriterlerine göre “tutuklu” değil “hükümlü” oldukları değerlendirilmektedir.

Türkiye’de şu an itibariyle 373 cezaevinde 104.313 hükümlü ve 31.707 tutuklu olmak üzere toplam 136.020 kişi bulunmaktadır. Bu veriler analiz edildiğinde tutukluların oranının yüzde 23,3 düzeyinde olduğu görülecektir. Yıllık ortalama 3 milyon ceza davasının işlem gördüğü dikkate alındığında, tüm ceza davalarında, tutukluluk oranı yüzde 1.05 düzeyinde seyretmektedir.

Tutukluluk verileri
Tutukluluğun yıllara göre değişimini gösteren grafikten de anlaşılacağı üzere, uzun tutukluluk konusu geçmiş yıllara dayanan bir sorundur. 2001 yılında yüzde 50,4 düzeyinde olan tutukluluk oranı, mevzuat değişiklikleri ve yargılamanın hızlandırılmasıyla birlikte yüzde 23,3 düzeyine kadar inmiştir. (Grafik 1) AB ülkeleri ortalamasının yüzde 25,2 olduğu dikkate alındığında, Türkiye’deki yüzde 23,3 düzeyinin oldukça olumlu olduğu görülecektir. Grafik 2’de G20 ülkelerinin tutukluluk verileri yer almaktadır.

Tutukluluk konusunda, cezaevinde kalma süreleri de önemli bir kriterdir. Cezaevlerinde bulunan 31.707 tutuklu içinde; bir yıl ve altı süresince tutuklu olanlar yüze 74,80, 1-3 yıl tutuklu olanlar ise yüzde 21,48’dır. Dolayısıyla; 1-3 yıl arasında tutuklu kalanların oranı, tüm tutukluların yüzde 96,28’ini oluşturmaktadır. 3 yıl ve üzeri tutuklu olanların oranı ise yüzde 3,71’dır. (1.177 kişi) 3 yıl ve üstü tutukluluğun üç nedenden kaynaklandığı açık: Bu kişilerin farklı suçlardan yargılanıyor olmaları, dosya kapsamının genişliği ve bu kişilerin bir kısmının Yargıtay’daki temiz incelemeleri sonrasında verilen bozma kararları gereğince yargılamalarının yenilenmesi. Tablo, 31 Aralık 2012 tarihi itibariyle cezaevinde kalınan sürelere ilişkin verileri yansıtmaktadır.

3. yargı paketi ve tutukluluk

Tutuklu yargılama kararları kadar, tutuksuz yargılama kararlarının da tartışıldığı bir atmosferde, 2 Temmuz 2012 tarihinde TBMM tarafından yasallaşan üçüncü yargı paketi, bu konuda önemli düzenlemeler getirdi. Paketteki düzenleme kapsamında; tutuklama konusunda yaşanan sıkıntıların ve eleştirilerin azaltılması amacıyla, üst sınırı iki yıldan fazla olmayan suçlarla ilgili tutuklama kararı verilemeyeceği hükmü getirildi. Bununla birlikte, uygulayıcıların tutuklama konusunda daha özenli davranmaları için tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye talebinin reddine ilişkin kararlarda, kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedenlerinin varlığı ile tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunun somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça yazılması hükmü de getirilmişti. Böylece her bir somut olayla ilgili mahkemeler karar verirken, verdikleri kararları ayrıntılı bir şekilde gerekçelendirmek zorunda kalacaklardır. Üçüncü Yargı Paketinde tutukluluk sorununun çözümüne katkı sağlamak amacıyla adli kontrol uygulamasının kapsamı da genişletilmişti. Adli kontrol tedbirinin uygulanabilmesi bakımından süre sınırlaması tamamen kaldırıldı. Böylece, tutuklama sebeplerinin varlığı söz konusu olsa bile tutuklamaya alternatif olarak mahkemelerce gerekli görülmesi halinde şüphelinin tutuklanması yerine adli kontrol sisteminin uygulanmasına karar verilebilecek. Bu tür iyileştirmelere rağmen evrensel hukukun genel bir ihtiyacı olarak tanımladığı tutukluluğu yok saymak da mümkün değil. Sorun, bu konuyu sağlıklı ve doğru olmayan veriler üzerinden siyasete malzeme etmektir.

Durumun özetine gelirsek; Türkiye’de, 2001 yılında yüzde 50,4 olan tutukluluk oranı, 2012 yılı sonu itibariyle yüzde 23.3 inmiş ve bu değer yüzde 25,2 olan AB ortalamasının altındadır. Konuyu siyaseten gündemde tutmak isteyenlerin bu verileri de değerlendirmeleri, daha anlamlı analizlerin ortaya çıkmasına ve afaki tartışma zeminini biraz olsun reel göstergeler üzerinden sağlıklı bir ortama çekecektir.

[email protected]