Rusya ve Moskova Kilisesi'nin yükselişi! Üçüncü Roma

S. Koray Er / Hartford International University
22.04.2022

Moskova'daki Rus prenslerinin Ferrara konsülünden itibaren gelişen süreçte bekledikleri tarihi imkân İstanbul'un fethi ile ayaklarına gelmişti. Bizans'ı Ortodoks dinine ihanet etmekle suçladılar. Ortodoksluğun merkezi artık Moskova, Rus toprakları da üçüncü Roma idi.


Rusya ve Moskova Kilisesi'nin yükselişi! Üçüncü Roma

Rusların Ortodoksluğu kabul etmeleri Bizans kilisesinin en büyük başarısıdır diyebiliriz. Uzun yıllar Konstantinopolis`teki dini otoritenin maiyetinde bulunan Moskova kilisesi, Rusların siyasi ve askeri olarak güçlenmesi ile birlikte etkinliğini arttırmaya başlamıştır. Bu etkinlik özellikle Bizans'ın yaşadığı siyasi kargaşalar, askeri hezimetler döneminde belirgin bir şekilde gözükmüş ve dahi Moskova prensleri Ortodoks dünyasında liderlik çabalarına girmiştir.

Tabii bir sonuç olarak Bizans'ın bu gelişme ve iddialardan rahatsız olmaması düşünülemez. Mesela, 1390 yılında Yunan patrik Anthony`nin Moskova prensi I. Basil`e yazdığı mektup tam da bu rahatsızlığa dikkat çekmektedir. Anthony mektubunda Rus prensine -bütün olumsuzluklara rağmen (Binansın yaşadığı) Konstantinopolis`teki imparatorun- Tanrının dünyadaki tek gerçek temsilcisi olduğunu hatırlatmaktadır.

İstanbul'un fethi ve sonrası

Fakat İstanbul'un fethi ile birlikte Moskova prenslerinin ve dahi Rus Ortodokslarının bağlı olduğu Bizans düşmüş, Ortodoks dünyasının temsilcisi olarak görülen imparator ölmüş/öldürülmüştür. Üstelik Ortodoksluğun kalbi Konstantinopolis, Hristiyanlığın en büyük düşmanı olarak kabul edilen Türklerin eline geçmiştir. Bu durumda Moskova prenslerinin Ortodoksluğun yegâne temsilciliği iddialarını daha baskın bir şekilde dile getirmelerinin önünü açmıştır.

Bu yazımızda Rus kilisesinin Bizans kilisenin himayesinden çıkıp, Ortodoks dünyasının hamiliğine soyunması sürecinde gelişen tarihi hadiselerin kısa bir analizi yapmaya çalışacağız.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Moskova kilisesinin yükselişi 14. yüzyıla denk gelse de Ortodoks dünyasının liderliğine soyunması ve bunu açıkça dile getirmesi İstanbul'un fethi döneminde vuku bulan hadiselere birlikte başlamıştır.

Bizans'ın Konstantinopolis'in tahkim edilmiş surlarının arkasına sıkıştığı ve Osmanlı baskısının arttığı dönemlerde son üç Bizans imparatoru çaresizlik içinde finansal ve askeri yardım arama gayesiyle gözünü Batı'ya dikmişti. Bunlardan ikisi bizzat Batı Avrupa'ya yolculuk yaparak düşman mezhepten de olsa Katolik Hristiyan dindaşlarından yardım dilenmiştir. Özellikle imparator II. Manuel`in hikayesi acıklıdır. İtalya, Fransa ve İngiltere'ye yaptığı yolculukta acıma uyandırmaktan başka aradığını bulamamış şehrin müdafaası için bir dilenci misali topladığı paraları da çaldırtmıştır (paraların akıbeti hala bilinmemektedir).

Batı Avrupa'nın Katolik liderleri Ortodokslarının temsilcisi Bizans`a karşılıksız yardım yapmak istememekte, Yunanlılara Katolik-Ortodoks dini birliğini kabul etmelerini şart koşmaktaydılar. Bu istek -karşılıklı diyalog gibi görülse de- bir bakıma Katolik ritüellerinin/dini öğretilerinin Ortodokslarca kabulü anlamını taşımaktaydı. Şehirdeki birçok Yunanlı için Katolikliğin üstünlüğünü de ifade eden bu dayatma kabul edilemezdi.

Birlik simgesi ayin

Bütün bu gelişmelere rağmen 1439 yılında imparator VIII. John Palaeologos beraberindeki siyasi ve dini heyetle İtalya'ya giderek Ferrara konsülünde Katolik-Ortodoks birliğini kabul etmek zorunda kalmış, lakin şehre dönünce beklenen direniş ile karşılaştığından antlaşma yürürlüğe girememiştir.

Aradan 13 sene geçtikten sonra (1452) Bizans'ın son imparatoru XI. Constantine şehrin kuşatılmasının an meselesi olduğunu yıllarda çaresiz kalarak -Yunanlı halkın hoşnutsuzluğa rağmen- Katolik liderlerin isteklerine boyun eğerek Ayasofya kilisesinde birliğin simgesi ayini icra ettirmiştir. Bu ayini yönlendiren ise oldukça ilgi çekici bir karakter Kardinal Isidore`den başkası değildi. İsterseniz Rus-Yunan ilişkilerinin ve dahi Ortodoks dünyasının kaderinde önemli tesire sahip olan Isidore`ye ayrı bir paragraf açalım.

Isidore, günümüz güney Yunanistan'ında doğmakla birlikte imparator VIII. John Palaeologos tarafından 1436 yılında Kiev ve Rusya metropoliti (piskopos) olarak atanmıştı. İmparatorun bu atamadaki gayesi Isidore`nin Rus prensini Katolik-Ortodoks birliğine ikna çabasıydı. Isidore, Nisan 1437`ye Moskova`ya ulaşır ulaşmaz Ferrara`daki konsül için hazırlıklara başladı (Katolik-Ortodoks birliğinin kabul edildiği konsül). 1438 yılının Ağustos ayında Ferrara`ya varmıştı bile. Uzun görüşmeler neticesinde Mart 1439 yılında birlik antlaşmanı imzaladı. Aynı yılın Ağustos aynında ise Kiev kardinali olarak tayin edildi. İlk başlarda Kiev ve Moskova`da sıcak karşılansa da daha sonra Rus prensi tarafından kafirlik ile suçlanarak tutuklandı. Kısa süreli esaretten sonra kaçıp İtalya'ya geçti. İşte 12 Aralık 1452 yılında Ayasofya`da Katolik-Ortodoks birliğini simgeleyen ayini papanın özel temsilci sıfatıyla yöneten Kardinal Isidore`den başkası değildi.

Vaatler sözde kaldı

Bütün bu tavizlere rağmen Konstantinopolis Batı'dan gerekli askeri yardımı alamamış, verilen vaatler sadece sözde kalmıştır. Papa, Kardinal Isidore ile birlikte sadece 200 Napolili okçu, Ceneviz, Giovanni Giustiniani Longo liderliğinde yaklaşık 700 asker, Venedik ise ağırlıklı olarak erzak göndermiştir. Gönüllülerle birlikte şehirdeki yabancı asker sayısı iki binden azdı. Yunan askerlerinin sayısı ise Sphrantzes`in aktarımı ile 4773 kişi idi. Beklenen sonuç olarak şehir Türklerin eline geçti. Konumuz İstanbul'un fethi olmadığından burada kısa kesip asıl mevzuya Rus kilisesinin Yunan kilisesinden ayrılmasına (bağımsız hareket etmesine) geçelim.

Hatırlarsanız yazımızın başında 1390 yılında Bizans patriğinin Rus prensine yazdığı mektuptan bahsetmiş ve Rus prensinin Ortodoks dünyasının hamiline soyunmasına getirilen itirazı nakletmiştik. Fakat, İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesi ile birlikte şartlar değişmiş ve ortada artık Ortodoksluğun savunuculuğu rolünü tarih boyunca üstlenen bir Bizans imparatoru kalmamıştı.

İşte Moskova`daki Rus prenslerinin Ferrara konsülünden itibaren gelişen süreçte bekledikleri tarihi imkân ayaklarına gelmişti. Rus prensleri ve idaresi altındaki Rus piskoposlar Bizans'ı Ortodoks dinine ihanet etmekle suçladılar. İlaveten bu ihanete bir karşılık olarak da Yunanlıların Türkler tarafından fethedilmek suretiyle Tanrı tarafından cezalandırıldıklarını iddia ettiler. Bir anlamda Ruslar, İstanbul'un fethini, Yunanlıların Katoliklerle iş birliği yaparak gerçek kiliseye (Ortodoks kilisesi) ihanetin kaçınılmaz sonucu olarak yorumlamaktaydılar.

Endişe edilecek bir durum ise söz konusu değildi. Zira Ortodoksluğun gerçek temsilcisi Rus prensleri Moskova`da tahtlarında oturmaktaydı. Moskova metropolitini 1458 yılında Ortodoks dininin temsilciğinin ve hamiliğinin artık Rus prensleri ve Rus kilisesin görevi olduğunu yazarken tam da bu hususa vurgu yapmaktaydı.

'Dördüncüsü olmayacak'

Moskova, dolaysıyla Rus toprakları artık üçüncü Roma idi. İlk ikisi yıkılmış fakat üçüncüsü (Rus) ayaktaydı ve bir dördüncüsü ise olmayacaktı. Rusya ve Ortodoksluk kıyamete kadar baki kalacak, Rus prensleri/çarlar da 'Son Roma'nın' güvenliğinden sorumlu olacaklardı. Rus kesiş Philotheus 1512 yılında efendisi çar III. Basil`e hitabında bu hususa dikkat çekerek, Rus çarlarının dünyadaki bütün gerçek Hristiyanların lideri olduğunu hatırlatmıştır.

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki İstanbul'un Türklerin eline geçmesi Rusların işine gelmiş, ondan fayda sağlamışlar ve daha sonraki yüzyıllarda bunu siyasi çıkartılarına bir araç olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ve günümüzde dahi bu siyasi/dini söylemi Rus yayılmacılığına hizmette kullanmaktadırlar. İnanılan ve verilen mesaj ise şuydu: Ortodoksluğun ve dolayısıyla gerçek kilisenin son kalesi 'Üçüncü Roma'nın' selameti için gerekli bütün hamleler yapılmalıdır. İşgaller de dahil... Belki hali hazırda devam eden Rusya-Ukrayna savaşını yazımızda işlediğimiz tarihi hadiseleri göz önüne alarak değerlendirmeye çalışırsak daha çok anlam kazanacaktır:

[email protected]