Fanonculuk ve Türkiye'deki görünümleri: Türkiye'yi lanetlemek

Ercan Yıldırım / Yazar
3.10.2020

Dünya sistemindeki yeni statüko uç verdikçe çevrelenmeye çalışılan Türkiye için “yalnızlık” üzerine analizler artacak. Türkiye, biz Türkler bugün değil Anadolu'ya geldiğimiz günden beri yalnızız. Bizim yalnızlığımız arttıkça Batı'nın, Batı muhibbi Ortadoğu kabile reislerinin, ülkemizdeki diyalogcuların lanetlemeleri de artacak.


Fanonculuk ve Türkiye'deki görünümleri: Türkiye'yi lanetlemek

Türkiye’de son yıllarda artan Frantz Fanon ilgisi klasik Fanonculuktan ciddi biçimde ayrılıyor. Fanon üzerinden realpolitiği okuma, yorumlama hatta oraya müdahil olma çabası Fanon’un yeniden üretilmesine neden oluyor. Buna farklı siyasal yönelimleri felsefe ve psikoloji üzerinden ele alma, bireyi ve toplumu sevk etme tutumunu da eklemeli... Varoluşçuluğun, hassaten varoluşçu psikolojinin ilgi görmesinin süreçteki yerini bu zaviyeden değerlendirebiliriz.

Fanon yorumları

Fanon ilgisinin üç boyutu bulunuyor; ilki neoliberal siyasallıkla alakalı...

Neoliberal siyasal tutumun sosyalistlerde ve bir dönem İslamcılarda çok kültürlülük, çoğulculuk, bir arada yaşama ve diyalogculukla siyasal alanı yeniden ama etnik-mezhep-din-tarzı hayat ekseninde İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasını çatırdatma iştiyakının kendini “tanınma, ötekileştirme, dışlama, yok sayma” gibi kimlik siyaseti şeklinde göstermesi Fanon’u öne çıkardı. 1980’lerde İsmet Özel, Müslümanların “Türkiye’nin zencileri” olduğunu dile getiren yazılar kaleme almıştı. Statükonun yani merkezin dışladığı kesim kendini “zenci” görüyordu; tam da Fanoncu argümanlarla. Bu Fanon okuması uç verip gelişirken aslında Frantz’ın “antiemperyalist, sömürge karşıtı, anti kapitalist” yaklaşımları her iki cenahta karşılık buluyordu. 2000 sonrasında neoliberal siyasetin güçlenmesiyle Fanonculuk Yeryüzünün Lanetlileri’ndeki daha antiemperyalist, anti kapitalist tutumdan çok, Siyah Deri Beyaz Maskeler’deki kültürel kimlik siyasetinin hakim söylem ve dönüştürücü gücüyle görünüyordu, açılımlar süreci buradaki tezlerle yürüdü biraz da... Fakat Gezi ile beraber Fanon ilgisi yine Siyah Deri Beyaz Maskeler kitabının argümanlarıyla ama bu sefer hakim siyasette değil karşıt, çevre şartlarında karşılık buldu.

Milli-yerli süreç

Milli-yerli süreçle beraber Fanon, muhalif entelektüel söylemin, kimlik-tanınma-adalet-kültür gibi kavramlar üzerinden gelişmesini sağladı. Açıkçası bu dönemde yalnız kültüralist tanınma gibi naif dilin ötesinde Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde emperyalistlere karşı mücadelenin yöntemlerine ilişkin söyledikleri bir biçimde yine Frankofon kanallardan Türkiye’ye de taşındı. Gezi ve hendek eylemlerinde gözlenen çatışmacı tutum, “önleyici şiddet” kavramı etrafında sömürgecilere karşı şiddeti meşrulaştıran Fanoncu tarza uygun gelişti; zaten her halükarda devlet ve destekçiler yani millet bağının bütünü “emperyalist” olarak kodlanmıştı, Osmanlı’dan bu yana... Fanon Fransız okullarındaki “Fransız kimliği dayatması”nı reddetmişti, devrimci şiddeti sömürgeciliğe karşı sosyalizmle birleştirmişti, kozmopolit yani enternasyonal bir dile ulaşmayı, ulusun kendi geleceğini belirlemesinden sonra gerekli görmüştü, kültürlerarasılığı, melezliği ve göçebeliği şahsi tarihinde de yeterince uygulamıştı.

Bir dönem Kürtlerin Fanon’u payesi verilen İsmail Beşikçi, Fanon’un “ezilmiş halkın ayağa kalkması için şiddeti” normalleştirmeyi Kürtçülüğe eklemlemişti, kültürel tanınmanın yolunu şiddette görmüştü Fanoncuların bazıları. Zira Fanon emperyalistlere yani Fransızlara karşı uygulanabilecek şiddeti temizleyici güç gibi yorumlar, bu da pasifizmi, aşağılık kompleksine düşmeyi, kültürel aynılaşmayı, umutsuzluğu önler ve kişiye cesaret, özgüven kazandırır. Fanon siyahların beyazlaşmasına cepheden karşıdır; medeniyeti Batı ile özdeşleştiren yazar siyah ve beyazın ötesinde yalnız insan olma azmini dile getirir.

Son yıllarda Türkiye’de tanınma, ötekileştirmeme, yok sayma, kültürel inkar gibi konular hukuki konularla bir arada yeniden aktüelleşti; adeta 80 ve 90’lardaki siyasal alan yeniden canlandı! Fanonistler tanınma söylemini siyasal alana yerleştirmeye çalışırken aynı zamanda anti emperyalist örgütlenme tutumunu “biz de varız” gibi kolektivist eylemlere aktarıp yeni bir özne peşine de düşer. Buna 27 Mayıs düzeninin icat edilmiş tarikat ve cemaatlerine mensupların da katıldığı gözleniyor.

Çoğulculuk maskesi

Ortak akıl ve çoğulculuk maskesi altında zencilik temrinleri geliştirmeye çalışanlar ortak kavramını milli bünyeye uyum, onu rehabilite etme, millet bağını sürdürmekten çok çözmeye matuf dillendiriyor.

Dinin gerektirdiklerini söylememeyi, onlardan feragat etmeyi “ortak akıl” bünyesine katanlar, İslam’ı reforme etmek, protestanlaştırmak, ahkamını yok saymak şeklinde tezahür eden “diyalogculuğu”, yeniden Türkiye için “ortak akıl” kapsamına yerleştirmeye çalışıyor. Zaten kendisi de dönemlik bir siyasi söylem olan ortak akıl, aynen sol liberallerin Türkiye’nin Nomosu İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgasını kırmaya özgü gelişiyor. Etnik iddialarını, nomos karşıtlığını, zencilik kültü ve dili üretemeyecek kadar paçoz, aciz, asalak yaşayanlar Kemalist Batıcılığın cemaatçi versiyonunu din ve ortak akıl maskesiyle sunuyor.

Halbuki insanlar farklı görüş, kültür, etnik aidiyet ve düşüncede bulunsa dahi varlığı anlama ve anlamlandırma adına millet bağı ve bütünlüğüne kavuşmak; varolanları belirleyen şartları, varlığı görmek, ona bağlanmak ister. Türkiye’de diyalogculuğu ifade hürriyeti ve muhavere, millet bağına hasımlığı ortak akıl diye sunanların “Batı-küfür düzeni”, emperyalizm, kapitalizm karşıtlığı yok... tam tersine Batı dışı İslami bir dünyanın varlığını, küfre karşı Türk mücadelesini ortak akıl gibi parlak sözlerle örtme, etkisizleştirme girişimleri var.

Kendilerini dışlanmış sayan ve sunan yalnızlar korosu, dini-seküler ortak akıl sözcüleri yani diyalogcular; Türk ve Müslüman kimliği altında yaşamaktansa Türkiye’yi lanetleyerek varlığını anlamlandıran, canlı tutan Batı’nın işgalini yeğliyor hatta bunu “salah” diye görüyorlar. Kültürel tanınma peşindeki Fanoncular Türkiye’nin “dünyanın zencisi” yapılmasına katkılarıyla aslında onun mirasına zıt bir tutum geliştiriyorlar. Kendi ıssızlıklarını, modelsizliklerini, paradigma yoksunluklarını yalnızca tanınma ve ötekileştirmeme ile kapatanlar “Türkiye’nin yalnızlaştırıldığı” yorumlarını umut ilkesi ve Spinozacı sevinçle alkışlıyor. Sahiden öyle mi, Türkiye gerçekten dünyanın yalnızı mı?

Çevrelenen Türkiye

Son yıllarda dış politikadaki gelişmeler, Arap Baharı ile başlayan Ortadoğu’da süren katliamlar, Doğu Akdeniz’deki enerji aramaları, kurulan ittifaklar, Azerbaycan’a Ermenistan saldırısı, Libya ile imzaladığımız anlaşma Türkiye’nin tek başına kaldığı yorumlarını getirdi. Sanki Türkiye daha evvelden AB’ye alınmış, Batı kampı içinde kabul edilmiş! Aynen Avrasyacılığın iki önemli gücü Rusya ve Çin’in Türkiye ile ortak hareket etmekten kaçınması, tam tersine bölgedeki tüm çatışmalarda karşı karşıya gelmemiz gibi... Türkiye’nin bugün Doğu Akdeniz’deki enerji ittifaklarıyla Akdeniz’e, Balkanlara; Nahçıvan-Karabağ bağlantısının koparılmasıyla Kafkaslar ve Asya’ya; güneyde ikame edilmeye çalışılan Kürt devletiyle Ortadoğu’ya çıkışı engelleniyor.

Türkiye adeta Anadolu’ya hapsediliyor. Buna Suud-Mısır-BAE yönetimlerinin Türkiye’nin çatıştığı herkesle yaptıkları anlaşmaları da eklemeli... Bölgedeki “Türk korkusu” diyalogculuğu katladı, Müslüman ülke yöneticileri iktidarlarının devamı için başta İsrail olmak üzere dünya sistemine tamamıyla teslim oldu. Bu yalnızlıktan öte kuşatılmışlık, çevrelenme ile ilgili... Batı kapitalist küfür düzeni zaten hiçbir zaman Türkleri, Türkiye’yi kendilerine entegre etmek istemedi, dışladı, her fırsatta Fanon’un dediği gibi “lanetledi.” Bu lanetleme ayinlerine, mandater zihniyetteki Ortadoğu liderleri ve ülkemizdeki “ortak akıl” diskurcuları aşkla, şevkle katıldı, katılıyor.

Frantz Fanon emperyalizmin, sömürgeciliğin her türüne karşıydı; Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Sömürgeciliğin sırtını yere getirmekte kararlı olan bizlerin tarihsel misyonu, her ayaklanmayı, her umarsızca kan gölüne boğulan ya da başarısız kalan her saldırıyı düzenleme”yi de iktisadi ve sanatsal faaliyetleri yürütmeyi de içerir. Emperyalizme de ona karşı durmayı da bütüncül alır. Fanon, aslında bizde ve Batı’da da görüldüğü gibi yalnız kültürel tanınma söylemiyle okunmaz, o Fransızların sunduğu ikballeri reddedecek kadar Batı, dünya sistemi ve emperyalizm karşıtıdır.

Tanımlanmaktan nefret eder, ötekinin yani Beyaz’ın ve medeniyetin sahibi Batı’nın kavramlarıyla var olmayı zul görür. Bu manada zaten çıkışından beri lanetlenen Türk kimliğiyle benzerlik ihtiva eder.

Ortaçağ kaynaklarında sıkça rastlanacağı gibi Türkler de zenciler gibi tanımlanır, nefretle anılır, lanetlenir, insan yerine konmaz. Fanon, zenciler için beyazların “anneciğim, zenci, korkuyorum” yaklaşımı geliştirdiğini anlatır; benzeri tüm Avrupa’da geçerlidir, “Anneciğim, Türkler” bir tehdit unsuru şeklinde siyasallaştırılmıştır. Fanon’un metinlerinde sıklıkla yer alan “pis zenci”yi söyleyenler “pis Türkler” de derler! Fanon burada hiç alttan alıcı, savunmacı, kendini ispat etme ya da aklama taraftarı değildir; “beyaz adamın tanımladığı türde ‘pis zenci’liği” ister, zencilere de bunu öğütler. Potansiyel olarak Batı’nın tanımladığı “pis Türk” karakterimiz her daim mevcut, bugün bile bu öz nedeniyle “yalnızlaştırılıyoruz.” Peki sahiden, Fanon gibi “pis Türk” olmaya, Batı dışı bir düzeni geliştirmeye ne kadar yatkınız... bu elbette zaman zaman bilfiilde görülse de Cumhuriyet dönemindeki muammasını koruyor.

Fanon’un asıl rahatsız olduğu husus zenciliğin bir misyon ihtiva etmemesi... Ulusal bilinçte de yeryüzü sathında da bu bilinç eksikliğine karşı tarihten gelen bir Türk bilinci ve misyonu bulunuyor, sistemin Türkiye’yi lanetlemesinin ve zencileştirmesinin sebebi bu misyon. Frantz’ın yakındığı misyonsuzluk, kendisinin yeni bir düşünce, yeni bir insan aslına bakılırsa düzen ihdas etme kaygı ve çabasından ileri geliyor. “Halk tarafından halk için, mülksüzler tarafından mülksüzler için” düzeni arayışı zencilerce kabul görülmüyor... Bundan daha önemlisi sorun Afrikalı yahut zenci kimliğinin nizam kurma becerisi ve endişesi taşımamasında.

Tarih, kültür, din okumasında Fanon zenci kabileciliğinin donukluğuna, değer üretememe sıkıntısına vurgu yaparken “Aztek uygarlığının varlığının bugün Meksika köy yemeğinde bir değer oluşturmadığı” tezini öne sürer. Haliyle ölen medeniyet artık eski müntesiplerini tamamıyla “medeniyet ufku ve iddiası”ndan da uzaklaştırmıştır. Halbuki Türk gerçeğinde eski yeninin referansı ve garantisini oluşturur, kapitalizmi asırlarca gerileten ve Batı’yı kıta Avrupasına hapsiden Türk düzeni eninde sonunda bugün az ya da çok bilkuvve benliğimizde yer buluyor.

Batı mesela zencileri, eski medeniyet kalıntılarını kimlik bağlamında inkar etse, yok saysa bile Türkiye’yi “hesaba katmak” dahası kendi kimliğinin oluşumunda mutlak bir öteki konumuna yerleştirmek ihtiyacı hisseder. Zenci ontolojik ötekidir beyaz için, köle-efendi diyalektiğinde kötüdür, Türk gerçekliği gibi. Fakat burada mesele zenci kimliğinin köle efendi dilemmasında bir özne, efendi olma iştiyakının bulunmaması... Oysu Türk kimliği Batı’nın ötekisi olsa da köle efendi diyalektiğine göre biçimlenmez, çünkü Batı, Türkü köle görmez, efendilik kompartımanında rakibi şeklinde kodlar. Çünkü Türk kimliği Batı’yı geriletme, onun yerine geçme bilinciyle kurulur. Evet, Fanon’un vurgularındaki gibi zenci de Türk gibi fobi yaratır ama hiçbir zaman beyazdan daha büyük bir “ben” doğurmaz. Zenci de, Türk de yeryüzünde nereye giderse gitsin “zenci”dir... sorun her iki unsurun olduğu şey görünmemeye çalışmasında. Halbuki Türk kimliği “ben” üzre varolur, hatta ötekinin beninden daha büyük “ben” e sahiptir, öznedir.

Yalnızlığın gücü

Zenci nasıl beyazlaşamazsa, Türk kimliği de Batılılaşamaz, Türkiye’deki Fanoncuların ve diyalogcuların çabası tam tersine zencileri beyaz, Türkleri Batı peyki yapma üzerinedir. Bu açıdan Fanoncuların ve diyalogcuların tutumu, aynen günümüzde Suud-Mısır ekseni gibi yeni mandater zihni kurmak, hegemonya, iktidar, tiranlık eleştirileri yaparken Batı’yı egemen hatta “efendi” görmek, Fanon’un aksine. Çünkü zenci, yeryüzünde beyazla varolabileceğini düşünmekten kendini alamazken bilkuvve Türk kimliği aynen Batı aklı gibi çalışır, dünyada ikimizden biri fazla, der! Batı bu yüzden ötekini imha etmeye, asimileye çalışırken Türk kimliği hakim unsur olduktan sonra öteki ile varolmaya karşı değildir; Türkiye’deki Fanoncuların, diyalogcuların, mandaterlerin anlamadığı şekilde! Dünya sistemindeki yeni statüko uç verdikçe çevrelenmeye çalışılan Türkiye için “yalnızlık” üzerine analizler artacak. Türkiye, biz Türkler bugün değil Anadolu’ya geldiğimiz günden beri yalnızız. Bizim yalnızlığımız arttıkça Batı’nın, Batı muhibbi Ortadoğu kabile reislerinin, ülkemizdeki diyalogcuların lanetlemeleri de artacak. Adalet dairesini işletip, kerim devleti ihya edip erdemi, ehliyeti gözeten bir sistemi yaşattıkça lanetlenmemiz artacak; biz yalnızlaştıkça “öteki”ler, “başka”ları ıssızlaşacak, kuruyacak!

[email protected]