Türkiye'nin yeni yumuşak gücü: Diplomatik arabuluculuk

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
12.08.2022

Türkiye'nin uluslararası diplomaside gösterdiği çaba, mevcut sorunlara yönelik inisiyatif kullanmayan ya da gerçekçi çözüm önerileri üretemeyen uluslararası örgütlerin yarattığı boşluğun doldurulmasına yardımcı oluyor. Diplomatik arabuluculuk faaliyetleri, Türkiye'nin küresel bir aktör olarak konumunu giderek güçlendiriyor.


Türkiye'nin yeni yumuşak gücü: Diplomatik arabuluculuk

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra farklı amaçlar doğrultusunda çalışan çok sayıda uluslararası örgüt kuruldu. Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere bu örgütlerin temel amacı, devletler arasında farklı alanlarda işbirliği imkânlarını geliştirmek ve küresel ölçekte kalıcı barış mekanizmaları tesis etmekti. BM'nin kurulmasının ardından bu çatı altında değişik hizmet alanlarına yönelik alt örgütler de oluşturuldu. Uluslararası güvenlik sorunlarının yanı sıra spordan gençliğe, kültürden sağlığa kadar pek çok başlık altında, ülkelerin birlikte hareket etmeleri ve sorunlara ortak çözüm önerileri getirmeleri gibi bir anlayış benimsendi.

İdeolojik yapılanmalar

Aynı dönemde, dünyanın iki kutba ayrılmasıyla birlikte evrensel iddiaya sahip oluşumların yanına her blokun kendi ideolojisi doğrultusunda hizmet eden yenileri eklendi. Mesela Doğu Bloku ülkeleri COMECON yapısında ekonomik işbirliği imkânlarını artırmaya çalışırken Batı'da bu iş, IMF, NAFTA, Dünya Bankası ve Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi oluşumlara havale edildi. Bu dönemde, dış politikanın temel parametreleri, blokların karşılıklı düşmanlıklarına dönük bir algıyla şekillendiğinden meydana getirilen oluşumların başarı durumları anlaşılmadı. Başka bir açıdan bakıldığında ise Soğuk Savaş yıllarında oluşan güç dengesinin özellikle BM marjında çalışan oluşumları, daha itidalli şekilde çalışmaya sevk ettiği görüldü. Dolayısıyla BM başta olmak üzere uluslararası örgütler, uzunca bir süre kontrollü şekilde de olsa kuruluş amaçlarından fazla uzaklaşmadan çalışmalarını yürüttü. Yine aynı dönemde bu oluşumların ne ölçüde faydalı olduğuna dair çok ciddi bir tartışma veya eleştiri de yapılmadı.

Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra uluslararası örgütlerin yapıları ve işlevleri daha açık şekilde sorgulanmaya başlandı. Özellikle BM üzerinde yoğunlaşan bu eleştirilerin odak noktasında Bosna, Ruanda ve Kosova örneklerinde somutlaştığı üzere, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan katliam ve savaşlarda BM'nin oldukça etkisiz kalması bulunuyordu. BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin veto hakları, uluslararası toplum inisiyatifinde gerçekleşecek tüm barış girişimlerini engelliyordu. Nitekim bu sorunun aşılması için ABD, NATO'yu bir müdahale aracı olarak kullandı. Ancak bu durum da iki ayrı soruna yol açtı. İlk sorun, gerçekleştirilen müdahalelerin uluslararası hukuk yönünün, dolayısıyla meşruluğunun zayıflığıydı. İkinci ve daha ciddi sorun ise bu tür mekanizmaların baskın bir gücün politikaları doğrultusunda işleyebileceğinin ve onun hegemonyasına hizmet edebileceğinin görülmesiydi. Bir bakıma, yağmurdan kaçarken doluya tutulma riskinin doğduğu anlaşıldığında söz konusu kuruluşlara yönelik güven giderek azaldı. Gerçekten de uzun yıllar boyunca yaşanan farklı tecrübeler, uluslararası örgütlerin ABD ve Avrupa ülkelerinin çıkarları doğrultusunda çalıştıklarını ve bunların pek çok konuda çifte standart uyguladıklarını kanıtladı.

Devasa bürokratik yapılar

Söz konusu örgütlenmelerle ilgili bir diğer sorun, bunların zaman içinde devasa bürokratik yapılar hâline dönüşmeleri olarak görülebilir. Görev alanından bağımsız şekilde, uluslararası bir örgütün üye sayısı arttıkça yapı daha da hantallaşıyor. Çalışan sayısının yanı sıra kurullar, yöneticiler ve kurumlar giderek artıyor. Dolayısıyla en basit kararın alınması için dahi çok sayıda prosedürün aşılması gerekiyor. Üstelik bu durum alınacak kararın daha demokratik bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamıyor. Büyük devletler, bir bakıma alt kademelerde farklı ülkelerden gelen bürokratların görev yapmasına izin vererek örgütün demokratik meşruluk zeminini güçlü göstermeye çalışıyor. Bu durum da herhangi karar alınmadan önce aşılması gereken engellerin sayısını da giderek artırıyor. Ayrıca tüm bu süreçler aşıldıktan sonra ortaya çıkan kararın gerçekten üye devletlerin ortak iradesini yansıtmaması durumuyla sıkça karşılaşılıyor.

Türkiye'nin uzun dönemdir uluslararası örgütlerin yapısında ciddi bir değişikliğe gidilmesi yönünde bir yaklaşım sergilediği biliniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Dünya beşten büyüktür" ifadesiyle özetlediği bu bakış açısı, söz konusu oluşumların yapısının yalnızca belirli ülkeleri değil, tüm dünyayı temsil edici bir mahiyet kazanması anlayışına dayanıyor. Bu bakımdan, demokratik yönetim modelinden hayli uzakta olan uluslararası örgütlerin karşı karşıya bulundukları temel sorunun temsil kabiliyeti olduğu açık. Örgütlerde üye sayısına paralel şekilde oluşturulmuş bir temsil mekanizması bulunmuyor. Mesela BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin yalnızca biri bile Genel Kurulda alınan herhangi bir kararın uygulanmasını imkânsız hâle getirebiliyor. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar açısından durum daha da vahim. ABD başta olmak üzere güçlü ekonomiler bu oluşumların karar alma süreçlerini doğrudan yönlendirme etkisine sahip. Dolayısıyla buradan söz konusu ülkelerin çıkarlarına aykırı veya tüm dünyanın hayrına olacak bir kararın çıkması hayalden öteye geçmiyor. Ancak aynı ülkeler, bu tür kuruluşların kendi kontrollerinde gelişen yapılarında bir değişiklik meydana gelmemesi için ciddi bir direnç gösteriyor.

Pandemi sınavı

Son dönemde yaşanan Covid-19 pandemisi, bu kuruluşlara yönelik zaten giderek aşınan güven olgusunu tamamen ortadan kaldırdı. Salgının başladığı dönemde gıda ve sağlık alanlarında faaliyet gösterenler başta olmak üzere uluslararası örgütlerin çoğu kötü sınavlar verdi. Hatta uluslararası sıfatını da aşıp "ulusüstü" nitelemesiyle anılan Avrupa Birliği bile üyeleri arasında kuramadığı yardım hatları nedeniyle sınavı geçemedi. Bu süreçte, temel sağlık, gıda ve ihtiyaç maddelerinin dışarıdan tedarikinde yaşanan sorunlar, küresel ölçekte faaliyet gösteren örgütlenmelerin mevcut yapılarıyla ne ölçüde ayakta kalabileceklerini iyiden iyiye sorgulanır hâle getirdi. Başka bir ifadeyle, bu oluşumların statükocu bir tutumla varlıklarını sürdüremeyeceklerini tescilledi. Herkesin üzerinde mutabık olduğu konu, bu kuruluşların çağın gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırılması. Ancak bunun sanıldığından çok daha zor olduğu görülüyor. Zira örgütlerin kontrollerini açık veya zımnî şekilde elinde tutan büyük güçler kendi rızaları dışında gerçekleşecek bir değişime sürekli ket vuruyor. Bu durum, farklı devletler arasında yaşanacak ihtilafların adilane bir şekilde çözülmesini imkânsız kılıyor. Ancak tüm kapıların kapandığının düşünüldüğü bir dönemde Türkiye'nin dış politika alanındaki hamleleri yeni bir yolun denenmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Uluslararası örgütlerin yapısında dönüşümün kısa sürede gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması, Türkiye'nin farklı ülkeleri ilgilendiren sorunlar karşısında giderek daha fazla inisiyatif almasını beraberinde getiriyor. Son yıllarda Libya'dan Ukrayna'ya, Afganistan'dan Balkan coğrafyasına pek çok uluslararası çatışma ve sorunda Türkiye devreye girerek taraflar arasındaki sorunların çözümü açısından arabuluculuk rolü izledi. Geçmişte oldukça sınırlı bir ilişkinin kurulduğu Afrika'da ise Sudan ve Güney Sudan, Somali ve Somaliland, Etiyopya ve komşu ülkeleriyle ilgili ihtilaflı meselelerin hepsinde taraflar arasında arabulucu rolü oynadı. Benzer bir durum Venezuela ve Brezilya gibi Güney Amerika ülkelerinin Batı dünyasıyla yaşadıkları sorunlu ilişkilerin rehabilitasyonu açısından da yaşandı. İnsanî diplomasi çerçevesinde sergilenen bu etkin dış politika, ülkenin uzunca süreler ihmal edilen köklü tarihsel mirasının potansiyelini günün şartlarında yeniden değerlendirme anlayışına dayanıyor. Mart ayında düzenlenen II. Antalya Diplomasi Forumuna yoğun katılım Türkiye'nin üstlendiği bu misyonun yerli yerine oturduğunun görülmesini sağladı.

Türkiye'nin bu süreçte izlediği rol, mevcut sorunlara yönelik inisiyatif kullanmayan ya da gerçekçi çözüm öneriler üretemeyen uluslararası örgütlerin yarattığı boşluğun doldurulmasına da yardımcı oluyor. Diplomatik arabuluculuk faaliyetleri, Türkiye'nin küresel bir aktör olarak konumunu giderek güçlendiriyor. Türkiye, Batılı devletlerin aksine doğrudan kendisine yönelik bir çıkar beklentisine girmeden tarafları aynı masada topladığı için inandırıcılık düzeyi oldukça güçlü. Başarı sağlanan her bir örnek, yeni başka çabaların da ortaya çıkmasını sağlıyor. Diplomatik arabuluculuk konusunda Türkiye'nin hamlelerinin gücü, muhataplarının ise güveni yükseliyor.

Farkındalık oluştu

Türkiye, bu faaliyetleri aracılığıyla sorun yaşayan devletler nezdinde bir farkındalık da meydana getirebiliyor. Kronik bir hâle geldiği düşünülen pek çok tartışmalı konunun tarafsız bir gözlemcinin arabuluculuğunda müzakere edilmesinin tarafları çözüme bir adım daha yaklaştıracağı gayet iyi anlaşılıyor. Üstelik bu vesileyle çözülen sorunlar dünyanın başka yerlerinde yaşanan benzer mevzular açısından da örnek teşkil ediyor. Dışarıdan bakıldığında devasa yapıları bulunan, ancak performansları aynı düzeyde olmayan uluslararası örgütlerin neden olduğu boşluğu bu tür çabalar dolduruyor. Aynı şekilde, bu süreç aslında uluslararası kuruluşların kendi kapasitelerini geliştirme ve işbirliği kanallarını artırma yönünde de fayda sağlıyor.

Söz konusu diplomatik faaliyetler, Türkiye'nin uluslararası zemindeki gücünü ve itibarını giderek pekiştiren bir yön taşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, artık yalnızca ortak bir tarihsel geçmişin bulunduğu yerler için değil, pek çok ülke açısından ülkeler arası sorunların çözümünde hakkaniyetli ve adaletli şekilde hakemlik yapan bir lider. Erdoğan'ın dünyanın en önemli bir kısmı üzerinde sahip olduğu bu etki, kaçınılmaz şekilde Batı ülkelerinin de kendisine ve Türkiye'ye yönelik bakışını olumlu yönde etkiliyor. Sonuçta karşılaşılan uluslararası zeminde sözü ve etkisi her geçen gün daha da artan bir Türkiye portresi. Diplomatik arabuluculuk Türkiye'nin yumuşak gücünün en önemli unsurlarından biri hâlini alıyor. Türkiye, bu girişimleriyle ilkelerle gerçekleri birleştiren yeni bir diplomatik hattın oluşmasının da öncülüğünü yapıyor. Önümüzdeki dönemde bu hattın örnekleri ve kazanımlarıyla karşılaşılması oldukça muhtemel.

@heberis