Türkler uyanıyor!

Vahdettin İnce / Yazar
24.01.2015

‘Vefalı Türk’, bin yıllık kader ve tarih arkadaşının harcanmasına izin vermeyecektir. Tabi bunun bir yanılgıya dönüşmemesi Kürtlerin ve Türklerin sahnede kendileri olarak yer almalarına bağlıdır.


Türkler uyanıyor!
Uzun yıllardır üzerinde düşündüğüm bir konuydu. Türkler neden Kürt meselesine bigane kalıyorlar, neden olup bitenleri resmi söylemlerin ötesinde değerlendirme gereğini duymuyorlar, görmüyorlar mı olup bitenleri? Dünyanın dört bir yanındaki Müslüman milletlere karşı yapılan kötülüklere ırk, mezhep ayırımı yapmadan anında tepki koyan, icabında maddi ve manevi desteğini sunan Türkler, iş kapı komşuları, kader ve tarih arkadaşları Kürtlere gelince, fiilen katkı sunmasalar da devlet organlarının yapıp ettiklerini neden zımnen destek anlamına gelecek şekilde sessiz ve tepkisiz seyretmekle yetiniyorlar? Bir tuhaflık vardı, ama neydi?! “Kürtlerin haklarını elde etmelerine faşizan, ırkçı duygularla topyekun karşı oldukları” söylemi de meseleyi izah etmekten uzak bir kolaycılıktı. Ama ne?! 
 
Geçenlerde bir dostum yaptı bu benzetmeyi. Kürtlerle Türklerin halihazırdaki konumu dedi, her biri camdan bir duvarın bir tarafında duran iki adamın durumuna benziyor. Dışını gösteren, içini göstermeyen bir cam duvar. Böyle olunca da içeride duran adam dışarıyı bütün çıplaklığıyla görür, buna karşılık dışarıda duran adam cama bakınca içeriyi değil aynalı cama yansıyan kendi suretini görür. Biz Kürtler içerideyiz dışarıda olup biteni görüyoruz. Mesela Türklerin dilini, edebiyatını, tarihini biliyoruz. Korkularını, endişelerini anlıyoruz. Onlar dışarıdan bakınca sadece kendilerini görüyorlar. Bizim dilimizi, edebiyatımızı, tarihimizi bilmiyorlar. Acılarımızı, mazlumiyetimizi, mağduriyetimizi görmüyorlar. Yani içeride kendileri adına bize yapılanları görmüyorlar doğal olarak. Son derece açıklayıcı bir benzetmeydi bu.
 
Türkiye’nin bölünme fobisi
 
Bu duvarı diken her kimse ne yaptığını biliyor, dedim. Başka türlü bir Türk’ün gözünün önünde bir Kürde bu baskıyı, bu zulmü yapamazsın. İki milletin tarihsel kodları buna müsait değildir çünkü. O halde bunun çok stratejik bir amaca matuf olması gerekiyordu. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri açısından bir pilot bölgeydi. Bölgeye yönelik egemenliklerini kalıcı hale getirecek projenin uygulama alanı yani. Bunun için de Türkiye’nin güvenilir bir zümreye teslim edilmesi ve bunların sürekli olarak iktidarda olmaları gerekiyordu.
 
İktidarlarını dayandıracakları bir ana gövdeye ihtiyaçları vardı. Daha kalabalık oldukları için bu kitle Türkler oldular. Bu arada Türkler de içeride, cam duvarın arkasında kendileri adına yapılanların aslını bilmeyecekti. Bilmeye, anlamaya çalıştıkları fark edilince de her seferinde önlerine o meşum bölünme fobisi konulacaktı. Tutması birebirdi çünkü. Bunun ilk işareti Şeyh Said rahmetlinin kıyamı sırasında görüldü. Şeyh Said kıyam ederken, sonrasında yargılanırken Türklere hep şu mesaj veriliyordu. Ülkenin doğu bölgesinde bölücü bir hareket baş göstermiş, devlet de ülkenin bölünmesini engellemek için isyanı bastırmaya çalışıyor. Dediğim gibi Birinci Dünya Savaşı’ndan bölüne bölüne çıkmış Türk’e bölünme fobisini göster, onun adına her türlü zulmü işle, ölüme bile razı et yani. Batı’ya verilen mesajlar ise, Şeyh Said’in hilafeti geri getirmek isteyen bir mürteci olduğu şeklindeydi (malum içeride bölünme fobisi nasıl işlevsel bir argümansa batıda da İslamofobi o kadar işlevseldir). Olur ya batı, bir Kürt ulusal özgürlük hareketi olduğunu düşünür de sempati gösterir diye endişelendikleri için. Tuttu bu kumpas. Seksen sene boyunca camdan duvara bakınca sadece kendilerini gören Türkler içeriden yükselen çığlıkları duymadı. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türklerin mutlu azınlığın iktidarına payanda olmaları planı saat gibi çalışıyordu.
 
İlk taşı Özal attı
 
İlk taşı bu camdan duvara Özal attı. Çatladı ama kırılmadı. Hala içerisi görülmüyordu. Çatlaklardan görülen şeylerden de sağlıklı bir sonuç çıkarmak mümkün değildi. Kumpas bir yirmi sene daha devam etti. Ama camdan duvar çatladığı gibi betondan zihinler de çatlamıştı bir kere. Türklerde bir kıpırdama, onlar adına zulümle abad olmaya çalışanlarda da bir telaş başladı. Tedbir üstüne tedbir, post moderninden, dost modernine kadar darbe üstüne darbe denediler. Olmadı. Çatlak büyüdü ve içerisi net bir şekilde görülmeye başladı.
 
2005 yılında zamanın Başbakanı Erdoğan Diyarbekir’de o tarihi konuşmayı yaptığında artık duvardan eser kalmamıştı aslında, merak edilen, o zihinlerdeki beton ne zaman ortadan kalkacaktı.  O da uzun sürmedi. Yürekleri tamir bağlamında atılan her adım karşı çıkacakları umulan, temenni edilen Türkler tarafından büyük bir destek görüyordu. Kaç seçim sandığı, geçmiş dönemin işlevsel bölünme korkusunu pompalayan söylemlerin gölgesinde ret ve inkara karşı verilen oylarla dolup taştı. Türkler uyanmıştı.
 
Bu saatten sonra Kürtlere yapılacak her yanlışlık Türklerin sert tepkisiyle karşılaşacaktır. Burada asıl görev Kürtlere düşüyor. Bir kere kendilerine yapılanların Türkler tarafından yapıldığına, en azından onay gördüğüne ilişkin algıyı bir kenara atmalıdırlar. En önemlisi bölünme fobisini hortlatan ve geçen yüz yılın yetmişli yıllarından kalma kanlı devrim senaryolarına pirim vermemelidirler. Göreceklerdir ki her insani ve doğal talepleri Türkler tarafından memnuniyetle karşılanacaktır.
 
Geçenlerde İstanbul Stratejik Düşünce Derneği (İSDD) tarafından Prof. Dr. Nurettin Albayrak’ın öncülük ettiği bir sempozyuma konuşmacı olarak katıldım. En uç milliyetçi söylemlerden tutun İslami söylemlere kadar görüşlerini dile getiren Kürt ve Türk konuşmacı vardı. Konuşmaların içerikleri birbirlerinden uzaktı ama hepsine bir samimiyet duygusu sinmişti. O zaman Türk’ün Türk olarak bu meseleye müdahil olduğunu düşündüm. “Vefalı Türk” bin yıllık kader ve tarih arkadaşının harcanmasına izin vermeyecektir, dedim. Tabi bunun bir yanılgıya dönüşmemesi Kürtlerin ve Türklerin sahnede kendileri olarak yer almalarına bağlıdır.