Tv, Twitter ve Üslup: 'Herkes'e konuşmak

Nazife Şişman / Yazar - [email protected]
10.08.2013

Televizyon tasavvufi terbiye ve tavsiye için uygun bir araç mıdır? Youtube’da anonim bir muhatap kitlesine va’z u nasihat edilebilir mi? Kimlik ve hayat tarzı kırılganlığının had safhada olduğu bir dönemde ihtiyacımız olan kamusal dil ve adabı muaşeret nasıl olmalı?


Tv, Twitter ve Üslup: 'Herkes'e konuşmak

Musiki fem-i muhsinden öğrenilir.” Rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin’le yapılan bir röportajdan hafızama çakılan bir cümledir. Sadece musiki için değil bütün geleneksel kültürün aktarımı için geçerlidir ru be ru meşk. Şiir de, hat, tezhip, ebru ve minyatür gibi görsel sanatlar da hatta ilim de meşk edilir. Erbabının bir araya geldiği meclislerde. Yani ki ilim, sanat ve felsefe... Bütün düzeyleriyle hakikat insandan insana geçer.

Değil mi ki Allah kelamı olmasına rağmen sadece metne, onun kuru harflere aktarılmış hali olan kitaba, yani mushafa emanet edilmemiştir hakikat. Mübarek bir ağızdan sadece söz olarak değil, “o yürüyen Kur’an’dı” denilecek kadar hal olarak da ulaştırılmıştır bize. Hala da sadece metinden değil, yaşayan sünnetten öğreniyoruz teslimiyetin örnekliğini, adaletin ilkelerini ve insan olmanın nasılını.

Amma ve lakin iletişim teknolojisindeki yeni gelişmeler yeni parametreler ekledi hayatımıza; hayatımıza anlamlılık bahşeden dini tavır ve davranışlarımıza. Alo fetva hatları, online zekat mecraları, youtube’dan yayınlanan vaazlar, zikirmatikler, Mescidi Haram’dan naklen namazlar... Peki bu yeni teknololojiler, yeni araçlar dini neşvenin, ilmin, fıkhın, maneviyatın aktarılmasında kullanılmaya kalkışıldığında, esasında olmakta olan nedir? Bu soruyu sormaz olduk artık. Twitterin “devrimci” büyüsüne kapılanlar, sadece Gezi Parkı eylemcileri değil. Pek çok hocaefendi beyaz ekranın, online mecraların, dinin anlatılması, anlaşılması için yeni fırsatlar sunduğu inancında.

Sanal alemde din işleri

Halbuki yetmişli yıllarda imam mikrofon kullandığında arkadaki cemaat sesi o araç vasıtasıyla duyduğundan namazı kabul olur mu soruları gündeme gelirdi. Bazıları İstanbul kuşatılırken meleklerin kanatlarını tartışan rahiplere benzetebilirler bu soruları. Ama ben teknoloji insan ilişkisini, bazen absürd bile görünse her daim sorgulamanın, topyekun teslimiyetten daha fazla insana yakıştığını düşündüğüm için bu soruları asla hafife almaktan yana değilim.

Televizyon ekranından, youtube videolarından bize ulaşan hakikat bir kırılmaya uğramıyor mu sorusu uzun süredir zihnimi meşgul eden sorular arasında. Tuğrul İnançer Hocaefendi’nin hamile kadınların edebi ile ilgili söyledikleri ve sonrasında ortaya çıkan anafor bu sorularımı yoğunlaştırdı. İki unsur var esasında konuyla ilgili dile getirilmesi gereken. Birincisi aracın niteliği, yani televizyonun tasavvufi terbiye ve tavsiye için uygun olup olmadığı meselesi. İkincisi ise kimlik ve hayat tarzı kırılganlığının had safhada olduğu bir dönemde ihtiyacımız olan kamusal dil ve adabı muaşeret...

İlk hususa konuyla ilgili yazan pek çok kimse değindi. Mesela Ayşe Böhürler yirmi yıllık tecrübesini şu cümleyle özetledi: “Televizyon derinlikli dini mevzuları anlatmaya uygun bir araç değil.” (Yeni Şafak, 27.07.2013) McLuhan araç mesajdır (medium is the message) diyerek yıllar önce dikkat çekmişti teknolojinin belirleyici yapısına. Jack Ellul ise “teknik kendi ideolojisini beraberinde getiriyor” diyerek modern dünyada en tehlikeli belirlenim şeklinin teknolojik fenomen olduğunu dile getirmişti.

Bu teorik tespitler özellikle televizyon söz konusu olduğunda muhtevayı değiştirmenin pek bir anlam ifade etmediği görüşünü destekliyor. Neden? Çünkü televizyonda düşünceye yer yoktur. “Vakit nakittir” sözünün en mücessem halidir televizyon. Her dakika paraya tekabül eder. O yüzden uzun uzun konuşmaya değil, sloganik cümlelere ihtiyaç vardır. Dura-düşüne konuşmak televizyonun formatına uymaz. Böyle olunca da derin mevzuları, kendine özgü bir terminolojisi olan tasavvuf adabını ve hatta daha somut gibi görünen ama tartışmalı pek çok konuyu içinde barındıran fıkhi meseleleri televizyondan aktarmaya kalkıştığınızda düşünceyi kaldırmayan sığ dil ve algıya mahkum kalırsınız.

Meselenin bir boyutu bu. Bir başka boyutu ise ekran olsun online mecralar olsun muhatabın “herkes” olması. Ve bu herkes yirmibirinci yüzyılda artık kendini yeni kimlikler, yeni hayat tarzları, benlik stratejileri üzerinden tanımlayan bir kitle. Bu sebeple bir hocaefendinin, “onun her söylediğinde bir hikmet vardır” diye inanan bir gruba değil de herkese konuştuğu mecralar ne yazık ki ilmin bereketini değil, çatışmanın şehvetini besliyor. Çünkü yükselen kimlikleri ve hayat tarzı üzerinden gelişen kırılgan siyaseti göz ardı eden bir dil, kamusal kabul görme şansı bulamaz.

“Direnhamile” eylemleri, Gezi protestolarından ivme almış ve hükümet karşıtı bir protestoya dönüştürülmüş olabilir. Ama arka planında kadın haklarıyla ilgili bir hassasiyet, kadın kimliği üzerinden oluşan bir hareket ve söylem olmasa böyle bir hareketlilik söz konusu olamazdı. Yani bir tarafta yükselen kimlik siyaseti diğer tarafta artan kimlikçi dil dikkate alınmadan kamusal iletişim ve istişareyi gerçekleştirmek mümkün olmaz.

Her geçen gün kimlik üzerinden haberlerin yoğunluğunda daha fazla artışa şahit oluyoruz. Kimliklerin kamusal temsilini bir özgürlük ve adalet meselesi olarak görenlerin talepleri, kimliği nedeniyle haksızlığa ve ayrımcılığa uğrayanların hali pür melali artık daha fazla temsil imkanı buluyor medyada. Ama bazen işin ucu öyle bir kaçıyor ki “gözünün üstünde kaşın var” denilmesi bile ayrımcılık hanesine kaydedilebiliyor. Bir dizide olumsuz bir karakter olarak canlandırıldı diye fırıncılar protesto gösterisi düzenleyebiliyor mesela. Bir tarafta bir mağduriyet dili yaygınlaşıyor, diğer taraftan bu mağduriyetleri bertaraf edeceği iddia edilen ayrımcılık itirazları. Gezi protestoları sonrasında, zaten varolan bu sosyo-kültürel ortam daha da politik bir nitelik kazandı. Herkes “hayat tarzım da hayat tarzım”, “yok asıl benim hayat tarzım” minvalinde bir hassasiyet yarışına girişti.

Tekno-sosyolojik sorunlar

Kadınlarsa hem kimlik çatışmalarının sembolik yükünü taşıyorlar hem de “hayat tarzı” söylemlerinin merkezinde yer alıyorlar. Son iki yüzyıldır kadınların hayata yeni bir mercekten baktıkları, kendilerini “ben bir kadınım” hatta “ben tarih boyunca ezilmiş kadın sınıfının bir üyesiyim” diye tanımladıkları bir süreç yaşandı. Bu süreçte kadının bedeni üzerinde sadece kendisinin söz söyleme hakkı olduğu iddiası hakimiyet kazandı ve kürtaj, kadın özgürlüğünün, kadının bedeni üzerindeki hakimiyetinin ve tercih hakkının bir sembolü oldu hep. Çünkü kadınların biyolojik döngülerine ‘mahkum’ olmaları, kadın hakları hareketinin ta başından itibaren kafa yorduğu bir meseleydi. Özel kamusal ayrımının merkezinde de, kadınların ikincilleştirilmesinde ya da ezilmesinde de biyolojilerine mahkum olmaları yatıyordu, onlara göre. Yani doğurma işlevleri, kadınları eşitlikten de, özgürlükten de alıkoyuyordu.

Aydınlanmanın temel prensiplerinden hareket eden 19. yüzyıl feministleri, doğaya hakimiyet anlayışını, “kadınların doğasına hakimiyet” şeklinde genişlettiler. 20. yüzyılda biyoteknolojide gelişmeler oldu. Doğum kontrol hapları icat edildi, kürtajla ilgili teknik imkanlar gelişti. Böylece bu fikir ya da hayal, uygulanabilir hale geldi. İkinci dalga feminist hareket “bedenimiz bizimdir” sloganıyla, kadınların seçme hakkını, yani çocuk doğurmama hakkını, kürtaj hakkını savunuyordu. Bu açıdan bakıldığında kürtajın değil, hamile bir karnın özgürlük sembolü olması sadece feminist hareketin çeşitliliği ve geniş yelpazesi ile açıklanamaz. Kapitalist tüketim toplumu ve gösteri toplumu gibi başka parametreleri de katmak gerekir değerlendirmeye. Ama bu uzun bir konu.

Tekrarlayacak olursak, tv, twitter gibi araçlar hem üslubu hem muhtevayı dönüştürdüğünden tasavvufi terbiye için uygun değil, bu bir. İkincisi de muhatabın belirsizliği mesajı kırılmaya uğratıyor ve alıngan kimlik siyasetine kapı aralıyor. Yakın zamandaki bir tecrübemi bu iki unsurun iç içe geçtiği bir örnek olarak aktarmak isterim:

Bir hocaefendinin, Müslümanları kurtaracak olanın, saliha kadın olduğuna işaret eden bir vaazı vardı youtube’da. Yüz yüze dinlemiş olsam, muhteva olarak benim hemen hemen tamamen katılacağım fikir ve görüşler olmasına rağmen olumsuz duygularla bitirdim vaazı izlemeyi. Çünkü vaazın diğer muhatapları, onların muhtemel tepkileri ister istemez algı sahama girdi. Birden feministlerin yönelteceği sorulara cevap verme ve daha genç izleyicilerin kafa karışıklıklarını bertaraf etme baskısı altında hissettim kendimi.

Ben böyle hissettiğime göre, dinin tebliğinde aracın mahiyeti üzerinde düşünmeli değil miydik? Youtube’da anonim bir muhatap kitlesine va’z u nasihat edilebilir miydi? Youtube’un (boşluğa konuşmak, bir kameraya karşı, anonim bir izleyici kitlesine karşı konuşmak) kişinin kendini ifade edişini nasıl etkilediği üzerine yapılan incelemeler var. Çünkü teknososyoloji ciddi bir çalışma alanı artık. Ama bu süreçte “din dili” nasıl değişiyor ya da deforme mi oluyor soruları üzerinde belki de bizim ayrıca durmamız gerekiyor. Belki de muhatabını bulmayacak bir tavsiyenin çirkin bir karalama kampanyası ile sonuçlandığı, adeta twitter savaşlarına sebep olduğu bu son tecrübe umulur ki böyle hayırlı bir sonuca yol açar.